22
Mayıs
2024
Çarşamba
ANASAYFA

Cumhurbaşkanı Seçimi


Siyasal dengeler bakımından tüm yurttaşları çok duyarlı bir aşamaya getiren Cumhurbaşkanlığı seçim süreci gündemi ben fakiri de, naçizane, düşüncelerini sevgili okuyucularıma sunmak için diziye ara verme durumunda bıraktı. Benim genel tavrım ağırlıklı olarak “özeleştiri”dir. Genel siyasal görüş ve eğilim olarak içinde bulunduğum kesimin hata ve eksiklerinin envanterini öncelikle yapmayı daha yararlı bulurum.

Genel seçimler öncesi cumhurbaşkanlığının, eşi tesettürlü bir ademe bırakılmaması için muhalefet koçlar gibi güreşti; bizzat ana muhalefet liderinin ve Kemal Anadol’un mübarezesi başarılı oldu. Bunun üzerine iktidar da, “Cumhurbaşkanlığı seçimi”nin halk oyuna bırakılmasını da içeren Anayasa değişikliklerini yasalaştırdı. Anayasa Mahkemesinden geri dönen itiraz ile de vakit geçirilmiş oldu. İktidarın hukuksuz tasarruflarına karşı bir süzgeç mercii olacak Cumhurbaşkanlığının, balotaja (kademeli elemeye) dayanan farklı seçim sistemi, bence de, Devlet temsilcisini seçmede, doğrudan şeçmen yurttaşlar arasında otomatik bir uzlaşmaya yol açtığı için ulusal istemi daha sancısız ve isabetli bir biçimde gösterecekti. Partilerin önüne çıkan yüksek baraj engeli yüzünden tüm eğilimlerin Parlamentoda temsil edilememesi, böylece Parlamento dışında, ulus genelinde varılabilecek bir uzlaşmanın fesada uğratılması kaygısı bu sistemle yapılan Cumhurbaşkanı seçiminde aşılmış olacaktı. Fakat, ana muhalefeti temsil eden dostlarımız, genel seçimlerde AKP’ye çoğunluk kapısının kapatılacağı gibi bir hayal içinde Parlamenter uzlaşmanın kesin koşul olduğu argümanını o gür sesleri ile haykırdılar. Toplam Ulusal iradenin de doğruyu bulacağına inançsızlıklarını oldukca açık biçimde ifşa etmiş oldular.

Şu anda, Meclisin eski Anayasa’ya göre Cumhurbaşkanı seçemeyeceğini ileri süren kıdemli siyaset adamı Sayın Hüsamettin Cindoruk ile Yargıtay Cumhuriyet Onursal Başsavcısı Sayın Sabih Kanadoğlu arasında ihtilâf çıkmış bulunuyor. Bu görüş uzlaşmazlığında, sevgili dostlarımız, bu koşullarda hangi anlayışı iltizam edecekler? Dakika iki, gol iki; kendi kalemize kendi ayağımızdan yediğimiz gol var… Eyyamcı siyaset arenasındaki “Dün dündür, bugün bugündür” kuralına mı sarılacağız; yoksa, ilkeli olma uğruna, bağrımıza taş basıp Sayın Gül’ü içimize sindirecek miyiz? Parlamento içi sistem, MHP’nin meclisde oylamaya katılma iradesi karşısında, oldukça kısa sürede sonuç verecek. Halk oyuna gitme ise epeyce vadeli olacaksa da kesin bir sonuç verecek. Verecek de; gene velveleler yaratacağa benzeyen Kanadoğlu-Cindoruk muarazasının sonu neye varacak?

Bu arada, siyaset tarihimizdeki seyyiatı ile toplum yaşamımızda fırtınalar koparmış olan, fakat şu anda uygar ve saygın çehreleri ile umutlar uyandıran MHP’nin temsilcilerinden Sayın Oktay Vural ile Sayın Deniz Bölükbaşı’nın Baykal’a verdikleri, “siyasetin parlamento içinde yapılacağı” yolundaki, hazmı son derece güç demokrasi dersi karşısında Baykal’ın ne kadar sıkışmış durumda olduğunu hissediyorum. Her oyun gibi demokrasiyi de kurallarına göre oynamak; hırçınlığı sonuna kadar götürmemek gerek. Ruh okumaya dayanan siyasî stratejinin bağıra çağıra ilânı tarafları irrasyonel bir dalaş tırmanmasına götürür. Bütün çağdaş demokrasilerde olduğu gibi, düşünceye özgürlüğün ve tahripkâr eylemleri şiddetle engellemenin hukukî mekaziması kadar gelenek ve eğitiminin sabırla, halkı aşağılamadan, uzlaşma kültürü içinde tesis edilmesini bekliyoruz. İdeal budur; halka inançsızlık değil. Çoğulculuğu hazmedemeyen grupların taşkınlığı, vicdan ve inanç özgürlüğüne yönelik tecavüzlere karşı Devletin polisinin kayıtsız ya da yetersiz kalması halinde, laikliğin bekçisi ve sigortası Ordu, hiç kuşku duyulmasın, önce ilerici kalemlerin sütunlarından göreve davet edilecektir.

AKP’nin taraf olduğu son derece aşikâr bir cumhurbaşkanı adayı göstermede inhisarcı davranması, elbette, tehlikeli bir gaftır. Ama bu onların bileceği bir iştir; demokratik çğulcu anlayışlarını sürdüreceklerse sorun yok; değilse sonucuna katlanırlar.

Bir de, Baykal’ın, yediğini söylediği ilk dakika gol’üne değineyim. Sayın Prof. Dr. Zafer Üskül’ün, Anayasanın renksiz olması gerektiği, Anayasa’nın maddelerini Atatürk adı ile doldurmanın yanlış olduğu görüşünü Atatürk’ün inkârı olarak sunmak bir demagojidir. Elbette, çağdaş bir anayasa renksiz olmalıdır; her hangi bir ideolojiye angaje olmamalıdır. Demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti olma ilkeleri lâzım ve kâfidir; çağdaşlığı, uzlaşmacılığı yeterince kapsayıcıdır. Ayrıca yasa koyma tekniği yasaların “objektif” ve genel” olmasını gerektirir. Modern felsefe dogmatizmin, ideolojilerin bir toplumu hârabiyete götüren en korkunç etmenler olduğunu bir aksiyom olarak kabûl etmektedir. Bunun dışında, Atatürkün adını günlük politikada, durmaksızın, ağızlara kaşık etmek; onu bir put gibi göstermeye çalışan düşmanlarının her gün kurşun sıktıkları bir hedef tahtası haline getirmek aziz anısına yapılacak en büyük kötülüklerden biri olur. Onun ideolojilere gerçek bakışını, CHP’nin bir doktrini olması gerektiğini öneren Yakup Kadri Karaosmanoğluna verdiği yanıt’a atfen, daha önceki yazılarımdan birinde nakletmiştim; yineliyeyim. Ulu Ata, rasyonel ve pragmatik düşünceli bir aksiyoner (eylem adamı) olarak “doktrin”in devrim hareketlerini durduracağını kesin bir biçimde belirtmişti. Yaşamının son yıllarında çıkarılan “Kamalizm” dedikodusu, inanın ciddî bir şey değildir.

Ata’nın anısına ve “objektifliği” ve “genelliği” içeren yasa yapma ilkelerine en büyük saygıyı göstererek onun ruhunu taziz eden Sayın Prof.Dr. Zafer Üskül’ü, bu duyarlığından kutluyorum. Aynı duyarlığı Baykal’ın da taşımasını; Atatürk’ün vasiyet kabûl edilecek görüşüne uyarak hareketi kilitlememesini diliyorum. Yoksa CHP yeniden çıkış kapılarını bulamaz.


tytorun@hotmail.com
Yayın Tarihi : 18 Ağustos 2007 Cumartesi 15:40:11


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?