30
Mayıs
2024
Perşembe
ANASAYFA

Acaba Ben Deli miyim?


İktidarın, zaten kadrolarına aldığı zevatın kişiliklerinden de belli olan rejimle kavgası iyice su yüzüne çıktı. A.K. Partisi hakkında yazılan iddianameye gösterilen ilk şiddetli tepki, ardından “Ergenokon Örgütlenmesi”ne dahil olduğu iddiası ile yaşına, titrine bakılmaksızın, gece yarısı yaka paça yapılan gözaltı ve hapislere yükselen karşı tepkiye mukabil, “nasılmış, kendi kuyruklarına basılınca kopardıkları yaygraya bakın!” tukakası, kandil gecesi içki içiliyor gerekçesi ile Üniversitede yapılan partinin basılması çok endişe verici bir görünüm. Biz, konuyu bu aşamada yargısal denetimin sonuçlarına bırakmakla yetineceğiz. Ancak, ülkenin toplumsal bir histeria’ya sürüklendiği muhakkak. Artık yüreklerimiz tetikde; A.Ü. Tıp Fakültesi Dekan Yardımcısı Prof. Dr. Olcay Tiryaki Aydıntuğ Hanımefendinin, evinde vahşice katlini de duyunca yerimizden hopladık. Politik bir tahrikin olmamasını dileriz.

1960’ların sonlarında, görevli bulunduğum İzmir’de, 9.Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesinden Doçent düzeyinde bir kaç Psikiatri uzmanı öğretim görevlisinin düzenlediği “Akıl ve Ruh Hastalıkları” konusundaki paneline dinleyici olarak katılmıştım. İlk tebliği veren Doçent: “Ruh hastalıklarından söz açabilmek için, öncelikle, ‘sağlıklı ruhu’ tanımlamamız gerekir ki; bu hareket noktasından çıkarak “ruhsal anomalileri”nin neler olduğunu belirleyelim” diye söze başladı ve “sağlıklı ruh hâlini” insanın bulunduğu ortama uyum sağlamasıdır” diye tanımladı; tanımı açıklamak için şöyle bir örnek verdi: “Bir ortaokul dersliğinde, matematik öğretmeni kara tahta’ya altı adet parelel ve düz çizgi çizer. Bunların hepsinin boyu birbirine eşit gibi görünür; ama içlerinden biri ötekilerden bir miktar kısadır. Hoca: “Arkadaşlar; burada birbirine eşit ve paralel altı çizgi çizdim” der. Bütün sınıf bu söze duyarsız kalırken, sadece bir öğrenci: “Hocam, siz eşit olduğunu söylediniz ama, üstten üçüncü diğerlerinden daha kısa” der. Tebliği veren Doçent: “Tüm sınıf öğretmenin ifadesi ile koşullanmışken bir öğrenci tepki koymuştur. İşte bu öğrenci bizim tetkik alanımıza girer” dedi. Bana abartılı gelen bu iddianın, o günlerin kızışan öğrenci hareketlerine karşı yatıştırıcı bir etkiyi hedef alan politik bir yaklaşım olabileceğini düşünmüştüm. Ben elbette psikiyatri uzmanı değilim; ama, sınavını verdiğim “Adlî Tıp” dersinin psikiyatri bölümünde de, merak edip karıştırdığım Kriton Dinçmen’in mufassal “Psikiyatri” kitabında da böyle bir tanıma rastladığımı hatırlamıyordum. Sayısız çeşitleri olan akıl ve ruh hastalıklarının her birinin tanımı kendi doğasına göre yapılıyor. Ruh hastalıkları için genel bir kriter konfüzyon - zihinsel karmaşa”, “mantık, muhakeme zaafı” olarak verilebiliyor.

Bir süre önce, Pakistan’da Benazır Bhutto’nun suikasta kurban gitmesi vesilesi ile Kenthaber sütunlarında yazdığım bir makaleye yorum verenlerden (bize yabancı gelen isminden Pakistanlı olduğunu tahmin ettiğim) bir okuyucu “marazî ruh hâlim”den dem vurmuştu. Bu değerlendirmesinin gerekçesi (kendince) laiklik histerisi içinde inanmadığım hâlde, “Tanrıya talimat vermek haddim değildir; ama, …. tüm aydınlanma şehitlerinin ruhlarının şâd, mekanlarının cennet olacağına inanıyorum” dememmiş. Yukarki andığım Doçent’in ruh sağlığı tanımından yola çıkarsak, gerçekten, hüviyet cüzdanlarının %99’unda “İslâm“ yazılı bir ülkede benim laikliği iltizam etmem bir “histeri” olarak kabul edilebilir. Ne var ki, Devletin rejimi “Laik”dir ve ben de bu yabancı isimli zatın “histeri” kabûl ettiği “Lâik Rejim” içinde her hangi bir şeye inanıp inanmamam hakkında kimseye hesap verecek değilim. Hem inanmayıp hem de bazı dinsel kavramları kullanma çelişkisine takılıyorsa, bence, insanlar, çeşitli inançları da hesaba katarak eklektik bir anlatım yöntemi ile metaforlar da yapabilir. Toplumunun ilerlemesi ve mutluluğu amacında canından olan dürüst, cesur kişilere duyduğu saygı ile onları (şayet varsa) cennet’e ya da yüreklerinde bu kavramla temsil edilebilecek yüksek bir konuma lâyık görebilir. Bir kişinin yüksek manevî değerleri olması için mutlaka bir dinin şematik, formaliter kurallarına inanmaları gerekmez, zannederim. Yoksa dinin ahlâkî özü bir yana bırakılmış, “araçlar” “amaç” haline getirilmiş olur. Ayrıca, nihayetsiz çeşitlilikde inançlar arasında “Ateizm - Tanrı tanımazlık” (ki, bu da “Tanrının olmadığı” dogması ile din sayılıyor) ve “Deizm - Salt Tanrıyı Tanıma” da vardır. İslamda “Müşebbihe” adında Tanrıyı insan şekil ve suretinde kabûl eden düşünce akımı dahi olmuştur. “Agnostisizm-Bilmezcilik” denilen, “bilimsel kuşku” ve “müspet düşünce” yolu ile bilim ve teknikde ilerlemenin yolunu açan tavır da vardır. Toplum yaşamının başlangıcından beri insanlar varlık olgusunu merak edip, bunu açıklama peşine düşmüşlerdir. Çağdaş felsefe, eski yazılarımdan birinde sözünü ettiğim “heykel” örneğini vererek “bir yaradan”ın varlık zorunluluğuna ulaşmaktadır. Ama bu “Yaradan” ile ilişkimizin nasıl olacağını tarife kalkışan inanç sistemlerinin kesreti akıl karıştırıyor. Öte yandan, inanç sistemlerinin, hazret-i Muhammed’in de caiz görmediği “ikrah- korku ve baskı” yolunu iltizam etmeleri tarih boyunca kitlesel facialara, soykırımlara neden olmuş. Tarihden ders alınacağına, tarih sorgulanarak, gruplar halâ birbirlerine düşmanlıkları marazî bir inatla sürdürmektedirler. Delicesine bir düşmanlığın tahrik edeceği bir nükleer saldırı, nihayetsiz evrende mikroskopik boyuttaki Dünyamızı, bu uzlaşmazlıkları ebediyen çözümsüz bırakarak, yok edecektir. İşte, bu uzlaşmazlıkların ortadan kalkması “ortak bir dil”, “ortak bir akıl”a ihtiyaç göstermektedir; bu ortak akıl da “laiklik” dir. Laiklik, insanlığın ulaşabileceği en son kemâl derecesidir. Ulaşmağa vakit kalabilirse…

“Mistik paranoia”, ”din paranoiası”, “xenophobia - öteki düşmanlığı ya da korkusu”, hattâ “délire antisémitique – Yahudi düşmanlığı hezeyanı” gibi ruhsal marazlar psikiatri biliminde yer almıştır. “Délire laicité –laiklik hezeyanı” adındaki ruhsal marazı da, Sayın Mam Amadî, kutsal kitaplardan aldığı yüksek ilim ve fazl’ı ile bu bilimin terminolojisine armağan etmiş bulunuyor.

Bunları kişisel duyarlığımdan, alınganlığımdan yazmıyorum. Ruhsal dengem hakkında belki savunmaya benzer bir karşılık veririm; ama, elbetteki, Sayın Mam Amadî kadar emin olamam. Buna şiddetle tepki gösterirsem o zaman benim aklımdan daha fazla kuşku duyulur. Kaldı ki, herkesde aledderecat ruhsal zafiyet, en azından geçici depresyon olabilir. Salt uygarca bir tartışma açmak istiyorum. Karar okurundur.

Bakın, tarih nasıl sorgulanıyor. Türklerin İslâma ilk girişi çok kanlı olmuştur. Önce, adalet’i ile tanıtılan Hazret-i Ömer Hazar Türklerini zorlamış; büyük kırımlar sonunda aldığı köleleri paralı asker yapmıştır. Ardı arkası kesilmeyen saldırılarda Hazar ülkesi ele geçirilememiş; tam tersine bu halk Araplardan tümüyle soğutulmuştur. Bizans İmparatorunun Hrıstiyanlaştırma tazyiklerine de maruz kalan, fakat tek Tanrı konseptini makûl bulan onurlu Hazar Türkleri gönüllü olarak Musevîliği seçmek durumunda kalmışlar. 685 yılında Emevî Halifeliğine geçen Abdülmelik bin Mervan ömrünü Şiiler ve Haricîleri berteraf etmeye adamış; Irakdaki ayaklanmayı bastırmak için, Hacac bin Yusuf’u olaganüstü yetkilerle Irak Genel Valisi atamıştı. Haccac 20 yıl süren valiliği sırasında 120 bin kişiyi öldürttüğü için “zalim” namı ile anılır. Halife 704 tarihinde de Kuteybe bin Müslim’i Horasan valiliğine getirir. Kuteybe’nin, Haccac’ın denetimi altında, Arap akınlarına var güçleri ile direnen Türk ellerine yaptığı sürekli saldırılar hakkında, İnternette, Google’un “Kuteybe” ve “Muslüman Arapların Türk Katliamları” portalarında (bazıları Tarhan Taygut adı altında) nakledilen bilgiler çok dehşet vericidir. Kur’anın “Ahzab” suresi gerekçe gösterilerek icra edilen mezalim, vahşet, soykırım, malların, varlıkların gasbı, köle edilişlerin öyküsü çok acıklı, insan vicdanını çok yaralıyıcıdır. Diyelim ki, o devirlerde tüm toplumların ayakda kalabilmek için yağma ve katliamdan başka yolları yoktu; artık tarihi geride bırakalım. Ama XXI. Asırda, bu yazılanlara yapılan yorumlara bakınız: “gâvur uydurmaları”, “İslama mesafeli kalınsın diye söylenmiş saçmalıklar”, “İslamla şereflendirmek için her şeyin mübah olduğu”, “İyi ki, atalara bu zorlamayı yapmışlar ki İslamla şereflenmişiz. “Türk unsurunu İslam Milletinden ayırarak kafa tascılık yapmak”, “Zaten Türkler batılda oldukları için güçlü İslam karşısında direnememiş” şeklinde ve daha bir nice tüyler ürpertici düşünce… Ve bu yazıların mehaz gösterildiği Doğan Avcıoğlu, Bahriye Üçok, Server Tanilli, Fuat Bozkurt, Nejat birdoğan, Turan Dursun, Sabri Gündüz’den, İslam tarihindeki katliam ve işkenceleri, sebepsiz Türk düşmanlığını anlatan Turan Dursun’un ve Bahriye Üçok’un, ifade özgürlüğü düşmanı yobazlar tarafından kahpece öldürülmesini, Server Tanillinin kötürüm bırakılmasını da hatırlayın. Tanrıya şükür ki, Tanillinin pırıl pırıl beyni kötürüm kalmamış; gümbür gümbür sesi ile doğru bildiklerini söylemeye devam ediyor.

Bırakın Türk olmayı, insanlığa, savunmasız kadın ve çocuklara karşı yapılan bu vahşete İNSAN vicdanı isyan etmez mi, Sayın Mam Amadî? Bu parlak yorumlar, gücü olanın bugün de emperyalist ve sömürücü emellerine hak verdirme; atalara saygısızlık yapabilme noktasına götürmüyor mu?

Ve, düşüncelerini ne kadar değiştirmişlerdir bilmiyorum, bir zamanlar, “Türklük icadını, Yahudi asıllı Thomsen, din kardeşlerimizle aramıza fesat sokma niyetiyle çıkarmıştır. Yeryüzünde iki millet vardır: ‘İslam Milleti’-‘kâfir milleti. Bu Devlet Gâvur Devlettir. İnsan hakları yoktur, İslam hakları vardır” fikirlerinin yayın araçlarını çıkaranlar bugün bürokraside en azından Genel Müdürlük koltuğuna çöreklenmişlerdir.

Laiklik histerisine neden kapıldığımız, bilmem, anlaşılabiliyor mu? Yugoslavyada yapılan soykırımların anısı henüz taptaze. Aynı ırkdan insanlardan batıya uzananlar, yakınındaki Papalığın etkisi ile “Katolik”, doğuda kalanlar Bizans kilisesi etkisi ile Ortodoks; bir bölümü de Osmanlı zorlaması ile Müslüman olmuş. Osmanlı, elbette Haccac-ı Zalim’in yaptığını yapmamış ama; Hrıstiyan ailelerden çocuk devşirmeler; Hrıstiyan kalanlardan haraç, cizye gibi ekstra vergiler alınması, onlara kamu görevi hakkı verilmemesi gibi baskı araçları ile İslamlaştırma politikasını yürütmüş. Ve, XXI. Asra beş kala, kardeşler arasında bir soykırım histerisi… Yazık günah değil mi? Burada, yukardaki yazıya o irrasyonel yorumları verenlerin zihniyeti bu kez masum Müslüman halkın zararına işlemiş. Eğer, BM. İlkeleri ve NAT0 bombardmanları olmasa idi; oradaki Müslümanların tümüyle kökü kuruyacaktı. İspanyadaki, Katolik Vizigot vahşilerin Endülüs Emevîsi masum Müslüman halkın kökünü kurutmaları gibi… İrrasyonel bir düşünce ile, buna, masum Belh, Beykent, Fergana, Semerkent, Baktriana, Buhara halklarının intikamlarının Emevîlerden alınması yolunda bir takdir-i ilahî mi diyelim.

Aslında, Arapların yapmaya çalıştıkları kültürel ve kavimsel bir asimilasyondu; “Urube” yani Araplaştıma idi. Kafatascılığa hâlâ inanan kaldı mı bilmiyorum; ama temel olarak dil ve kültürel geleneğin ortadan kaldırılması olası değil. Olamamıştır da; maya tutmamıştır. Araplar, “Etrak-ı biidrak – Akılsız, idraksiz Türkler” diyerek Türkleri aşağılamaya kalkmışlar; Türkler de Hazret-i Muhammed’in söylediği ileri sürülen: “Ben evlâd-ı Arapdanım ama evlâd-ı Arap benden değil” yakınışına atfen, sıcak diyarların uyuşuk, haylaz, ahlâk düşkünü, yemede içmede hesabını bilmeyen, temizlenmeye üşenen ümmetine bir disiplin getirerek dinamizmini sağlamaya çalıştığını anlatmak istemişler. Nitekim, fethettikleri yerlerdeki halka hayat ve inanç hakkı tanıyan Türklerin Araplar üzerindeki egemenliği daha uzun sürmüş. Bu yazdıklarım belki diplomatik adaba uymuyor ama; yurt dışında yabancılardan, Arapların: “İslamı Türklerin zûlmü kötü gösterdi” diye aleyhimize propoganda yaptıklarını işitirdim. Türklerin İslamlaştırılma tarihine referansda bulunmağa hak kazanmadım mı? Bugün, El Kaideyi, Talibanı, İran Mollalarını Devlet Rejimi “Laik” olan Türkler mi yönetiyor? Irak sünnîleri ile Şiîleri arasındaki cinnetin tahrikçisi Türkler mi?

Büyük Selçuklu Sultanı Alpaslan ve oğlu Melik Şah’ın vezirliğini yapan (İran asıllı) Nizam-ül Mülk açtığı Nizamiye Medreseleri ile ünlüdür. Bu öğretim kurumlarını, bir göçer olarak duru düşünceli, Oğuz Türklerinin karakter ve doğasına uygun olarak düzenlemiştir. Şafiî mezhebinden olan Nizam-ül Mülk; Şamda medrese açıyor. Şafîi olan öğretim kadrosundan bir müderris, talebe’den bir Hambelîye hakaret ediyor. Bundan iğbirar duyan Hambelî cemaati medreseye saldırıp binayı yıkıyor. Şafiî Hocalar Vezire, Hambelîleri şikâyet ediyorlar. Vezir meseleyi dikkatle tahkik ediyor. Şafiî hocaların haksız tahrikde bulunduğunu tesbit ederek, onlara ihtar ve ikazda bulunuyor. “Biz bu medreseyi “ilim”i araştırma için kurduk. Anlayış farklarının fesad çıkarmasına izin veremeyiz!” diyor. Müfredatın içine “İlm-i Münazara - Uygarca Tartışma Bilimi” koyduruyor. Aklın akılla nasıl kırıp dökmeden muhatap olunacağının aracını, bu vezir, “ortak bir dil” olan “mantık” olarak göstermiş. Ve her birinin ayrı sesin çıkardığı çeşitli mezhep anlayışlarının medresede yer almamasına özen göstermiş; tahsil aşamasında bir “metalanguage-her zihniyet yapısına aktarılalabilecek ortak dil” tesis etmiş. O zamanki, terörist “Haşhaşîler”e varıncaya kadar, sayısız tarikatların, mezheplerin at oynattığı, tedhiş yarattığı, fikir ve inanç karmaşası olan İslâm Alemine giren Türkler “duru pratik düşünce”, “iletişim kolaylığı için ortak akıl” anlayışı geleneği ile güçlü merkezî Devlet kurup İslâm Âlemini derleyip toparlamayı başarabilmişlerdir.

İşte, Atatürk devrimlerinin ürünü “Tevhid-i Tedrisat-Öğrenim Birliği” kanunu ve düzenini ile “ortak akıl” olan laikliğin hikmeti de budur. Körpe beyinler, bilimsel araştırmanın, adım adım doğruları öğrenmenin evrensel araçları ve kendi bireysel aklının kullanılması öğretilmeden, çeşit çeşit inanç sistemlerinden birinin zorunlu olarak endoktrine edilmesi kesinlikle caiz değildir.

Çok ileri yaşdaki, elinde bıçak, tabanca, bomba taşımayan bu garibin laiklik histerisinden mi endişelenmeli; yoksa, halâ Dünyamızı sarmış kitlesel inançlar çatışması çılgınlığından mı; ne dersiniz?


Not: Konu ile ilgili bazı muhatapların muhafazakâr olduklarını göz önüne alarak, arada biraz eski dil kullandım. Okurlarımdan özür dilerim.

Yayın Tarihi : 24 Mart 2008 Pazartesi 16:02:03


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?
Yorumlarınız
corrector IP: 121.216.168.xxx Tarih : 27.03.2008 20:45:32

yazarin bu yazisini okuyabilip te anlayabilene actigi ufuk hemyazarlarinin duzeyinin otesinde. fakat konuyu isleyisini daha mantiksal akis icinde gormeyi isterdim. bu arada "xenophia": "oteki" degil "yabanci" daha dogrusu "etnik" ve hatta "azinliga dair" dusmanliktir ve/veya bu anlamlarda literature gecmistir. yazarin tum soyledikleri dogru veya yanlis olabilir. ama bu yazi soru isaretine sahip -umarim sadece cerbezelere degil- okuyuculara bir cok degisik konseptleri arastirtip sorgulatacaktir.


Mustafa Akça IP: 78.175.157.xxx Tarih : 12.05.2008 22:12:01

Hocam elinize sağlık çok güzel içerikli bir yazı.Yüce Atatürk diyaneti kurarken,sanırım belirttiğiniz felsefi sistemi yerleştirme düşüncesiyle kurmuştu. Ama herşeyi ters yüz ettiğimiz gibi onuda hallettik.Bilhassa gençliğimizin bu düşünce sistemine çok ihtiyacı var. Kendim 60 yaşında olmama rağmen, bazı cümleleri anlayabilmek için tekrar okumak zorunda kaldım. Fikir ve bilgi ışığınıza gençlerin daha çok ihtiyacı var. İyiki hala sizin gibi bilgelerimiz mevcut, saygılarımla.


Gülden Çam IP: 85.105.66.xxx Tarih : 25.03.2008 13:17:23

Kamu alanlarında Türbana özgürlüğü savunan dindar bir çalışanımızla sohbet ederken kendisine, bahsettiği özgürlüğün başka inanç sistemlerini benimsemiş insanlar için de geçerli olması gerektiğini ,örneğin benim de Hıristiyan inacına sahip olabileceğimi ve dini sembollerler kullanabileceğimi söylediğimde bana kesin bir tavırla ''tabiki'' diyerek onay verdi. Kendisini biraz daha zorlamak için , biraz daha açıkça ilerleyip, '' yani ben hakim olsam ve senin bir davana bakarken boynumda kocaman bir haçla mahkemede karşına çıksam ne hissedersin '' diye sorduğumda o zaman %99 müslüman olan bir ülkede boynunda haçla mahkemede ne işin var diye bana bir sınır getiriverdi. Kişiliğini senelerdir tanıdığım ve bir karıncayı bile incitemeyecek karaktere sahip olduğuna yürekden inandığım bu sevgili arkadaşımız Malatya katliamı sırasında katledilenler için '' iyi olmuş ben olsam beterini yapardım '' dediğinde içine düştüğüm şaşkınlığı ve dehşedi kolaylıkta tarif edemem.İşte O zaman , içinde Allah sevgisi barındıran , ''yaradanı yaradandan dolayı sev '' tavisyesini içselleştirmesi beklenen bir mümin kişinin inancını nasıl da bir dini fanatizme dönüştürebildiğini ve bunu önlemenin sadece laiklik bilincinin tam anlamıyla benimsenmesinden geçtiği inacım birkez daha pekişti. Kaleminize sağlık Üstat.


Gökhan IP: 85.107.229.xxx Tarih : 26.03.2008 12:46:55

Sayın Törün,verdiğiniz bilgiler ver örnekler ışığında ,insanlığın tarhini deliliğin tarihi gibi görmek pek yanlış olmaz herhalde.Çünkü sürekli karşısındaki ile bir mücadele halinde olan insan,kendi vicdanı ile olan hesaplaşmasını ertelemiş,ötelemiş, hayatının son kısmına bırakmış,bunu da ibadete yönelerek gidereceğini sanmıştır.En büyük iki yüzlülük,bencillik buradadır ki bu da bir ruhsal rahatszlık olarak görülebilir.Nice felsefe,düşünce adamları, tarih boyunca insanın haytının her safhasında kendini tartması muhakeme etmesi gerektiğini vurgulamışlar ama günümüze baktığımızda bu nasihat ve önerilerin bir işe yaramadığı görülmektedir.Üstelik,yaşamını insanlığın düşünsel gelişimine adayan ,nice bilgin bu uğurda canından bile olmuştur.En büyük örneklerden biri Hallac-ı Mansur dur.Fikir dünyasına bakıldığında bir deist olduğu rahatlıkla düşünülebilir.Tanrı' nın akıl yolu ile bulunabileceğini,insan ve yaratıcısı arasına kimsenin giremeyeceğini söylemeye çalışanlar malesef katledilmişler ve katledilmektedirler.İşte bu kıyımı yapanlar kişisel ruhi bozukluklarını toplumun farklı düşünen kesiminin hatası olarak görmektedirler.Din elden gidiyor,namus kalmadı söylemleri aslında şahsi ruhsal bozukluklarının yansıtılmasından öte değildir. Sayın yorumcu da çok güzel bir örnekle insanlık karşıtı düşünceyi gözler önüne sermiş.


TeomanTörün IP: 85.103.231.xxx Tarih : 28.03.2008 10:51:11

Sayın Corrector'un "correction'una çok teşekkürler ederim. Ben de "xenophobia'yı ilk kez "yabancı düşmanlığı" karşılığı ile öğrenmiştim. Fakat son yıllarda "benden , bizden olmayan" anlamında "öteki" deyimi ile ortaya çıktı. Bu deyimi, benden çok gençlerden öğrendim ve hiç yadırgamadım. Gerçekden, bu deyim "yabancı"dan daha kapsamlı bir anlam taşıyor; ve bence yerine oturuyor. Evet, bizim bildiğimiz "öteki"nin "başkası, bir şeye göre daha uzakda olan" gibi anlamları var. Yunanca olan "ksenos" ve "allodapos" Türkçe "yabancı" anlamında. "Öteki"nin ve "başka"nın Yunanca karşılığı ise "allos" ya da "heteros"... Hepsi dünya dillerine geçmiş olan bu Yunanca sözcüklerin kapsamlarında, kısmen örtüşen anlamlar var; ve başka dillere tam karşılık olarak çevrilemiyor. Bilindiği üzere "allos"dan (Latince "alius")türeme "alien" batı dillerine "yabancı" karşılığı geçti. Bu isimde bir film, Türkçeye, hiç ilgisi olmayan anlamda "yaratık" olarak (konu gereği) çevrildi ve bir itirazla karşılaşmadı. Saygılarımla.