16
Mayıs
2024
Perşembe
ANASAYFA

Dil Devrimi ve Oktay Sinanoğlu


26.Eylül’de Dil Devrimimizin yıl dönümünü kutladık. Benim de aklım hep dilimizin gelişmesi konusuna takılı olduğu için dizi yazıma bir bölümlük ara vereyim dedim.

Türk Dil Kurumu, Atatürk’ün yüreklendirme ve koruması altında, Türk dilinin incelenmesi, özleştirilmesi ve geliştirilmesi amacı ile 12.Temmuz.1932’de bir grup yazın ustası tarafından kuruldu ve ilk kurultayını aynı yılın 26.Eylül’ünde Dolmabahçe Sarayında yaparak çalışmalarına başladı. Ne yazık ki, gerçek dil uzmanları tarafından bağımsız ve bilimsel bir biçimde yürütülmesi gereken bu etkinlik istikrarlı bir süreç kazanamadı; değişik meşrebde iktidarların, değişik toplum kesimlerinden gelen ideolojik baskı ve kaprisleri ile baltalandı. TDK’nun bağımsızlığı ihlâl edildi. Halâ yeterince güçlü ifade olanağı veremeyen, sözlüğü yeterli zenginlik kazanamayan bir dil olarak kalan Türkçe siyasal müdahalelerin, demagojik tahriklerin ve popülizmin kurbanı oldu. Başlıkta Dil Devrimi ile Oktay Sinanoğlu isimleri ne münasebetle bir araya getirilmiştir? Aslında hiç bir münasebetinin olmaması gerekir. Sadece, yurdun geleceği olan gençlerimizin eğitimi üzerine yapılan tehlikeli bir popülizmin örneği olarak bu sunumu yaptık.

Kızıl Elma Koalisyonu (uçdaki solcular ve milliyetçilerin ittifakı) tasarıları ile Türk Nasyonal Sosyalizminin tezgâha konacağı sıralarda idi sanırım; kimya bilimi alanında evrensel ünü olan, son birkaç yıl dışında yaşamını hemen tümünü yabancı yabancı ülkelerde geçirmiş Oktay Sinanoğlu hocamızın, bir kısım siyasal ve toplumsal kimlik arayışındaki gençler nezdinde yıldızı parlamıştı. Ardı ardına yayınladığı kitaplarda ülkemizin kurtuluşu hakkında şimdiye kadar hiç akla gelmemiş, yepyeni (?) kuramlarını ortaya atıyor, bizlere yeniden Türkçeyi öğretmeye kalkıyor; bir ihanet saydığı yabancı dille eğitimin korkunç zararlarından söz ediyordu. Doğu Perinçek’in Aydınlık dergisinde de, galiba, kendi düşünceleri parelelinde yazan Süha Baykal ile Kızıl Elma ittifakının mimarlığını üstlenmişti.

Nasıl bir vahiy almışsa, kimya hocalığından Türk ve İslâm Dünyasının tarih ve kültürüne ve sosyal, siyasal konulara paldır küldür girme hevesindeki ve milliyetçi-mukaddesatçı söylemlerle Marx’çılık yapmaya çalıştığı için bana da kıblemi şaşırtan Türk Aynştaynının kitaplarındaki iddiaları çelişkiler, anlamsızlıklar ve Türkçe zaafları ile dolu olduğu için, zihnimdeki kargaşayı gideririm umudu ile kendisi ile karşılaştığım bir mahalle kitaplığında daha yakından görüşme dileğimi iletmiş ve e. posta adresini almıştım. İnternet aracılığı ile İstanbul Barosunun o sıralarda katılımcısı olduğum “Avrupa Birliği Hukuku” komisyonuna söyleşiye davet ettim; 6 ay süre ile meşgûl olduğu biçiminde umut kırıcı bir yanıt aldım. Oysa çok mütevazı, mahviyetkâr bri kişiliği olduğundan söz ettiği “Türk Aynştayn’ı” adlı eserinde, önemli bir yolculuğa çıkacağ sırada röportaj isteğini, uçak kaçırma bahasına çeviremediği Emine Şenlikoğlu (tartışmaya girdiği sosyolog hanımefendileri tesettüre girmedikleri için çok kınayan mavi çarşaflı, evlere şenlik, İslâmcı hatun yazar) ile muhabbetine onlarca sayfa ayırmıştı. İktidarı ele aldığında tarikat sultanlarını, şeyhlerini, toprak ağalarını dağıtacağını söyleyerek laiklik adına mangalda kül bırakmayan Perinçek’in dergisinde yazan hocamızın bu seçiciliği beni çok şaşırttığı için kendisine uzunca bir teessüfname göndermiştim. Bunun üzerine (belki de seçim hüsranı ve Kızıl Elma İttifakının tutmamasından doğan bir rastlantı ile) kitap yayını ve Aydınlık’daki yazıları epey bir süre kesildi.

Perinçek’in darılttığı kesimlerin gönlünü almak için olacak, son haftalarda hocamız, aynı teranelerle Aydınlık’daki dizi makalelerine tekrar başladı; “Bye-Bye Türkçe” isimli eseri ile Türkçeye kazandırdığı (?) dört adet sözcüğü vurgulaya vurgulaya kullanmaya devam ederek, “aşağılık duygusu” ürünü kabûl ettiği yabancı dille eğitim hevesinin “muhakeme, sorgulama, düşünme” yeteneklerinin yitimine neden olduğu iddialarını yineliyor. Bu iddiaya dayanarak, önce kendisinin nasıl Türk Aynştaynı olabildiğini sormamız gerekiyor. Ayrıca: “Ey büyük Türk milletinin fertleri (“ulus” ve “birey” sözcüklerini ıskaladığına göre “Ey büyük Osmanlı milleti” hitabı uygun olmaz mı idi?), Ey atasına, gelenek ve göreneğine, töresine, dinine îmânına, haysiyetine, vatanına bağlı olan halkımız” diye kelâma ağaz ederek (söze başlayarak), “binlerce yıl uygarlığı, bilimi, insanlığı Batıya öğretmiş şanlı atalarımızın yolunda git” mealindeki nasihatları ile “Ey Türk, titre ve kendine dön” sloganlarının yurdu kan deryasına döndürdüğü dönemleri bize dehşet içinde anımsatıyor.

Kitaplarında, atalarımızın başka unsurlara bilim ve uygarlık öğrettiklerine örnek olarak, İsadan önce 2500’lerde Uygurların Çinliler üzerinde etki yapmış olduklarına değinirdi. Ne olur o yıllardaki bir Uygur âliminin, müverrihinin, humanistinin adını verse de öğrensek. Bir örnek de, rasyonel bir filozofken, Din aşkına seferler açan Haçlı orduları karşısında paniğe kapılıp dogmatizme dönerek İslâm Dünyasının karanlık dönemlerini başlatan İmam Gazzali’yi vermekte. Uzmanlık alanı olduğu kimya ile ilgisi vardır diye karıştırdığı “Kimya-ül Saade” adlı kitabı dışında hakkında bir şey bilmediği anlaşılan, Türk sandığı Acem Gazzali, Alparslan’ın müşavirlerinden olup, Sultanına, iktidarını yürütebilmesi için halkı eğitmemesini telkin ederdi. O tarihlerde Selçuklu Sarayının resmî dili Farsça idi. Hocamıza kendi kuramının ilhamını de verdiğini tahmin ettiğimiz Gazzali, gerçekten zamanında Dünyaya ders vermiş büyük Uygur Türkü rasyonel filozof Farabî’yi tekfir etmiştir (gavurlukla itham etmiştir). Ne yazık ki, o tarihte Türkçenin yetersiz olmasından, Farabî Arap ellerinde feyiz almış, eserlerini Arapça yazmıştır, 90 dil bildiği söylenirdi (abartılı olsa da Dünyayı ve Dünya filozoflarını bildiği dillerden tanıdığı kesin). Bu hiç gocunulacak bir şey değildir. Bundan aşağılık duygusuna kapılınacak Türkçenin kavram zenginliğini kurumsal çalışmalarla geliştirmek gerekir. Dilimizin gramerini bozacak gereksiz yabancı sözcüklerden arındırılması ayrı şeydir. Toplumsal ve deneysel ruhbilim bilgini Wilhelm Wundt’a göre toplumun yarattığı bir dilin özü asla kaybolmaz. Bizim dilimiz ve kültürümüz de, bu Anadolu coğrafyasında özünü kaybetmeden gelişmektedir. Ancak, daha çok fazla kavrama ad bulmaya gereksinimiz vardır. Türkçenin yabancı kültürler arasındaki yerinin olabildiğince çok yurttaşımıza tanıtılması ile olasıdır. Gençlerimizin dış dünyayı tanıma şevkini kırarak değil. Bir kaymakamın yabancı dil bilmesine ne gerek varmış; Yabancı dil bilen kaymakamla bilmeyen arasındaki icraat farkı için, hocamıza çok sayıda örnek gösterebilirim. Aşağılık duygusunun gerçek göstergesi tarihi tahrif etmektir.

5 ayrı dilin melezi mahlût (karma) bir dil olduğunu söyleyerek aşağıladığı (ya da aşağılar gibi göründüğü) İngilizce kaybolmuş mudur? Aksine Dünya dili olmuştur? Gerçekten, Avrupa’yı işgâl eden barbar kavimler arasında iken Britanya Adasına yerleşip İsevî olduktan sonra Lindisfarne Kilisesinde süslemeli İncil yazımı sanatı gelişmiş. 970 yılında kilise başpapazı Aldred, yazacağı İncil’de, Latince satırların altına kırmızı boya ile İngilizce çevirilerini yazma hevesine kapılınca tepki ile karşılaşmış: “Sen deli misin be adam, İngilizce gibi son derece yetersiz, bir barbar dili ile yüce İncili nasıl tanıtabilirsin?” demişler. Adam yılmamış, İngilizcede karşılık bulamadığı sözcüklerin (delâlet ettiği kavramları açıklamak suretiyle) Latincelerini kullanarak, emeline kavuşmuş. Tarihsel değeri çok büyük olan “Lindisfarne İncili” bir çok koleksiyoncu eli değiştirdikten sonra, bugün, İngiliz kültürünün gelişmesinin bir kilometre taşı olarak İngiliz müzelerinde sergilenmektedir. Chaucer’lar, Marlowe’lar, Shakespear’ler aynı yoldan gidip yabancı dillerden yeni kavramlar kazanarak, bir o kadar da kendi özgün dillerinden sözcük türeterek İngilizceyi büyük ifade gücüne, İngiltereyi, güneşin batmadığı İmparatorluk olmaya taşıyan sonraki dönüm noktalarıdır. Lingüistler, batı dillerinin ana kaynağı kabûl edilen Latincenin, aslında en az 150 değişik dilin terkibi olduğunu saptamışlar. Demek ki, İngilizce en az 124 dilin bileşimi (binlerceden de söz edebiliriz). Anglofon (İngilizce konuşan) ülkelerdeki gelişme ile şu anda İngilizce sözlükteki sözcük sayısı milyona gitmektedir. Bari’de doğup, Atatürk’ün armağanı TED kolejinde orta öğrenimini yapan, (hadi hatırı için onun icadı sözcüğü kullanayım) Amerikan evrenkentlerinde feyz alıp, dersler veren hocamızın Türk Aynştaynı olmasında İngilizce en önemli araç olmuştur.

Hocamız, İngilizcenin 5 ayrı dilin melezi mahlût (karma) bir lisan olduğunu ileri sürerken (ki söz ettiği dillerin tümü aynı kökden, Hint-Avrupa öbeğinden gelmektedir), Osmanlıcaya toz kondurmuyor; Osmanlıcanın temelini oluşturan Arapçanın Semitik, Farsçanın Hint-Avrupa, Türkçenin Ural-Altay dil öbeklerinden geldiğini ve gramer yapısı kargaşası yarattığını unutarak Osmanlıcanın kesinlikle Türkçe sayılması gerektiğinde ısrar ediyor. Tanzimattan beri tüm bilim dallarına, askerî ve mülkî yönetim terminolojisine, hâttâ ev yaşamına giren Fransızcayı bir yana bırakın, atalarımızın Avrupa topraklarına ve denize ulaştıklarından beri dillerine kabûl ettikleri (Floransalı,Cenovalı, Venedikli tacir ve denizcilerin getirdikleri) İtalyanca denizcilik, ticaret, maliye, sigorta; Rumca deniz hayvanatı; Arnavutçaya varıncaya kadar tüm Balkan ve Slav dillerindeki tarım, sebze, Sefarad Yahudilerinin getirdikleri İspanyolca terzilik sözcükleri de cabası. Demek atalarımız bu yollardan de geçmiş. Başka türlü de İmparatorluk kurup yönetemezlerdi. Ne var ki, Gazzali’nin ektiği yobazlık tohumlarının İslâm Dünyasına sardırdığı, ayıklana ayıklana bitmeyen ayrık otları sonunda Osmanlı gülistanını da vurdu.

Hocanın tutarsızlıkları seçtiği sözcüklerden belli. Nefret ettiği Batı dillerinden gelen “kültür” için Arapça kökenli “hars”ı kullanıyor (Türkçe “ekin”in varlığının farkında değil ya da bu sözcüğü sevmemiş). Ama nedense “Üniversite” sözcüğüne fena takmış; bunun yerine kendi icadı olduğunu iddia ettiği “Evrenkent”i kullanıyor. A hocam, gavurcasından aynen tercüme ettiğin bu kavramdan Türk insanı ne anlar? Madem Osmanlıcacısın “medrese”nin ya da “Dar-ül Fünun”un suyu mu çıktı? “Mekanizma” için gene gavurcadan çeviri “işlerge” tutturmuş; bu sözcük için Türk Dil Kurumunun kullanıma çoktan koyduğu ve çok daha anlaşılır “düzenek”den haberi yok. “Gönül” karşılığı “ciğer” diyor; Cumhuriyet öncesi eğitim görmüş babalarımız, hocalarının bu sözcüğü insan ciğeri olarak kullanan öğrencileri “ne ciğeri, Arnavut ciğeri mi? Ona rie derler” diye payladıklarını anlatırlardı. En azından ciğer’de “gönül”deki duygusallığı katledecek, manevî yakınlığı temsil etme ve incelik noksanı var.

Sinanoğlu, sahip çıktığını söylediği Osmanlıcada da yaya. Sözlüklerde yeri olmayan “zevatlar”, “vakuriyet” gibi cevherler de yumurtluyor (her hâlde, “zat’ı duble çoğul yapıyor, sıfattan isim türeterek “vekar” karşılığı bir şey icadetmiş). Ne ise, bunları Hocanın çok uzun süre alargada kalmasına bağışlayabiliriz de şu mantık çarpıklıklarına ne diyelim? İki ayrı etnik gruba mensup insanların evlenmelerini hararetle önermekde (hattâ bunun aksini ayıp bularak beni kendi milliyetimden biri ile evli olduğum için aşağılık duygusuna kaptırmakda), fakat kültür kaynaşmasına şiddetle karşı çıkmaktadır. Bu nasıl olacaktır? Ya erkek “maço” ha hatun “cazgır” olacak, eşler arasındaki eşitlik ilkesine veda edilecektir. Bu kadar Osmanlılık da biraz fazla kaçmıyor mu? Osmanlının yabancı kadınları İslama kazandırıp evlendikleri ataerkil yapıya mı dönüyoruz. Yoksa sen bu toplumun insanlarını fazla saf buldun da gırgır mı geçiyorsun? Bizimle kafa mı buluyorsun, hoca?

- Söyle hangi taraftansın? Gelenekçi, görenekçi, töreci misin? Dinci, imancı mısın? Parti başkanının ve dergi patronunun icadettiği deyimle “Kamalist” misin? Aydınlıkçı mısın?
- El cevap: “Hepsindenim!”
- Peki, neye karşısın?
- Milletimi gâvurlaştırmaya kalkışan vatan hainlerine ve dış mihraklara!”
- Peki, bunun için çare-i halâs (kurtuluş yolu)?
- Yumuşak Kurtuluş Savaşı.
- Eee, hoca, amma sulandırdın işi; kurtuluş savaşının da yumuşağı mı olurmuş? Irak halkını örnek gösteren, celâdet sahibi hızlı devrimci Parti Başkanın bu yumuşaklığa nasıl muvafakat ediyor?

Sen, anlaşılan, son seçimde İşçi Partisinin binde birlere inmesi karşısında çare olarak karanlıkda kalmış kitlelerin safiyetinden ve bilisizliğinden yararlanmada birileri ile yarışa girmeye kalkışıyorsun. İyi de, seçimler öncesi kaç mahalleye kömür, erzak götürebileceksin, ramazanlarda kaç iftar sofrası kurabileceksin de bu yarışı kazanacaksın? Hiç beyhude, siyasal popülizm uğruna, gençlerin çağdaş uygarlığı yakalamadaki şevk ve heveslerini kırma; zararlı buldukları Hıristiyanları gizlice enseden vurarak, bürolarını basarak kabak oyar gibi makatlarını oyarak, hiç de mertçe olmayan usûllerle işkence ile öldürmek, kışkırtıcı klipler yapmak gibi hobileri olan, böylece diaspora Ermenilerinin tüm Dünyayı kaplamış “soykırım” iddialarının değirmenine su taşıyan karanlıkta kalmış, oyuna gelen zavallıların adedini bilmeden arttırma sorumluluğuna katılma. Sonra, bazı Hitler, Stalin heveslilerine, senin gibi elitler dışında karanlığa mahkûm edilmiş gençlerin eğitimi ve yönlendirilmesi inhisarı yaratmak için destek verdiğini sanırlar. En iyisi bildiğin teknik konularda, olabildiğinde halk dilinde, geniş bir kitleye yayınlar yap.

 

Yayın Tarihi : 28 Eylül 2007 Cuma 11:33:54


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?