“CUMHURİYET PANTEONU” ile “DÜNYA BARIŞ PARKI ve KARDEŞLİK ANITI”
Tarihi Yarımada’da kurulmalıdır
Panteon; Grek kökenli (Pan: Hepsi; Theos:Tanrı) bir sözcük.
Günümüzde, üç ayrı anlamda kullanılıyor.
Birincisi; Antik Yunan ve Roma’lıların en büyük tapınaklarına verdikleri ad.
İkincisi; eski çağlarda, özellikle Antik Yunan ve Roma döneminde varolduğu
zannedilen “tanrılar”ın tümünü kapsayan bir kavram.
Üçüncüsü; ülkeleri için büyük yararlıklar göstermiş olan kişilerin anılarının
sonsuzluğa kavuşturulduğu, Ulusal Anıt-mekan.
Biz, sözcüğün çağdaş anlamı ve içeriği ile (3. tanım) ilgileniyoruz.
Bu bağlamda, Cumhuriyet dönemi içinde, ülkemiz ve parçası olduğumuz Dünya Halkları’na kültürel, sosyal, sanatsal ve bilimsel alanlarda önemli katkılarda bulunmuş seçkin kişiliklerimiz için; anılarını yaşatmak, kuşaktan kuşağa aktarılmalarını sağlamak ve “Ulusal vefa” kavramının toplumsal bir simge olarak sergilenmesi ; henüz gerçekleştirilemeyen bir eksikliğin artık giderilmesi zamanının geldiğine inanıyoruz.
Türkiye Cumhuriyeti ve Türkiye, gerçekten demokratik ve köklü bir ülke ise; uygar ulusların “Onur mekanı” olarak tanımlanan bir Anıt-mekan’a sahip olmak zorundadır.
Osmanlı İmparatorluğu’nun bir Panteonu bulunmaktadır.
Nerede mi? Ünlü Divanyolu Caddesi üzerinde bulunan II. Mahmut Türbesi ve türbenin bahçesini ziyaret ederseniz, göreceksiniz.. Osmanlı, orada, kendi Panteon’unu oluşturmuş ve gelecek kuşaklara bir emanet bırakmıştır.
Neden mi? Çünkü, “Tarihi Yarımada”, binlerce yıldan bu yana, üç büyük imparatorluğu kucaklamış (Roma-Bizans-Osmanlı) Dünya Kenti İstanbul’un hakiki candamarı olarak tarihsel bir geleneğin mekanıdır da ondan. Ve Bizler, Mustafa Kemal ATATÜRK’ün kurmuş olduğu Cumhuriyet’in kuşakları olarak, henüz bu “Tarihsel bilinç” ve “Toplumsal vefa” duygusuna erişememenin ezikliğini taşıyoruz.
Yaşadığımız mekanları, “Kadirbilmez hoyrat kiracı” anlayışıyla talan ettik günümüze kadar.. O mekanlar üzerinde bulunan nice tarihi değer ve doku gerektiği ölçüde korunamadı.
Roma ve İstanbul’un karşılaştırmasını yaparsak, bu acı gerçek, Osmanlı tokatı gibi hepimizin yüzünde patlayacaktır. Roma, yaşayan “hakiki” bir açık hava müzesi; İstanbul ise, göreceli olarak, bir açık hava “Tarih işportası” konumundadır.
Türkiye’nin katman katman bir “Uygarlıklar beşiği” olduğunu; bizlerin, bu “Manevi hazine”nin yaşayan emanetçileri addedilmesi gerektiğini, daha yeni yeni kavramaya başladık.
Bu topraklarda, uygarlıkların binlerce yıldır birliktelik içinde; tek tanrılı üç semavi dinin de aynı mekanlarda, bazı dönemler dışında, yüzyıllardır barış içinde yaşadığını; bu olguların, bizler için, dünya kamuoyu önünde saygınlık uyandıran tarihsel birikimler olduğunu da; daha yeni yeni anlamaya ve idrak etmeye başladık.
Huntington ve Fukuyama gibi “Yeni yetmeler”ce savunulan ve dünya halklarını birbirine kırdırmayı kurgulayan “Uygarlıklar çatışması” ya da “Tarihin sonu” gibi emperyalist tezlere inat;
Bizler ve bizim gibi düşünen bütün insanlar adına,
Yaşadığımız toprakların onurlu anıları, birikimleri adına,
Türkiye Cumhuriyeti ve yurttaşları olarak,
Tarihi Yarımada’mız sınırları içinde, tarihe ve insanlığa karşı “Kadirbilir ev sahibi” anlayışıyla hareket ederek;
Ülkemiz’e ve İstanbul’a, Dünya Kamuoyu önünde saygınlık kazandıracak bu iki projeyi hayata geçirmeliyiz.
Bu önerilerimizi, Merkezi İdare ve Yerel Yönetimimiz ile kamuoyumuza duyuruyoruz.
Unutmayalım, Turizm demek, bir anlamda saygınlık ve tarihi dokunun yerinde satın alınması; başka bir deyişle, “Sıfır maliyetli ihracat” demektir.
Gelenler; “mal”ınızı yerinde görerek ödeme yapan “Gönüllü müşteriler”, çevreci bir “Bacasız sanayi” sayılan turizm sektörünün temel unsurunu oluşturan “Dünya insanları”dır..