20
Mayıs
2024
Pazertesi
ANASAYFA

İnanç Ve Hoşgörüsüzlük -11-


İSLAMİYETİN ÇABUK YAYILMASININ TEMEL DİNAMİKLERİ VE HOŞGÖRÜ: Konumuz İslam tarihi değil ama “hoşgörüsüzlük” konusunun analizi bir ölçüde İslamiyet’in gelişmesine referansta bulunmamızı gerektiriyor.

Medine’de Yahudi sorunu kalmamıştı; ama Yahudilerin yoğun bir biçimde sığındıkları Hayber ciddî bir tehdit oluşturuyordu. 628 yılında, oraya da taarruz edilerek, malları ganimet olarak alınan Yahudiler ayrıca vergiye bağlandı. Daha sonra, Tebük çevresindeki Yahudi ve Hrıstiyan gruplar, Necranlı Hrıstiyanlar, dinlerine bağlı kalmak kaydı ile Hazret-i Muhammedle cizye’ye bağlanma anlaşması yaptılar. Muhammed’in vefatından sonra, İslam fütuhatı son derece serî gelişti ve çok geniş bir coğrafyaya yayıldı. Ürdün’ün ötesindeki Bosra kalesinin alınması ile başlayan yayılma, önce Şam olmak üzere tüm Suriye’nin (635-636), Kudüs’ün ve tüm Filistin’in(637-638), İskenderiye’nin (641-642), 642’den başlayarak İran’ın, Mısır’ın, Kuzey Afrika’nın, VIII. asır başında İberik Yarımadasının fethi ile devam etti. Anılan ülkelerdeki Bizans ve İran egemenliği tarihe karışmıştı.

Yahudilerin çileli tarihleri, Hrıstiyanların, keza, süflî topluluklar halinde, asırlarca süren kaçamak yaşamları karşısında Müslümanların, bizzat Peygamber döneminde başlayıp çok kısa zamanda gerçekleşen göz kamaştırıcı zaferlerinin hikmeti ne idi? Bağnaz dindarların, onu okur yazarsız, topluluk karşısında hitabet yeteneğinin zayıf, salt gelen vahiylerle tebliğ veren bir peygamber olarak görmek istemelerine karşın, karizmatik yaradılışı, ihatalı düşüncesi, dirayeti, insanlarla empati kurabilme yeteneği ticaret uğraşısının kazandırdığı bilgi ve deneyimin bu başarılarındaki etkileri, daha önce anlattığımız Medine’deki çeşitli etnik unsurlarla arasındaki egemenlik kavgasında görülmektedir. Uzlaşmaya ve ikna yöntemine öncelik vermesi; gerektiğinde ve durum elverdiğinde ölçülü güç kullanması; Hrıstiyanların ilk tavırlarındaki kaderciliği ve kurban edilmeye hazır olmayı red yolundaki akılcı ve realist politikası; gereğinde de yoluna çıkan engeli şiddetle kaldırması azmi İslamın yolunu açmış; onun amacına iyice nüfuz etmiş İslam liderleri elinde çağlarına uyan yepyeni, dinamik bir dünya yaratılmıştır. Arap, İranlı, Türk olsun İslama katılıp, bu inancın ilk dönemindeki hoşgörüden beslenen ve düşünmeyi seven insanlar, temasa geldikleri yerleşik uygarlıkların kazanımlarından yararlanmasını bilmişler; Çinlilerin barut, pusula gibi teknik buluşlarını, Hintlilerin, başda aritmetik olmak üzere bilimlerini almışlar; Yunan ve Latin felesefe eserlerini tercüme ederek ölmüş antikitenin yaşama dönüşünde öncü olmuşlardır. Din dili Arapça, bir zamanların Yunanca ve Latincesi gibi, aynı zamanda bilim ve felsefe dili olarak çok zenginleşti. Devamlı sürgünde olan Yahudi cemaatleri içinde de, bir zamanlar Yunalılaşmış “İskenderiyeli Philon Judeaus”, Romalılaşmış “Titus Flavius Josephus - Yosef bin Matityahu” gibi, İslam ülkeleri içinde de, kozasını kırıp, bulunduğu ülkeye asimile olan Yahudi düşünürleri çıkıyordu. Bunlardan bazıları, dinlerine bağlı kalıp, İbranice ibadet ederlerken, eserlerini gelişmiş dil olan Arapça ile yazarlardı. Örneğin, 1135’de Müslüman egemenliğindeki İspanya, Cordoba’da (Kurtuba) doğmuş olan “Musa bin “Maimun” bunlardan biridir. Batılıların “Maimonides” dedikleri bu filozof, hahamlardan kuvvetli bir din eğitimi aldıkdan ve Mişna yorumları (sözlü Yahudi Hukuku) ile meşgûl olduktan sonra, Endülüsdeki fanatik Muvahhidler hanedanının takibinden kaçıp Mısır Sultanına, hekimlik yapmak üzere sğındı. Orada tüm kutsal kitapları inceledi. Arapçası sayesinde, Türk düşünürleri Farabî ve İbni Sina’nın eserlerinden Aristoteles felsefesini öğrendi. İlk sistematik ve tüm Yahudi Hukuku ve Mişna yorumlarının toplu kitabını oluşturan “Şaşkınlık İçindekiler Rehber” isimli Arapça eseri çok ünlüdür (İbranîceye Samuel ibn Tibbon tarafından çevrildi). İbn Maimun Rasyonalist felsefesi ile “vahiyleri” akılla bağdaştırmaya çalıştı. Tanrısal “küllî-tümel” irade ile; iradesini Tanrıdan alan insanın “cüz’î-parçalanmış” iradesi anlayışını Batlılara aktardı. Thomas Aquinas’ı, Albertus Magnus’u, Spinoza’yı çok etkiledi. Yahudi topluluklarının ıslah yoluna girmeye başlamalarının öncüsü belki odur. Bir zamanlar, Sebt-Cumartesi” günleri çalışıldığı takdirde domuz ya da maymun olmakdan korkan Yahudiler arasında, daha sonraları: “Tevrat çocukca hurafelerle doludur” diyecek kadar özgür düşünceli Einstein’a varıncaya kadar yığınla bilim adamının çıkması İsrail Devletinin nasıl yeniden kurulduğunu, koşulların nasıl, bir zamanlar, Lat, Uzza, Menat’a inanan Evs ve Hazreç kabileleri ile iyi geçinmeye çalışan Muhammed’in aksine, bu konular hakkında kitap yazdı diye Salman Ruştî hakkında, İranlı mollaların çıkardıkları idam fermanları tahriki ile birbirlerini çiğneyip öldürme pahasına çılgınca ve ilkel protesto gösterileri yapan İslam toplulukları aleyhine döndüğünü açıklamaya yeterlidir, sanırım.

Dönelim, Hazret-i Muhammed’den farklı anlayıştaki İslam liderlerinin hoşgörü sicillerine… Sistem ne olursa olsun başına gelen yönetici ne anlayışta ise sistemi de kendine benzetir. Hazret-i Muhammedin vefatı ile yönetim anlaşmazlıkları ve aşırı baskılar hemen başlamış; bunun sonucu, ilk dört Halifeden sadece, dürüstlüğü, yumuşak kâlbliliği, cömertliği ile ünlenmiş ilk Halife Ebubekir yatağında, huzur içinde vefat olanağı bulmuştur. Yiğitliğine diyecek yok ama bir ünü de “adalet” olan Hazret-i Ömer’in bu ününe, Türklere karşı açtığı seferlerdeki tutumu göz önüne alınınca, biraz kayd-ı ihtiyatla bakmak gerekiyor. Nitekim onun “vergi adalet”inden hoşnut olmayan bir Hrıstiyan kölenin suikast’ına kurban gitmiş. Resûlullah’ın iki kızı ile evli olduğu için “Zi’n Nureyn -İki Nurlu” lâkabını alan Hazret-i Osman, Ermenistan, Kuzey Afrika, Kıbrıs fetihlerinden sonra Mısır’dan gelen isyancılar tarafından, Kur’an okurken şehit edilmiş. Hazret-i Ali’nin şehadeti çok bilinen bir olaydır; rakibi Muaviye ile giriştiği iktidar kavgasına kızan bir Haricî (aşırı bağnaz görüşleri ile onun yolundan çıkanlardan) tarafından, namaz kılarken şehit edilmiş. Hatta, Muhammed’e ve Ebubekire hizmet etmiş komutanlarından, “Tanrının Kılıcı” (Seyfullah) ünvanı ile anılan Halid bin Velid, İrana ve Bizansa karşı büyük başarılar kazanması yanında, Pakistanlı general ve büyük elçi A.L. Akram’ın “The Sword of Allah” isimli eserinde tanımladığı üzere kan dökmekden hoşlanan, “Dinde ikrah yoktur” umdesini kulak arkası eden bir mucahiddi. İlk işi Nahle’deki “Uzza” putunu kırmak olmuştur. Şam yakınlarındaki Dumetu’l-Cendel’in Hrıstiyan emir’i Ukeydir’i esir almış; emir’in teslim olmak istemeyen kardeşini öldürmüştür. Temimoğullarından Mâlik bin Nuveyra’yı silah bırakmasına karşın öldürmesi bu aşırı sert komutanı, Hazret-i Ömer’in bile kınamasına; sonuçta, ısraflı davranışını da gerekçe göstererek, azletmesine sebep olmuş.

Anlaşılan odur ki: iktidarı ele geçirenlerin çoğu elinde sistem ve ideal bahane; verimli topraklar, bedava çalışacak işçiler (köleler), ganimetler şahanedir. Bütün insanlığı sinesinde toplayıp bir millet, herkesi kardeş yapacak iddiası yola çıkan İslamiyet, Arapları zenginleşmenin kibrinden kurtaramamış; “Kavmü’l Necibü’l Arap - Soylu Arap Ulusu” hüsn-ü kuruntusu ile egemenliklerine aldıkları başka unsurları hor görmeye başlamışlardır. Arap kadınların başka unsurlarla evlenmesi izin verilmez. Arap erkeklerle evlenen yabancı kadınlar behemehal Arap kabûl edilirlerdi. Şimdi, hâlâ, Nakşîlerin sahip çıktıkları “kavmiyet reddi”, “tek Millet İslam Milleti” anlayışı her zaman havada kalmıştır.

Bu konularda fazla ayrıntıya girmeden Müslüman Arapların Türklerle ilişkilerine özetle göz atmakla yetineceğiz..

İslama davet’e edilmelerine gösterdikleri ilk direncin bedeli Türklere çok ağır ödetilmiştir.

Yayın Tarihi : 27 Mayıs 2008 Salı 10:48:47


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?