22
Mayıs
2024
Çarşamba
ANASAYFA

Son Yüzyılın Türk Mimarlık Sanatına Genel Bir Bakış (X)


5 makalede son yüzyılın mimarisini, 9 makalede yine son yüzyılın Türk mimarisini genel hatları ile özetlemeye çalıştım. Bu makalelerin bilimsel bir iddiası olmayıp, evvelce de söylediğim gibi mimarlık sanatına ilgi uyandırmak ve gençleri mesleğe teşvik etmek amacını güden yazılar. Bu serinin son yazısında genel değerlendirmeler yapacak, bazı meslek sorunlarını dile getirmeye çalışacağım.

Her şeyden evvel iyi bir mimari projenin iyi bir kent veya arazi planlaması içinde yerini alması, yapılacak yapının, yerleştiği çevrenin sosyal ve ekonomik şartlarına uyumlu, yapıyı kullanacak insanların ihtiyaçlarına cevap verir nitelikte olması yanında, estetik duygulara da kapılarını açması gerekiyor. Çünkü insanın mutluluğu güzel çevreler ve güzel yaşam şartları ile doğru orantılıdır. Mimarlıkta çevreye uyum çok önemlidir. Örneğin bir kırın ortasına klasik bir koltuk takımı yerleştiremezsiniz. İstanbul’un Cerrahpaşa semtinde halkın ‘Bulgur Palas’ ismini taktığı bir bina vardır. 1. Dünya Savaşı’nda orduya bulgur satan bir vurguncu, kazandığı aşırı para ile mütevazi baba evinin yerine yüksek bir bina dikmiş. Gerek ölçüleri, gerekse sosyal görgüsüzlüğü ile çevreye uyum sağlamayan bina, halkın alay konusu olmuş, mal sahipleri her halde içinde huzurla oturamamışlardır.

Kentlerimizde göçlerle yaşanan anormal nüfus artışları sonucu, eski kentlilerin yaşam biçimleri ile genelde varoşlarda konuşlanan yeni kentlilerin yaşam biçimleri ve dünya görüşleri arasında önemli farklar oluştu. Farklı yaşam biçimlerinin getirdiği çelişkiler yanında, motorlu taşıt trafiği, hava kirliliği, alt yapı tesisleri, içinden kolay çıkılamayacak problemler yaratmış, kentlerin orijinal mimari karakteri değişimlere uğramış, bu değişim görüntü kirlilikleri ve çirkinlikler yaratmıştır.

Bizim bir özelliğimiz de çevremize duyarlı olmamaktır. Evlerimizin içi, halılar, koltuk ve yemek takımları ile, kristal avizelerle pırıl pırıl ve tertemizdir. Ama sokağımızın bakımsızlığından, çöplerin birikmesinden, yolların pisletilmesinden rahatsız olmayız. Halıları alt kattaki komşunun üzerine silkeler, arabamızdaki izmaritleri sokağa boşaltırız. Üst düzey ve kültürlü oldukları düşünülen Boğaziçi yalılarında oturan bazıları dahi çöplerini denize atmaktan vazgeçemezler. Eve girerken ayakkabı çıkarma âdeti, her halde bu nedenlerden olsa gerek.

Diğer bir husus, yapıtlarımızın kıymetini bilmememizdir. Yurdumuz eski eser açısından epeyi zengindir. Bu topraklarda hükümran olmuş üç imparatorluk ve antik çağ uygarlıkları, önemli ve değerli yapıtlar bırakmışlardır. Define arayıcılarının altın uğruna dinamitle patlattıkları antik mezarlara, çöplük halinde bıraktığımız, kaderine terk ettiğimiz ve de imar uğruna yıktığımız eski eserlere rağmen, hâlâ daha sayısız mimari ve tarihî değeri olan kalıtlara sahibiz. Atalarımızdan kalan sivil mimari örneği konutlarımızı ise, köhne, virane diye niteler, yıkıp yerine yeni beton yapılar yapmayı marifet sayarız. Bina yıkımı bizim ezelî hastalığımızdır. Sanat kültürü olmayan politikacılar, kişisel görüşleri ile çirkin buldukları Cumhuriyet mimarimizin önemli yapıtlarını, örneğin Taksim’deki AKM’yi uzmanlara danışmaya lüzum görmeden yıkmak ister, bundan Neron gibi vahşi zevk duyarlar.

Batı kentlerinde eski eserler ve eski evler, periyodik bakımlarla, yüz yıllardır ayakta duruyor. İngiltere’de damlarda TV anteni göremezsiniz. Yine İngiltere ve İskoçya’da eski yerleşimlerin karakterinin bozulmamasını sağlayan yasalar vardır. Yine Batıda, belirli semtlerdeki eski evler aslına sadık kalınarak restore edilmiş, buralarda antikacı dükkânları, butikler, kafe, birahane ve restoranlar turizmin hizmetine verilmiştir. Bizde de bu işlem, Beyoğlu, Balat, Süleymaniye, Zeyrek gibi semtlerde uygulanmaya başlandı. Ancak bu evleri işgal eden lümpenleri boşaltma olanağı bulunsa bile, artık elit aileleri bu semtlere getiremezsiniz. Avrupa örneğinde olduğu gibi, bu yerleri turizm ve ticaret bölgeleri yapmak galiba en doğrusu olacak.

Son yıllarda bireylerden yerel yönetimlere kadar herkesi ve her kuruluşu, arsanın imar durumundaki şartların üzerinde çıkar sağlamak, yapılacak binadan azami rant elde etmek çabası sarmıştır. İmar durumunda verilen kapasiteyi sonuna kadar kullanmak, birileri ile anlaşabildiğinde veya fırsat bulduğunda fazlasını yaparak elde edilecek rantı yükseltmek hırsı içindeyiz. Bu çabalar, yasa dışılıkları yanında çevre ahengini ve binanın mimari oranlarını bozmakta ama kenti çirkinleştiren, mimari kaliteyi düşüren bu nevi zorlamalar hiç kimsenin umurunda olmamaktadır.

Bütün bu çirkinliklere ‘Dur’ diyecek makam Mimarlar Odası olmalıdır. Oda, meslek dışı sayılabilecek uğraşıları ile beraber yurttaki mimari olumsuzluklara karşı davalar açmakta, ancak kamuoyu önüne çözüm önerileri getirmedikleri veya önerilerini basına yeterli oranda yansıtamadıkları için eleştirilmektedir. Mimarlar Odası’nın kuruluşundan bu yana oluşturduğu birikimlere rağmen, toplumda mimarlık sanatına ilgi yaratamadığını ve de toplumda bir meslek otoritesi olarak kabul görmediğini itiraf etmek gerekir. Son çalışmaları olan ‘mimarlık politikası’ oluşturma girişimlerini, yakılan bir umut ışığı olarak algılıyoruz.

Bu arada son yüzyılın Türk mimarisi serüvenini tekrar hatırlayalım:

1. Ulusal Mimarlık akımında, ecdat yadigârı klasik Osmanlı yapıtlarının, özellikle 16. yüzyıl selâtin camilerindeki sütun, sütun başlığı, kemer, kubbe gibi mimari elemanların, modern yaşamın gerektirdiği iş hanı, okul, konut, vapur iskelesi gibi yapılarda kullanıldığını anlatmıştım. Aslında bu mimari elemanlar, yapıldıkları dönemin inşai şartları gereği olarak yapıtlarda yerlerini almış elemanlardır. Ayrıca, birçok kimsenin inandığı gibi kemer ve kubbe, sadece Osmanlı–Türk mimarisine ait elemanlar değildir. Bu elemanlar, Roma’da da, Bizans’da da, Gotik’de de vardır. Sadece tam, basık, sepet kulpu, sivri kemer gibi dizayn farkları ile birbirinden ayrılırlar. Sivri kemerin dizaynının Arab’ı, Osmanlı’sı, Gotik’i arasında nüans farkları vardır. Kemer ve kubbe bu değişik nüans farkları ile bir çok ulusun mimari simgesi olabilmiştir. Ama yeni bir yapıda kemer, kubbe kullanıldı diye o bina Osmanlı-Türk olmamakta, ayrıca bu günün malzeme ve teknolojisi ile yapılan bu inşaatlar, eskinin taklidinden ileriye gidememektedir.

Ulusal mimari konusunda Sedat Hakkı Eldem’in açtığı çığır çok önemlidir. Mimar, kemer, kubbe gibi harcı âlem mimari elemanlara iltifat etmemiş, bu günün sivil Türk mimarisini, geçmişin sivil mimari yapıtlarından örnek alarak, ama onları çağımız teknolojisine göre yorumlayarak başarılı malikâne ve yalılar yapmıştır. Ancak, bu mimarlığını üst düzey müşterilere uygulamış olması, alt ve orta gelir grubu için yaptığı herhangi bir çalışmasına rastlamamış olmamızı belirtmek gerekir.

Mimar Sinan, dünyanın en büyük mimarlarından biridir. Bu gün de Sinan’dan öğreneceğimiz çok şeyler vardır. Sinan yapıtlarındaki ruh, orantılarındaki ahenk, bu günün modern yapıtlarına örnek oluşturmalıdır. Yoksa onun kemer, kubbe, revaklarını, şadırvanlarını kopya etmek şekilcilikten öte hiçbir şey ifade etmemektedir. Ulusal mimarimizi şekilde değil, ruhta aramamız gerekir. Bu gün dünyada tanınan İngiliz ‘pub’ı, Fransız ‘cafe’si, Alman birahanesi, Yunan meyhanesi ayrı özellikleri ile ayırd edilebiliyor. Türk ‘arasta’sı da özellikleri olan özgün bir mimari idi. Ama biz birçok Anadolu kentine karakter kazandıran bu çarşıları ilkel bulup yıktık. Sultanahmet Cami Arastası bu gün de var ama o selâtin cami arastası. Ahşap kepenkli, alaturka kiremitli tipik esnaf arastalarını, imardan nasiplerini almadıkları için talihli saydığım Beypazarı, Nallıhan gibi birkaç yerde görebiliyoruz.

Dış dünyadaki yeni yapılar, uluslararası modern mimari stilde yapıldıkları halde, dikkatli bir göz, İspanyol, İngiliz, İtalyan, Alman, İsviçre yapılarını ayırt edebiliyor. Binalar, küçük nüans farkları ile bulunduğu ülkeyi ve ulusu anlatabiliyor. Biz bunu niçin başaramıyoruz? Çünkü geçmiş mimarlık yapıtlarına özlem duyuyoruz ama çağdaş mimariyi anlamakta zorlanıyoruz. Günümüzdeki çağdaş inşaat yöntemleri ve yapı malzemeleri, mimarları eskiye oranla daha özgür kılmakta, hayallerini canlandırmaya daha fazla olanak vermektedir. O zaman biz niçin çağdaş olmayalım? Burada önemli olan, çevre koşullarını ve toplumun ulusal kültür ruhunu çağdaş binaya yansıtabilmektir. Ama bunu başarabilmek kolay değil. Tekrar ediyorum; bizler mimari ve kültür birikimimizin bilimsel tahlilini yapmamış ve Türk ulusal mimarisi deyince hep şekilde kalmışız.

Keza, bu günün iktidarı, yeni yapılan hükümet konakları, kaymakamlıklar ve okullarda bu Selçuk olsun, bu Osmanlı olsun diye bazı mimarlara basit şekillerden ileriye gitmeyen yetersiz projeler çizdiriyor. Size bir anımı anlatayım: Dönemin Kültür Bakanı, hem de bilimsel çalışmaları olan saygıdeğer bir bakanı beni çağırdı. ‘‘Yaptığınız okullar bir şeye benzemiyor; şunları Osmanlı yapsanıza’’ dedi. Ben, o günlerin politikası gereği olarak, olabildiğince fazla derslik yapabilmek amacı ile en basit ve de en ucuzu tercih ettiğimizi, ama ‘bir şeye benzemiyor’ yargısında epeyi haklılık payının olduğunu, bu şartlarda mimari iddiası olmayan bu tip projelere Osmanlı – Türk damgasını vurmanın güçlüğünden bahsettim. Bunun üzerine kalemi eline aldı ve pencerelerin üzerine birer kemer çizdi; ‘‘İşte oldu’’ dedi. Böylesine değerli bir adam bile mimariyi hafife alıyordu. Ben, bunun olmayacağını anlatıncaya kadar da bana ayırdığı vakit doldu. Çünkü randevularında çok dakikti. Sonuçta biz aynı projelere devam ettik. Eğer bakanın dediğini yapsa idik, bu gün bazı bağışçıların yaptırdığı sıra sıra kemer pencereli Kuran kursları ve imam-hatip binalarının gülünç durumuna düşerdik.

Mimarlık eğitiminin, İtalya, Fransa gibi ülkelerde rönesans geleneği ile resim, modelaj gibi güzel sanatlar eğitimi üzerine, Almanya’da yapı strüktürü mühendisliği üzerine bina edilmesi şeklinde iki ayrı metotla yapıldığından bahsetmiştim. Yurdumuzda GSA’da ilk şık, İTÜ’de ikinci şık metot benimsenmişti. Mühendislik üzerine bina edilen metotla, teknik elemanın nadir bulunduğu, hattâ bulunmadığı Anadolu kentlerinde bir mimarın mühendislik hizmetleri de görebilecek şekilde yetişmesi sağlanıyordu. Nitekim bizler mezun olduğumuz zaman bir binanın statik hesaplarını rahatça yapabilirdik. Sınıf arkadaşım Orhan Kayabek bir Doğu ilinde çelik tren köprüsü bile yapmıştı. ODTÜ’nün açılması ile projelerde tartışma sonucu doğrunun bulunması gündeme geldi. Artık, mimarlık okullarında mühendislik eğitimi verilmeden temel dizayn ve mimari projenin dayanağı olan mimari kavram (concept) ve mimarlık felsefesi üzerinde duruluyor. Ancak Batıda bu sistemden verim alınabilmesi için 7 yıllık eğitim gerekiyor. Yani, pratisyen tıp eğitiminden bile fazla bir süre. Bizde ise epey zamandır bu süre 4 yıla indirilmiş durumda.

Son yıllarda mimarlık, Batı ülkelerinde olduğu gibi ayrı uzmanlık dallarına ayrıldı. Şehircilik, iç mimarlık, endüstri ürünleri tasarımı ayrı meslekler haline geldi.

Eğitim metodu ne olursa olsun, bir öğrenci okuldan dört başı mamur mimar olarak çıkmaz. Zaten üniversite eğitiminin amacı öğrenciye konuları motomot belletmek değildir. Üniversite, insana araştırma metodunun anahtarlarını verir. Gerisi öğrenciye kalmış bir şeydir. İyi mimar olur veya olmaz. Bu vesile ile bir anımı anlatayım: Fakültede Prof. Tulû Baytın’a bir soru yöneltmiştik: ‘’Hocam, teknik okul ile teknik üniversite arasında ne fark vardır?’’, ‘’Çocuklar, yüksek okul sarı çizmeli Mehmet Ağanın çizmesinin sarı olduğunu öğretir; üniversite sarı çizmeli Mehmet Ağanın niçin sarı çizme giydiğini araştırır’’ demişti.

Artık 1930’larda 150, 1980’lerde 5 bin olan mimar sayısı, bu gün 40 bini buldu. Mimarlık mezunu gençler, liberal sistemin zalim çarkları arasında ezile ezile çeşitli okullardan aldıkları formasyona ve de kendi yeteneklerine göre bir yola giriyorlar. Mimarlar arasında akademisyenler, tasarımcı-yarışmacılar, şehirciler, devlet memurları, şantiyeci-uygulamacılar, şirket yöneticileri ve müteahhitler, rölöveci-restoratörler, dekoratörler, malzeme imalatçıları, keşif-kesin hesapçılar, detaycılar, perspektif-maketçiler, dergici-fotoğrafçı-reklâmcılar, emlâkçiler ve de politikacılar var.

Mimari proje, yapıyı oluşturan ana öğedir. Ancak proje çizmekle mimarın işi bitmiyor. Yurdumuzda, Batı ülkelerindeki gibi projeyi doğru uygulayacak olan, usta ile mimar – mühendis arasındaki teknik elemanlar çok az. Zayıf okullardan mezun olanlar ara eleman boşluğunu dolduruyorlar. Teknik lise ve tekniker okulları mezunları ise beyaz yakalı olmayı tercih ediyorlar. Onun içindir ki yapının istenilen niteliklere kavuşması için sarf edilecek çaba, yine proje mimarına düşüyor.

Bütün bu olumsuzlukların yanında, son yıllarda değerli genç mimarlarımız yetişti. Bunlar, ilkelerinden ödün vermeyen, başarılı ve saygın meslektaşlarımız. Şuna inanıyorum ki, Türkiye’de iyi yetişmiş, kültürlü insanlar çoğaldıkça, mimarlık sanatı da ilerleyecektir. Çünkü nitelikli binayı, mimarla birlikte nitelikli mal sahibi yapar.
Yayın Tarihi : 31 Mayıs 2007 Perşembe 14:43:22


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?
Yorumlarınız
akıl IP: 88.242.167.xxx Tarih : 30.10.2008 20:14:47

çok bilgili konuşuyorsunuz fakat bu dediklerinizi en çok kimde hangi iş adamında görüyorsunuz?