22
Mayıs
2024
Çarşamba
ANASAYFA

Son Yüzyılın Türk Mimarlık Sanatına Genel Bir Bakış (III)


İkinci çeyrek yüzyıl:

İkinci çeyrek yüzyılla Türkiye Cumhuriyeti dönemi başlamış oluyor.

Cumhuriyetin kurtarabildiği son Osmanlı toprağı, ‘Misak-ı Millî’ sınırları içinde kalan Anadolu ve Doğu Trakya idi. Bu şartlarda, yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin ulusçuluğa sarılması ve ‘ulus-devlet’ modelini benimsemesi kaçınılmaz bir olgu idi. Anadolu Türklüğü, Lozan Barış Antlaşmasından sonra tescil edilmiş oldu. Yunanistan’la yapılan mübadele anlaşması ile de Anadolu Rumları Yunanistan’a, Yunanistan Müslümanları yurdumuza geldi. Değişime tâbi olmayan diğer azınlık unsurları da, zaman içinde, hükümetlerin ulusçuluk politikaları ile eridi. Yurtta din ve ulus birliği pekiştirildi.

İkinci çeyrek yüzyıl, Türk mimarlığında çok değişim gösteren bir dönemdir. Atatürk Türkiye’sindeki, 1920 – 1930 arası 10 yıllık dönemde, genç Cumhuriyet, sanat konularında yeni arayışlar ve araştırmalar yapmış, bu arada Osmanlı’dan devralınan ulusal mimarlık akımı devam etmiştir. 1930 – 1940 arası 10 yıllık dönemde, Atatürk devrimleri paralelinde yeni mimari oluşumlara açılımlar gerçekleşmiştir. İnönü iktidarındaki 1940 – 1950 arası 10 yıllık dönemde, ulusal mimariye ikinci defa dönüş yaşanmıştır. ‘İkinci Ulusal Mimarlık Dönemi’ olarak nitelenen bu son dönem, bazılarınca biraz istihza kokan bir deyimle ‘Taş Devri’ olarak anılır.

Cumhuriyetin ilk yıllarında, Osmanlı’dan devralınan ulusal mimari, ulus-devlet politikasına da uygun olarak devam etti. Ulusçu Osmanlı mimarları yeni başkent Ankara’nın imarında görev aldılar. Mimar Kemalettin, Ankara Demiryolları Genel Müdürlük binası, Gazi Terbiye Enstitüsü (Gazi Üniversitesinin nüvesi), Evkaf Apartmanlarını; mimar Vedat Tek, 2. TBMM (Cumhuriyet Müzesi), Ankara Palas (Devlet Konukevi) gibi yapıları inşa ettiler. Bu yapılar, her iki mimarın da evvelce İstanbul’da inşa ettikleri yapılarla aynı özellikleri taşır. Simetri, bu yapılarda da önemini korumuş; sütun, sivri kemer, kubbe gibi yapı elemanları gereksin veya gerekmesin, bol bol kullanılmıştır.

Sanayi-i Nefîse Mektebi’nden yetişen ikinci kuşak mimarlardan Arif Hikmet Koyunoğlu (1890–1982), Ankara Türk Ocağı (sonra Halkevi, bu gün Resim ve Heykel Müzesi), Etnoğrafya Müzesi, Hariciye Vekâleti (şimdi başka bir bakanlık) binalarını gerçekleştirmiştir. Arif Hikmet Bey’in mimari stili, Kemalettin ve Vedat Beylerden ayrı özellikler gösterir. Binaların stili, ulusçu neoklâsik akımı devam ettirmekle beraber mimar, işlevi olmayan yapı elemanlarını olabildiğince kullanmamıştır. Etnoğrafya Müzesi ana hol üzerindeki büyük kubbe, iç mekânın gerektirdiği, işlevi olan bir mimari elemandır. Türk Ocağı’ndaki tiyatro salonunda olsun, diğer müze ve yönetim yapılarında olsun, gösterdiği akılcı (rational) ve işlevci (functional) çabalar, bu gün de takdirle karşılanmalıdır. Cephelerde mermer kaplama kullanarak beyaz renkli, aydınlık yüzlü binalar oluşturmuş bir mimardır.

Ankara’nın yeni binaları, sermaye birikiminin olmadığı bir ortamda, devletin dar bütçe olanakları ile iki elin parmakları kadar sayıda gerçekleşebilmiştir. Buna rağmen, geniş holleri, mermer sütunlu giriş portikleri, taş veya mermer cephe kaplamaları ile hiç de ekonomik endişeler taşımayan yapılardır. Büyük fedakârlıklarla gerçekleştirilebilen bu yapılarla sanatı teşvik eden devlet yönetimini takdirle anmak gerekir.

Ancak, Osmanlı rejimine son veren, devrimlerle eski düzeni değiştiren Cumhuriyet rejiminde, Osmanlı’yı çağrıştıran mimari stil ve elemanları içeren yapılara devam edilmesi adeta ‘eşyanın tabiatına aykırı’ bir durumdu. Zaten Atatürk’ün arzusu da yeni başkent Ankara’yı bir Batı kenti yapmaktı. Ancak yurtta mevcut bir avuç mimar kadrosu, Batının yeni mimari akımlarına ve yeni mimari eğitim metotlarına göre yetişmemişti. Onun için, Osmanlı’da fazla önemsenmeyen, doğru dürüst binası bile bulunmayan Sanayi-i Nefîse Mektebi, 1926’da Fındıklı’daki Cemile Sultan sahil sarayına yerleştirildi ve ‘Güzel Sanatlar Akademisi’ adını aldı. ‘Akademi’ gibi, Batıda ancak bilim ve fen meclislerine verilen iddialı bir isim, ilk defa bu okula verilmiş oluyordu. O zamana kadar Rönesans ve klâsik Osmanlı mimarileri üzerine eğitim veren okulda Osmanlı mimarisi derslerine son verildi. Okula yabancı mimar hocalar atanarak Batıdaki modern mimari oluşumların Türkiye’ye gelmesine olanak sağlandı.

Evvelki yazılarımda, dünyadaki son yüzyılın mimari akımlarını anlatırken ilk defa 1908’de Avusturyalı mimar Adolf Loos’un klâsik mimari ve süslemeler karşıtı görüşlerine değinmiştim. Bunu takiben, Almanya’da Walter Gropius ve Mies van der Roche’nin 1919’da kurduğu ve 1926’da geliştirdiği Bauhaus Mimarlık Okulu’nun, yine 1919’da Fransa’da Le Corbusier’nin ve diğer değerli mimarların başlattıkları modern mimari akımlarını anlatmıştım.

Atatürk, her konuda olduğu gibi mimarlık sanatının da nerelerden nerelere geldiğinin farkında idi. Ancak Batı mimarlık kültürü ile yetişecek Türk mimarlarının piyasaya çıkması ve değerlerini ispatlayabilmesi zamana bağlı idi. Bu nedenlerle Türkiye, yabancı mimarların çalışmalarına muhtaçtı. 1926–1930 yıllarında yapılan araştırmalar ve dış temaslarla, sivil mimaride Avrupa’yı etkisine almış kübik mimari, resmî mimaride modern ve kübik mimaride ciddiyet arayan ‘Viyana Ekolü’ mimari bünyemize uygun bulundu.

Bir Batı kenti yaratmanın ön şartı, binaları inşa etmeden evvel yapılması gerekli olan kent planlarının ortaya çıkması idi. Mimarlık yapıtlarının bu yeni kent dokusu ile bütünleşmesi gerekirdi. (Bu lâzime, günümüz Türkiye’sinde bile hâlâ anlaşılabilmiş değildir.)

Bu nedenle, daha 1924’de Heussler ve 1927’de Lörchler Ankara için bazı mevzii imar planları yapmışlarsa da tatmin edici sonuçlara ulaşılamamıştır. Atatürk, başkent oluşumu ile yeni işlevler kazanan Ankara’nın bu gibi mevzii planlarla gelişemeyeceğini anlamış, bu nedenle 1927’de şehircilik yarışması açılmış, 1928’de ‘Ankara Şehri İmar Müdürlüğü’ kurulmuş, bu müdürlüğe arsa üretiminde ve mimari politikalarda geniş yetkiler tanınmıştır.

1930 tarihli Belediyeler Kanunu, Yapı ve Yollar Kanunu, Şehir Hıfzıssıhha Kanunu, bu yolda atılan önemli adımlardır.

1927’de açılan Ankara İmar Planı uluslararası yarışmasında birinciliği kazanan Hermann Jansen (1869–1947), aynı yıl Ankara’ya davet edildi ve 1928–1932 arasında yaptığı çalışmalarla imar planlarını gerçekleştirdi. Atatürk, çalışmalarla yakından ilgilendi; mimara Ankara’nın geleceğini anlattı. Jansen ile Atatürk arasında geçen bir konuşmadan bahsedilir. Mimar, yaptığı planların rant çıkarları ile değiştirilebileceğinden endişeli imiş. Atatürk’e mealen: ‘Siz savaş meydanlarının muzaffer kumandanısınız, ama şunu bilmelisiniz ki kent planlarını sağlıklı olarak uygulayabilmek, çevreden gelebilecek çeşitli etkenleri ve menfaat gruplarını göğüslemek, savaş meydanlarında kazanılan zaferler kadar zor bir iştir’ demiş. Atatürk’ün ne cevap verdiğini bilmiyorum. Ama sözün doğruluğu, bu günün Türkiye’sinde de ispatlanmıyor mu?

Jansen, yaptığı etütlere göre, kentin başkent olmadan öte hiçbir ekonomik ve sınai özelliğinin bulunmadığını, devlet yapıları ve hizmet sektörü dışında başka bir gelişme olamayacağını düşünerek, Ankara Kalesi ve etrafındaki mevcut yerleşim ile kenti tren istasyonuna ve Çankırı yoluna bağlayan çatakta Ulus Meydanı’nı oluşturdu. Ulus Meydanı ile Çankaya arasına çizdiği omurga yol (Atatürk Bulvarı) aksı etrafına, Yenişehir’e konutları, daha yukarıya Bakanlıkları, Kavaklıdere’ye diplomatik bölgeleri yerleştirdi. Kent yerleşimini 30 bin nüfusa göre planladı. Zaten mevcut nüfus 20 bine ulaşmıştı. Atatürk planlara itiraz etti ve kenti 10 kat fazlası ile 300 bin nüfusa göre planlattı. Ankara, zaman içinde, resmî ve bürokratik yapıları ile beraber, bahçeli evleri, sergievi, konservatuar, üniversite, tiyatro, operası ve akasya ağaçlı caddeleri ile o zamanın Bükreş’i gibi şirin bir Balkan kenti oldu. (Bu günün mekanik ve ruhsuz mega kentini o zamanlar hiç kimse düşünemezdi.)

Anadolu’nun il merkezleri de yeni imar planları ile Ankara’yı taklit ettiler. Hükümet konağı ve belediyenin çevrelediği Atatürk anıtlı Cumhuriyet meydanları, cetvelle çizilmiş düz doğrultuda, granit parke kaplı bulvar veya istasyon caddeleri, caddenin iki yanına dizilmiş ve top şeklinde budanmış akasya ağaçları, adliye, orduevi, şehir kulübü, lise, kız enstitüsü binaları, vali konağı ve kübik eşraf villaları ile ‘yenişehir’ mahalleleri ortaya çıktı.

İstanbul’a gelince: Cumhuriyetin ilk dönemlerinde, Tevfik Fikret’in deyişi ile ‘Bin kocadan arta kalmış bîve-i bâkir’ (bozulmamış dul) İstanbul, eski günlerini yaşamaya devam ediyor, önemli bir imar faaliyeti görülmüyordu. Ancak 1936’da Fransız şehirci Henri Prost (1874–1959) davet ediliyor, böylece İstanbul’da da planlı imar dönemi başlatılıyordu.

Atatürk dönemi mimarlık hareketlerine ve yapılarına, bundan sonraki yazı ile devam edeceğim.
Yayın Tarihi : 6 Nisan 2007 Cuma 12:05:37


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?