15 Ocak 08 Salı akşamı, Kenthaber’in And Otel’de bir toplantısı vardı. Bu toplantıda; Remzi Erbaş, Erdem Yücel, Teoman Törün, Hüseyin Başçetinçelik, Demirhan Akyüz, Volkan Özsoy ile bendeniz bulunuyorduk.
Sultanahmet’te Özel İdare binası yanındaki sokakta bulunan And Otel’in üst teras katındaki bar ve restoran, sizlere muhteşem bir manzara sunar. Bir yanda Sultanahmet ve Ayasofya Camileri, devamında Boğaziçi panoraması ile karşılaşır, özellikle ışıklandırılmış Ayasofya’yı yanı başınızda hissedersiniz. Böylesine büyüleyici bir ortamda, böylesine aydın kişilerle yapılan sohbetin, Bizans ve Osmanlı eserleri ile eski eserleri koruyucu makam olması gereken ‘Kültür ve Tabiat Varlıkları Koruma Kurulları’ üzerinde yoğunlaşmasından daha doğal ne olabilirdi ki?
Çevre, dünya kültür mirasının en önemli eserlerini barındıran bir zenginlik arz ediyor. Acaba bizler, bu zenginliğin değerini biliyor, onları koruyabiliyor, kültür dünyasına gerektiği gibi tanıtabiliyor muyduk? Önümüzde uzanan Bizans’ın ‘Hippodrom’unda araba yarışlarına, maviler ve yeşiller arasındaki rekabete; Osmanlı’nın ‘Atmeydanı’nda padişahın cülus alaylarına, neredeyse 40 gün 40 gece süren şehzade sünnet şenliklerine, hanım sultan düğünlerine sahne olmuş; zamanımızda Ramazan aylarında kurulan tahta barakalarda lâhmacunların yendiği rezilliklere dûçar olmuş koskoca bir tarih vardı.
Hipodrom’un Marmara Denizi’ne açılan yuvarlak cephesinde, arazi meyli dolayısıyla çok katlı yapılıp parkurda tesviyeye getirilmiş ‘sphendon’, sol yanda ‘Lausos’ ve ‘Antiohos’ sarayları ve ‘Aya Euphemia’ kilisesi, sağ yanda ve Ayasofya’nın güney-doğu yönünde ‘Daphne’, ‘Kathisma’, ‘Khrysotriklinos’ sarayları, ‘Skholai’ muhafız binaları ve Çatladıkapı’daki ‘Boukaleon’ sarayına kadar uzanan ‘Büyük Saray’ kompleksinin, büyük kısmı toprak altında bulunan kalıntıları yatıyordu. IV. yüzyıldan XI. yüzyıla kadar, imparatorlara hizmet vermiş büyük saray, yıllar yılı yapılan eklentilerden oluşmuş bir kompleksti. Ancak bu mâmûre, XIII. yüzyıldaki Latin istilâsı sırasında harap edilmiş, Osmanlı 1453’te fethettiği Kostantinopolis’te saray yerine sadece bir ‘enkaz devralmıştı’.(Bize bu tabiri kazandıran Ecevit’in ruhu şâd olsun)
Osmanlı döneminde bu harâbe bir süre boş kalmış, daha sonraki dönemlerde, özellikle XVI. yüzyılda Mihrimah Sultan Hamamı, İbrahim Paşa Sarayı ve de XVII. yüzyılda Sultanahmet Camii, Medrese, Arasta gibi eserlerle imar edilmiştir. Bu eserler, Bizans’ın büyük saray kalıntılarının üzerlerine yapılmışlardır. Bunu, o dönemin mimari anlayışı açısından normal görmek lâzımdır. Yakın zamana kadar arkeolojik değerleri koruma kültürü sade bizde değil, dünyada yoktu. Anıtsal bir yapının inşasında, eski dönem anıtlarındaki sütun, sütun başlığı, söğe, lento, döşeme elemanları sökülerek kullanılabilir, eski temeller üzerinde yeni yapılar yükselebilirdi.
Osmanlı Kostantiniye’sinde Bizans’ın önemli eserleri olan birçok büyük kilise, ‘fetih hakkı’ olarak camiye çevrilmiş, böylece bu eserler yıkım ve harâbiyetten kurtulmuş, zamanımıza kadar gelebilmişlerdir. Ayasofya, Zeyrek, Kariye, Kalenderhane ve diğer camiler bu şekilde ayakta kalabilmişlerdir. Cemaati olan kilise ve sinagoglara ise dokunulmamıştır.
Yakın zamana kadar arkeolojik değerlere önem verilmediğini yukarıda söylemiştim. Değerbilirlik, Avrupa’da bile XIX. yüzyılda başlamış, bizler ancak 100 yıl sonra kısmen de olsa arkeolojik değerlerin bilincine varabilmişizdir. Onun için Berlin’deki Bergama Altarının, British Museum’daki Bodrum Mozolesinin ve diğerlerinin dışarıya kaçırılmış olmasına şükrediyorum. Kalsalardı, bu gün ne durumda olacaklardı acaba?
Bu nedenlerle son yıllara kadar, arkeolojik değerler sağa sola serpilmiş taş bloklar olarak mütalâa edilmiş, XX. yüzyılın başlarında bile, Osmanlı’nın son dönemlerinde, arkeolojik değerler üzerine Marmara Üniversitesi (eski Yüksek Ticaret Okulu), Tapu – Kadastro binası, Alman Çeşmesi, Darülfünun (sonra Meclis-i Mebusan, daha sonra Adliye oldu ve yandı) ve de yazı konumuzu ilgilendiren Sultanahmet Cezaevi yapılmış, Cumhuriyet döneminde de yine aynı arkeolojik değerler üzerine Adliye Sarayı gibi büyük yapıların yapılmasında beis görülmemiştir.
Osmanlı Meclis-i Mebusanı’ndan Ankara’ya intikal eden eski İttihat–Terakki’li Rıza Nur, TBMM Hükümeti dönemindeki Maarif Vekilliği sırasında, Reis Mustafa Kemal’in haberi olmaksızın, belki de Yunan işgalinin verdiği kin içinde Bizans-Roma eserlerini ve azınlık kiliselerini dinamitletmiştir.
1940’larda, çocukluğumda, babamın hakimlik yaptığı Afyonkarahisar’da arkadaşlarla gittiğimiz çevresi muntazam duvarlarla çevrili, içinde kaydırak, tahtıravalli, salıncaklar bulunan ağaçlık bir çocuk parkı vardı. Ancak bu parkın yerleşim bölgelerinden epey uzakta, kırın ortasında yapılmış olmasına çocuk aklımla bile şaşardım. Çok sonraları bir şeyin farkına vardım. Yerli halk bu parka ‘gâvur sini’ diyordu. Bunları milliyetçilik akımlarının bilinçsiz tezahürü olarak kabul edelim ve geçelim.
Cumhuriyet dönemi İstanbul’unda yapılan Henri Prost’un imar planı çerçevesinde Haliç’in iki yakası da sanayi bölgesi oldu. Zaten plan öncesinde Defterdar’da Feshane fabrikası, Silâhtarağa’da elektrik santralı yapılmıştı. O zamanın ulaşım olanakları içinde bu tercih normal geliyordu. Çünkü ham madde girişleri, mamul madde çıkışları denizyolu ile kolayca sağlanabiliyordu. İşte bu bölgede kurulan fabrika ve imalâthaneler ve de bunların yan sanayi atölyeler, birçok Ceneviz, Bizans yapıları, Osmanlı medrese, tekke ve hamamları içinde çalışma olanağı buldular; eski eserleri yeni işlevlerine göre yıkım ve tadile uğrattılar.
Galiba ana konuyu dağıttık. Gelelim Sultanahmet Cezaevi’ne. Cezaevi, yine Bizans’ın büyük saray kalıntıları üzerinde, 1918-19 yıllarında inşa edilmiştir. Bu yakın dönemde bile sanat kültürünün ne kadar başıboş olduğunu bize gösteren delil, yapının mimarının kim olduğunun önemsenmemesi ve de bu konuda hiçbir kaydın bulunmamasıdır. Bu günün mimarlık tarihçileri, binanın ‘1. Ulusal Mimarlık Dönemi’ne has üslûbuna bakarak mimar Vedat (Tek) Beyin yapıtı olabileceğini beyan ediyorlar. Yalnız şu husus önemli: Canım, alt tarafı bir hapishane, mahkûmu muhafaza etsin, kaçmasını önlesin yeter anlayışı dışında, mimari olgunluğa, güzel detaylara, itinalı işçilik ve çini kaplamalara sahip önemli bir bina gerçekleştirilmiştir.
Bina, yapımından itibaren 1970’e kadar cezaevi işlevini yerine getirmiş, büyük şairimiz Nazım Hikmet’i de bir süre barındırmıştır. 12 Eylül 1980’den sonra siyasi tutukluları hapsetmek üzere onarım ve tadilat görmüştür. Bu dönemde resmî görevim icabı olarak, mecburen onarım ve tadilat işleri ile ben meşgul oldum. Gece, projektörlerle yapıma devam ederek üç vardiya halinde çalışmaları sürdürüp sıkıyönetim komutanı Necdet Üruğ Paşa’ya işin safahatı hakkında her hafta tekmil verirdim. Onarım ve tadilât bitirildikten sonra çevresinde kuş uçurtulmayan hapishanedeki tutuklular arasında bulunan Prof. Dr. Yalçın Küçük’ü ziyaret etmek isteyen dostum Demirtaş Ceyhun için askerî yönetimden güç belâ izin kopartabildiğimi anımsıyorum.
Binanın yapımından 1970’e kadar, mahpus ozanın elinde sazı ile: ‘’Ahşam olur mapusane kitlenir/ Kimi kâğıt oynar kimi bitlenir/ Kiminin Temyizden evrakı gelir/ Düştüm bi ormana yol belli deel/ Yatarım yatarım gün belli deel’’ türküsünün çınladığı, Nazım’ın kâh resim yaparak, kâh şiir yazarak avunduğu, 12 Eylülden sonra odalardan gelen işkence çığlıklarının aksettiği çıplak duvarlardan, artık otelin süitlerini süsleyen duvar kaplamaları ve tablolardan, marka giyimli kadın ve centilmenlerin eşlik ettiği aşk melodileri işitiliyor.
İşte böyle bir bina, ‘Yüz Karası Müzesi’ yapılması gerekirken, makûs talihinin üzerine bir sünger çekilerek turistik otele dönüştürüldü. Dünya otel zincirlerinin önemli markası ‘Four Seasons’, 1992’de, 49 yıllığına işletme hakkını alarak binayı tadilen lüks bir konaklama tesisi haline getirdi. Otel, dünya çapında ün yaptı. Son zamanlarda el değiştiren mülkün iktidara yakın olduğu söylenen yeni sahibinin, yeni bir atılımla oteli büyütme çabası içine girdiği gözlemleniyor.
Her ticârî kuruluşun sermaye ve malvarlığını geliştirme çabası içinde olmasından daha doğal bir şey olamaz. Varlığı arttırmanın kolay yollarından biri de arsa veya arazilerin imar durumlarının değiştirilmesi ile elde edilen rant çıkarlarıdır. Kapitalist dünyada olağan karşılanan bu çeşit gelişme ve genişlemeler, son yıllarda İstanbul’u finans merkezi yapmaya azmetmiş olan iktidar politikası ile de örtüşüyor. Ama madalyonun bir de diğer yüzü var. İstanbul, 2010’da ‘Avrupa’nın Kültür Başkenti’ olacak. Finans çevrelerinin, otelin önemli bir arkeolojik alan üzerindeki genişleme çabaları, kültür çevrelerinin ‘dünya mirası’ kavramı ile çelişiyor. Kültür birikimimiz, arkeolojik değeri olan arsaları da rant ekonomisi içine almakta beis görmüyor.
Bu gibi olumsuzluklara karşı koyarak dünya mirasını koruyacak makam, başta Kültür ve Turizm Bakanlığı olmak üzere Kültür ve Tabiat Varlıkları Koruma Kurulları ile belediyelerdir. Koruma kurullarının gelmişini, geçmişini ‘kenhaber.com’da yayınlanan Erdem Yücel’in inceleme yazısından öğreneceksiniz. Ben burada kısa bir özet yapacağım:
İlk koruma kurulu, 1951’de kurulan ‘Gayrimenkul Eski Eserler ve Anıtlar Yüksek Kurulu’dur. Bu kurulun başkan ve üyeleri, zamanın en değerli hoca ve meslek adamlarından seçilmiş olup değişmezlik zırhı içinde idiler. Yani bir üye ölmeden yerine yenisi seçilemiyordu. İşte bu özellikle kurul, Adnan Menderes gibi bir diktatör özentisine bile kafa tutabiliyor, örneğin Beyazıt’taki Simkeşhane’nin yıkımına engel olabiliyordu.
1983’te kurulan ‘Kültür ve Tabiat Varlıkları Koruma Bölge Kurulları’na Kültür ve Turizm Bakanlığı’nca seçilecek uzmanlarla beraber, belediye ve diğer resmî dairelerde çalışan elemanlar da dahil edilmiş, üyelerin değişmezlik zırhları kaldırılmıştır. 12 Eylül yönetiminin başının altından çıkan bu yasa ile hükümetçe benimsenen kararlara itiraz eden akademik kariyer sahibi üyeler değiştirilebiliyor, dairelerden hükümetin isteğine uyabilecek kapı kullarını bulmak mümkün olabiliyordu. Bu yasa, sonraki hükümetlerin de işine gelmiş, günümüze kadar devam ede gelmiştir.
Şimdi otel – kurul ilişkilerini özetleyelim: 1955’teki ilk kurul, arkeolojik bölge için SİT kararı almıştı. 2000’deki kurul, otelin yanındaki arkeolojik sahada otel işletmesinin finansmanı ile arkeolojik araştırma yapılmasına, buna karşılık olarak, kalıntılar korunarak arazide çelik direkler üzerinde tek katlı ahşap otel yapılabileceğine karar vermiş. Şimdi burada duralım. Ben bu karara Erdem Yücel’in dediği gibi ‘gaflet’ falan demiyorum. Sezar’ın hakkını Sezar’a verelim. O tarihte iktidarda AKP yoktu. Onun için bu günkü iktidara da fazla yüklenmeyelim. Kanımca bu 2000 yılı kararının içinde, belki mal sahiplerinin sunduğu kazı avantajı, belki Bizans yapıtlarına karşı duyulan en azından lâkaydi, belki bilinçaltımızda uyuyan fetih ruhu, belki de ‘derin devlet’ var.
2006’da Atilla Koç’un Kültür ve Turizm Bakanlığı döneminde yapılan planla bölge ‘Arkeolojik Park, Turizm ve Kültür Alanı’ işlevi kazanmış, böylece alanda turizme yönelik inşaat yapma olanağı doğmuştur. Aynı yıl, koruma kurulunca yapılacak inşaat için üçer katlı, ikiz binalı, elli odalı otele cevaz veren karar alınmıştır. Bu ek binanın arazi sınırları, Topkapı Sarayı’na ait ‘Sur-u Sultanî’ye 5 metre, Mimar Sinan eseri Mihrimah Sultan Hamamı’na 4 metre, Sultan III. Ahmet Çeşmesi’ne 3 metre, Ayasofya’ya 10 metre, Yeşil Ev’e 2 metreye kadar yaklaşabilmekte, yapı adasındaki tüm arkeolojik alanı kapsamaktadır. Otelin tevsii konusunda gelişen bu olaylar, kurul yasasının verdiği tercihli üye olanakları ile gerçekleştirilebilmiştir.
Şu anda İtalya’dan ithal edildiği söylenen çelik profiller, 3 kat boyunca yükselmiş, otel kitlesi ortaya çıkmış. Yani atı alan Üsküdar’ı geçmiş.
Bundan sonra ne yapılabilir? Anladığım kadarı ile ok yaydan çıkmış; konu hukukî sorunlar yumağı haline gelmiş. Yeni Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay, bakanlık uzmanları, ilgili, kuruluşlar, otelin yeni sahibi ile UNESCO’dan istenecek bir gözlemci önünde toplantı yapacakmış. Demek ki iş pazarlığa kalıyor. Çelik konstrüksiyonu sökmek, betonarme inşaattaki kadar zor değildir. Malzeme fazla fire vermez, moloz da oluşmaz. Yapılanlar yerinde kalırsa, hiçbir uygar ülkede görülmemiş bir rezalet olacaktır. Ben ne Roma’da, ne Atina’da, ne Kudüs’te arkeolojik alanı ayakları altına almış otel görmedim.
Prof. Dr. İlber Ortaylı bu konuda en doğru sözü söylemiş: "Sultanahmet katlediliyor. Tarihin sermayeye peşkeş çekildiğini görüyoruz. Otelin genişlemesinde kamusal yarar yok." Demiş. Anlayana……