Son yıllarda bir moda aldı yürüdü.
Ne zaman, insancıl yanları egosunun önünde giden birinden söz etmek gerekse Adam gibi adam diye başlıyoruz söze.
Bence bunun nedeni; etrafımızdaki insan dostlarının süratle azalması. Kendisi kadar başkalarını düşünen, insanlık görevlerini tüm çıkarlarının üstünde tutanların gittikçe yok olması.
Bu sayfalarda hayatının kısaltılmış bir öyküsünü anlatmaya çalışacağım insan, adam gibi adamın çok fazla olduğu bir dönemde yaşamış, adam gibi adamlara pir olmuş biri.
Dediğim gibi, sizlere onun yaşamının kısa bir özetini vereceğim.
Bilmeyenler, adını duymamışlar için bir ön bilgi olsun diye.
Yalnız; bu konudaki ilk yazımı öykülerinden birkaçına ayırmak, onlarla süslemek istiyorum.
Yaşadığı sayısız olaydan, bize kadar gelen öykülerden birkaçıyla
O güzel insanı okurken sevgiye açın gönlünüzü.
Bırakın bir yolunu bulup geliversin sizinle.
Bunun için herhangi bir dine bağlı olmanız da gerekmez.
Sevgiyi içinize sığdırmanız yeter de artar bile
Yıllar önce şehiriçi ulaşım faytonlarla sağlanırdı.
Genelde bir ya da iki atın çektiği fenerli, süslü, üstü açılıp kapanabilen faytonlar
İşte o faytonlardan biri; sıcak bir yaz günü, gün ortasında bir Edirne evinin önünde durur. İçinde bir subay vardır, bir kara albayı. Dikkatle arabadan iner ve hemen önündeki kapının ziline uzanır.
Kapıyı açana sorar Burası Ruşen Görgün Beyin evi mi?
Evet, ev aradığı kişinindir, Karstan geldiğini söyler. İçeri buyur edilir.
Ev sahiplerinin meraklı gözlerine bakarak başlar söze. Karstan geldiğimi söylemiştim. Orada görevliyim. Beni oldukça rahatsız eden bir rüya gördüm. Hem de üç gece üst üste. Her seferinde aynı kişi, Kabrimi su bastı. Rahatsız oluyorum. Tamir ettir.` diyordu rüyamda. Adını sordum. Ben Edirneli Hasan Sezâyîyim. Beni sor, orada herkes bilir.` dedi.
İnsan aynı rüyayı üç gece üst üste görür mü?
Görürse neler oluyor demeden durur mu?
Ben de duramadım tabii, izin aldığım gibi koştum, geldim Edirneye. Önce sağa sola sordum. Baktım gerçekten böyle birisi var. Üstelik soyu da hâlâ Edirnede. Sağolsunlar, arabacıya anlatıp size ulaşmama yardımcı oldular.
Ev halkı duyduklarından heyecana kapılır. Gerekli izinleri alıp birlikte koşarlar mezara. Bir de bakarlar ki içi su içinde
Gerisini Necati Seçkin üstadımız tamamlıyor.
Diyor ki; Bu gerçek olay; erenlerin maddede ölü, manada diri olduklarının en güzel örneklerinden biri olarak gönüllerden gönüllere, nesillerden nesillere anlatılıp gidecektir.
Anlatılan, yirminci yüz yıla yansıyan öykülerden yalnız biri.
Ya yaşadığı devirde olanlar...
Konumu bugünkü valiye denk bir devlet görevlisinin aklına dergâhları sınamak gelir. Adamlarından ikisini huzuruna çağırır. Onlara iki kese altın uzatıp Bunları Köprüce başındaki dergâha götürüp paşamızın selâmlarıyla diyerek Enis Dedeye verin der.
Görevliler gider, Enis Dedeye durumu anlatırlar.
Enis Dedenin karşılığı;
Kendisine selâm söyleyin. Biz sıkıntı içinde olduğumuzda sahip olduğumuz şeylere bakar, ne kadar çok şeyimiz olduğunu görerek Allaha şükrederiz. Siz bunu gerçek ihtiyaç sahiplerine verin. Bu beni çok mutlu eder. şeklindedir.
Adamlar dönüp paşanın konağına varırlar. Huzura çıkıp söylenenleri tekrarlarlar. Paşa durur mu? Sınamayı kafasına koymuş bir kere.
Enis Dede kabul etmediyse Hasan Sezâyîye götürün. der.
O sırada Hasan Sezâyînin dergâhı ana baba günü.
Edirne esnafı dergâhtan alacağını tahsile gelmiş.
Hasan Sezâyî gayet sakin. Bir de üstüne esnafa;
Efendiler buyrun, gelin, içerde oturun, paranız birazdan gelecek. demez mi?
Dergâhta o an bulunan dostlarla müridlerin hepsi üzgün, sıkıntılı
Az sonra rezil olacaklar, umutlar yok olmuş bir kere. Nereden bulacak ki, gerçekten bulabilse düşünceleri geçiyor içlerinden.
Derken iki adam görünür kapıda. Onlar görünür görünmez, Hasan Sezâyî seslenir. Nerede kaldınız evlatlar, bizi beklettiniz. Şunları verin de alacaklıların hesabını görelim.
Dergâhdaki şaşkınlığı düşünebiliyor musunuz?
Tabii öykü burada bitmiyor. Gerisi bu devrin insanına yani bizlere ibret olacak cinsten.
Paşa, olayların sırrına vakıf olabilmek için önce Enis Dedeye gidiyor.
Söylediklerinin özeti Sen almadın, o aldı. şeklindedir. Cevapsa müthiş. Enis Dede der ki Hasan Sezâyî öyle bir ummandır ki ufacık bir leş parçası onu kirletemez, onun büyüklüğü içinde erir, yok olur."
Burada da bitmez öykü. Paşa bu kez Hasan Sezâyîye uğrar. Benzer soru ona yönelmiştir şimdi. Sen aldın. O almadı. Neden?
Cevap kafamıza dağları yıkacak kadar güçlü.
O, öyle yükseklerde uçan bir zümrüdüanka kuşudur ki, böyle leşlere tenezzül edip konmaz.
Şu insan sevgisine, şu karalamadan yüceltmeye, şu alçakgönüllülüğe bakın.
Evliya olmak böyle bir şeymiş demek.
Anlayana tabii
Yine günlerden bir gün, Edirnenin o meşhur kiraz bağlarına içmeye gider gençler. İçlerinden biri testilere en güzel şarabı seçerek doldurmuş fıçılardan. Keyifler kekâ bu yüzden.
Yolda Hasan Sezâyîye rastlarlar. İçlerinden en bıçkını takılır hafiften. Gözün ilişti ama içinde şerbet var. İstersen sen de gel, birlikte içelim
Cevap gecikmez.
Her kuş kendi sürüsünde uçar evlat. Sizler gençsiniz. Şerbetinizi güle güle içip eğlenin.
Gençler yutturdular ya! Çok mutlular. Neşeyle girerler bağın içine. Kurarlar çilingir sofrasını. Bardaklar elden ele gelir sakiye. Ondan da elden ele sahiplerine. İlk çeken bağırır.
Çocuklar bu şarap değil, yanlış almışız.
Hepsi tadar. Gerçekten öyle. Diğer testilere el atılır. Değişen bir şey yok. Mis gibi şerbet testilerdeki.
Başlar patırtı Sen yanlış yaptın. diye.
Sonunda durumu yerinde incelemeye giderler.
Dönerler tartışarak Edirneye.
Bir bakarlar ki fıçıların tamamı şarap.
Şerbet adına bir şey yok etrafta
Özellikle söylemedim. Tekrar tekrar olmasın diye. Müridlerinin sayısı her öyküyle biraz daha kabarmış. Ne paşa kalmış bu işin dışında, ne esnaf. Bizim bıçkınlara gelince onlar en başta.
Öyküler burada bitmiyor. Aslında bir geyik boynuzu öyküsü var ki, belki de en can alıcılarından biri. Hani, bir gün türbesine gittiğinizde içinde göreceğiniz, o çatallı geyik boynuzunun öyküsü.
Onu da Necati Seçkin Üstadımızdan dinleyin.
Belki çok daha güzellerini anlatır size.
Umarım iz bırakır bu öyküler.
Örnek olur herkese