29
Mayıs
2024
Çarşamba
ANASAYFA

Taksim Cumhuriyet Anıtı


Taksim Cumhuriyet Anıtı hakkında çok yazılar yazıldı; çok şeyler söylendi. Ama ben, fazla sözü edilmeyen konulara girmek ve de anıtın inşa girişimi ve inşa evresine başka bir yönden bakmak istiyorum.

Anıt, genişleyen Taksim Meydanı ortasında eski mimari orantılarını kaybetse de İstanbul’umuzun, özellikle de Cumhuriyetimizin simgesi olmaya devam etmektedir. Taşradan gelenlerin foto-şipşakçılara çektirdikleri resimlerin fonunda bu anıt vardır ve de her İstanbullunun aile albümünde bu anıtın önünde çekilmiş bir iki fotoğrafı bulunur. Geçen yıl, 40 yıldan fazla zamandır İsveç’te çalışan mimar arkadaşımız Gökçetin Kanra’nın yurt hasreti ile geldiği İstanbul’da, yurt sevgisini ifade edebilmek adına Taksim Cumhuriyet Anıtı’na çelenk bıraktığına tanık olduk. Bu çelenk, kanımca rical-i devletin bayramlarda koyduğu çelenklerden daha anlamlı idi.

Taksim Cumhuriyet Anıtı


Anıtın yapım girişimi 1925’te başladı; 8 Ağustos 1928’de 30 bin İstanbullunun iştiraki ile TBMM Başkanı Kâzım Özalp tarafından açıldı. İstanbullu, bu törene yaptığı büyük iştirakle kendi yaptığı anıtı açma mutluluğuna eriyordu.

Yine, Atatürk’ün Samsun’a gitmek üzere Bandırma vapuruna bindiği yer olan Sarayburnu’ndaki Atatürk heykeli yapımı da 1925’te Avusturyalı heykeltıraş Heinrinck Krippel’e ısmarlanmış, 3 Ekim 1926’da açılışı yapılmıştı. Bu heykel, o güne kadar olan dini anlayışın dışında, Türkiye’nin ilk ‘figüratif’ heykeli idi. Bu olayı bir devrim olarak nitelemek yanlış olmaz. Taksim Cumhuriyet Anıtı girişiminde ve heykel tasarımında bu öncü figüratif heykelin yol göstermesinin bir rolü var mıdır, bilmiyorum.

Anıtı anlatmadan evvel, anıtın yapıldığı yılların genç Türkiye Cumhuriyeti’nde, İstanbul ve İstanbul halkının kesitine bir göz atmakta yarar görüyorum. Millî mücadele ve Kurtuluş Savaşı döneminde, Osmanlı hükümetinin olsun, İstanbul basınının olsun TBMM Hükümetine cephe alması, genç Cumhuriyet üzerinde ister istemez bir İstanbul alerjisi yaratmıştı. Bu bir. İkincisi, İstanbul kozmopolit bir kentti. Lozan Barış Antlaşmasından sonra Türkiye - Yunanistan arasında yapılan halkların mübadelesi (değiş-tokuşu) hükümlerine göre İstanbul’un Ortodoks Rumları değişim dışında kalmışlardı. Yine Lozan’da kararlaştırıldığı üzere, Rum, Ermeni ve Yahudi cemaat, azınlık statüsüne tâbî olup dil, din, eğitim özgürlükleri sağlanmıştı. Ancak özellikle Rum ve Musevî vatandaşlarımızın yoğun ticarî ve sınai faaliyetleri ve de ekonomik gücümüzün önemli bir kısmının bu vatandaşlarımızın elinde bulunması, ‘ulus-devlet’i rahatsız ediyordu. (Ekonomik gücün Müslüman Türklerin eline geçmesi amacı ile daha sonraki zaman içinde azınlıklar üzerinde yapılan legal veya Varlık Vergisi, 6-7 Eylül olayları gibi illegal baskı ve yüz karası eylemlerle gerçekleştirilen eritme politikası konumuz dışında kalıyor.)

Cumhuriyet dönemine kadar Türklük değil, Osmanlılık önemli idi. Milliyetçilik akımları bazı son Osmanlı edip ve düşünürleri ile gündeme gelmiş, İttihat-Terakki Fırkası iktidarı ile de uygulama alanı bulmuştu. Osmanlılık kisvesi altındaki Hıristiyan cemaatte de milliyetçi duygular içinde cadı kazanları kaynatılmış, sonuç her iki taraf için de büyük kayıplara neden olmuştu. Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nda milletvekili Buşo Efendi’nin ‘’Ben Osmanlı Bankası kadar Osmanlıyım’’ sözü o dönem basınında çok yankılanmıştı. Çok uluslu Osmanlı’da o zamana kadar Türk sözcüğü gündeme gelmez, ancak Avrupa basınında ve yabancı tarih-coğrafya atlaslarında ‘Turc’ ismine rastlanırdı. Osmanlı’nın parçalanması sırasında Balkanlar’da ve Ortadoğu’da revaç bulan milliyetçilik akımları paralelinde biz de Türk adına sahip çıktık, sonuçta ‘ulus-devlet’imizi kurduk. ‘Ne mutlu Türküm diyene’, ‘Bir Türk dünyaya bedeldir’, ‘Türkün Türkten başka dostu yoktur’ gibi sloganlar bu politikanın doğal sonuçları idi. 1923 – 30 yılları arasındaki yeni ulus-devlet rejimini benimseme dönemlerinde, İstanbul dışındaki illerde Rum kalmamıştı. Ama bazı bölgelerde yaşayan Museviler, yerel halkın baskısı ile yurtlarını terk etmek zorunluluğunda kalıyorlar, ya dış ülkelere, ya da İstanbul’a göç ediyorlardı. Örneğin, Kırklareli yangını ve Çanakkale olayları bu şekilde gerçekleşti. O dönemde Çanakkale’yi ziyaret eden Atatürk’e Çanakkaleli bir Musevi’nin ‘’Gazi Paşa, bizi buradan kovuyorlar’’ feryadına Atatürk: ‘’Vatandaşım beni istemezse beni de kovar’’ yanıtını veriyordu.

İşte böyle bir ortamda İstanbul’un ve İstanbullunun Cumhuriyet’e bağlılığını bir şekilde göstermesi gerekiyordu. İşleri tıkırında giden ve çoğunlukla Beyoğlu - İstiklal Caddesi, Karaköy - Bankalar Caddesi ve çevresindeki iş merkezlerinde çalışan Musevî ve İsevî vatandaşlar tedirgindi. Bu zenginler, yanlarına Türk iş adamlarını da alarak mevcut statülerini korumak ve yeni rejime sahip çıkmak adına Taksim’e Kurtuluş Savaşı’nı ve Cumhuriyet’i simgeleyen bir anıt yapmak üzere bağış kampanyası açtılar. Bu kampanya, basının da teşviki ile tüm İstanbulluları sardı. Teşebbüsü, devlet de teşvik etti. İstanbul milletvekili Hakkı Şinasi Paşa başkanlığında kurulan komisyon, makbuz bastırdı ve halktan bağış topladı. Bu arada meydan ve çevre düzenlemesi için de belediye bütçesinden harcama yapıldı.

Kuru çeşme ve havuz. 


O zamanın Taksim’i meydan falan değildi. Taksim, ismini Bentler’den gelen suları semtlere taksim eden (bölüştüren) maksem tesislerinden almıştı. 1925 – 26 yılları İstanbul’unu gösteren Pervititch haritalarından gördüğümüz kadarı ile Taksim; İstiklal Caddesi - Surp Agop (Elmadağ) – Pangaltı – Şişli yolu ile Sıraserviler – Gümüşsuyu yollarının kavşağı bir dört yol ağzı durumunda idi. Bir de 1940’ta yıktırılan Topçu Kışlası vardı. (Pervititch, bir sigorta şirketi tarafından yaptırılan İstanbul haritalarını tersim eden topoğraftır. Şirketten Allah razı olsun; yoksa o dönem İstanbul’unu bilmeyecektik.) Dikilen anıt sayesinde Taksim kavşağı meydan hüviyetine kavuştu. Çevre düzenlemesi ve anıt kaidesi İtalyan mimar Guilio Mongeri tarafından yapıldı. Meydan düzenlemesi daire formunda idi. Anıt bu dairenin merkezinde yer aldı. (Sonradan meydanın genişletilmesi ile daire formu sadece anıtın çevresinde kaldı. Çevre binaların da yıkılması ile anıt hacmi, çevre mekânı ile uyumlu oranlarını kaybetti. Cim karnında bir nokta gibi kaldı.)

Mongeri anıtın kaidesini adeta bir bina gibi düşündü. Altında heykelleri barındıran ve dört cephesinde sivri kemerler bulunan bir anıt inşa etti. Bu sivri kemerlerle oryantalist ve geleneksel Türk mimarisine gönderme yapmış oluyordu. Kaidenin iki yan cephesine birer havuz ve çeşme yaptı ise de buradan hiçbir zaman su akmadı. İnşaatta pembe renkli Suza ve yeşil renkli Trantino İtalyan menşeli mermerler kullandı. Ancak zaman içinde, mermer yüzeylerinde oyuntular ve yer yer dökülmeler gözlemleniyor. Yani mimar, malzeme seçiminde başarılı olamamış.

Gelelim heykellere: Anıt yaptırma komisyonu, İtalyan heykeltıraş Pietro Canonica ile temas ederek heykeli 16 bin beş yüz Sterlin bedelle ısmarladı. Heykeltıraş Hâdi Bara ve Sabiha Bengütaş, hocanın asistanı oldular. Şair ve edip Sunay Akın’ın bir konferansından öğrendiğime göre bu bedel heykeltıraşa taksitler halinde ödenmiş; ancak son taksit ödenmemiş veya ödenememiş. Heykelleri incelediğimiz zaman, temanın komisyon ve halk iradesi ile belirlenmediği, konu üzerinde devletin müdahil olduğu, hatta anıtta yer alanlar dolayısıyla kesinkes Atatürk’ün arzu ve iradesinin temayı tamamladığını anlıyoruz.

Dört cepheli kaidenin kuzey yüzünde Kurtuluş Savaşı, güney yüzünde Cumhuriyet Türkiyesi canlandırılmıştır. İki yan cephede sancağı dalgalandıran Türk askeri vardır.

Kurtuluş Savaşı’nı canlandıran cephede, başında kalpağı ile savaş giysili askeri üniforması içinde Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın Kocatepe’deki pozu canlandırılmıştır. Yanında piyadesi ile, süvarisi ile, topçusu ile kahraman askerleri yer alıyor. Bir de savaşın lojistik destekçisi fedakâr Türk kadını yere bağdaş kurmuş savaşı izliyor.

Gazi Mustafa Kemal  Paşa Kocatepe'de


Cumhuriyet Türkiyesini canlandıran cephede, ortada modern sivil giysiler içinde Reisicumhur Gazi Mustafa Kemal, sağ yanında yine sivil giysili Lozan kahramanı İsmet (İnönü) Paşa, sol yanında askerî üniforma içinde Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Reisi Müşir Fevzi (Çakmak) Paşa ve onun arkasında yüzünü seçemediğim ve literatürde ismine rastlamadığım (Fahrettin Altay Paşa olabilir) bir paşa daha. Arka planda kadın - erkek, köylü – kentli, asker – memur – işçi - çiftçi Türk milletinden 8 figür yer alıyor. Peki, Atatürk’ün hemen sağ ve sol omuz başlarındaki beyler kim ola ki? Bu beylerin birisi meşhur Sovyet Rusya mareşali (belki o zaman mareşal değildi, sonra 2. Dünya Savaşı kahramanlarından oldu) Kliment Yefremoviç Voroşilov, diğeri yine Sovyet Rusya generali Mihail Vasilyeviç Frunze’dir.

Cumhuriyet'in kurucuları ve Milli Mücadele destekçileri. Gazi Paşa, İsmet Paşa, Müşir Fevzi Paşa, Voroşilov, Frunze ve Türk milleti.


Voroşilov, Ankara’da askeri danışmanlık yapmış, Sovyet hükümeti ile yaptığı temaslarla TBMM Hükümeti’ne büyük yardımlar sağlamıştır. Frunze, 20 Aralık 1920’de TBMM kürsüsünden Sovyet halkları adına yaptığı konuşma ile Sakarya zaferini kutlamıştır. Atatürk, Kurtuluş Savaşımızda bizi ilk tanıyan, bize yardım ellerini uzatan, Doğu Anadolu’daki Çarlık Rusyası işgalini kaldıran, Gümrü anlaşması ile Ermenistan sınırını çizen, TBMM Hükümetine altın, para ve silah gönderen Sovyet Rusya’ya, Lenin Hükümeti’ne bir vefa borcu olarak bu generallere anıtta yer vermiştir. Stalin döneminde Sovyet Rusya ile ilişkilerimizin bozulması ile bu generaller yıllarca kamuoyundan saklanmış, unutturulmuş, isimleri okul kitaplarından çıkarılmıştır. İzmir’de bir caddeye Ata’nın arzusu ile ismi verilen Voroşilov Caddesi, sonradan Plevne Bulvarı’na çevrilmiş, ama bu toz – duman içinde heykellere dokunulmamıştır. (Heykellere giydirilen giysilerin ilik ve düğmelerinin ters olduğuna bir terzi dikkat etmiş. Nedenini öğrenemedim.)

Doğu cephesi madalyonu: Örtülü Osmanlı kızı


İki yan cephede bulunan askerimizin üzerindeki kemer aynasında bronz efiji - madalyonlar vardır. Bu madalyonlara hangimiz başını kaldırıp da bakmışızdır acaba? Ben de yeni dikkat ettim. Doğu cephesindeki madalyonda başı örtülü Cumhuriyet öncesi Türk kadını portresi, batı cephesindeki madalyonda uzun saçlarını omuzlarına dökmüş, başı bandanalı Cumhuriyet sonrası Türk kadını portresi canlandırılmaktadır.

Batı Cephesi Saçları açık Cumhuriyet kızı


Bu madalyonların zamanımıza ne derece uyum sağladığını takdirlerinize bırakıyorum. Bir de kente göçmüş köylü vatandaşlarımızın, geleneklerini terk edemeyen ikinci ve üçüncü kuşak genç kızları bu madalyonlara ne derler, bilemem.

Yayın Tarihi : 16 Haziran 2008 Pazartesi 11:25:07


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?
Yorumlarınız
GÜRDAL ÖZÇAKIR IP: 85.104.134.xxx Tarih : 27.06.2008 16:28:56

SAYIN YILMAZ ERGÜVENÇ BEY SİZİN SAYENİZDE BU GİZLİ KALMIŞ KAHRAMANIMIZ NAZMİ AKPINAR BEYİN TORUNU DR.NAZMİ AKPINAR BEYE ULAŞTIM.SİZE MÜTEŞEKKİRİM ÇALIŞMALARINIZDA BAŞARILAR DİLERİM...


Yılmaz Ergüvenç IP: 78.173.201.xxx Tarih : 22.06.2008 07:03:14

Sayın Gürdal Özçakır, hocam ilginize çok teşekkür ederim. Dr. Nazmi Akpınar Kadıköy'de bir özel hastanede iç hastalıkları uzmanıdır. Çok değerli bir doktordur. Cep telefonu 0532-2217591 dir.


GÜRDAL ÖZÇAKIR IP: 88.254.105.xxx Tarih : 21.06.2008 18:27:42

Sayın Yılmaz Ergüvenç çanakkale geçilmez yazınızı zevkle okudum.Benim merak ettiğim konu Çanakkale kahramanı Nazmi AKPINAR beyin sonraki hizmetleridir.Kdz.Ereğli liman reisliğide yaparak Alemdar Gemisinin milli mücadeleye katılmasına destek veren ömrü denizlerde geçen bu kıymetini bilemediğimiz değerli zatın torununun kadıköyde doktorluk yapan Nazmi AKPINAR bey olduğunu belirtmişsiniz acaba ona nasıl ulaşabilirim kdz.Ereğlideki faaliyetleri amasra ve inebolu liman reislikleri ile ilgili belki bilgi edinebilirim diye düşünüyorum merakla cevabınızı bekliyorum...Tarih öğretmeni GÜRDAL ÖZÇAKIR