İSA'NIN YAŞAMI SIRASINDA YAHUDİLER: Evet, İskenderiyeli Philo’nun incelemesinde yazdığı gibi, Mısır, Fenike, en yoğun Koelosuriye denilen bölgesinde olmak üzere Suriye’nin geneli, uzak bölgeleri dahil Pamfilya (Antalyada Side yöresi), Kilikya (Çukurova bölgesi), Karadeniz’in batısında Bitinyaya, doğusunda Pontus’un uzak köşelerine varıncaya kadar Küçük Asyanın büyük kısmı; Avrupa’da Teselya, Boetia, Makedonya, Etolya, Attika, Argos, Korint ve Mora’nın en bereketli ve zengin toprakları ve keza Eğriboz, Kıbrıs, Girit gibi adalar Yahudi kolonileri ile dolu idi. Zaten kendi soylarının bulunduğu Fırat’ın ötesi diyarları, Babil’i, satraplıkları ayrıca anmaya gerek yok. Kısaca, o dönemlerde Kenanîler, Yunanlılar, Romalılarca bilinen tüm Dünyayı sarmışlardı. Gerek merkezleri Filistin’de olsun (Yahudiler “Filistin” demekten kaçar, o toprakların daha eski sahipleri Kenanîlere izafetle “Kenanya” derler) gerek uzak diyarlarda olsun en fazla uğraştıkları ticaret ve zenaat yanında, küçük ya da orta derecede yüksek bürokrasi, hatta komutan olarak ordu içinde de yer aldıkları oluyordu. Yaşadıkları çeşitli ülkelerin kralları, onların ülke içindeki yararlanılabilirlik, güvenilebilirlik durumlarına göre ya da kendi yönetimlerini onlara daha rahat benimsetebilmek amaçları ile uygun politikalar seçiyorlar, gereğinde onlara siyasal ve dinsel ayrıcalıklar tanıyorlardı. Ülkelerindeki Yahudi cemaatlerinin eğilimlerini duyarlıkla izliyorlardı. Bazılarının doğrudan doğum yeri, tüm cemaatin ise ruhanî merkezi olan Yahuda’nın özlemini çeken Yahudilere bazen kendilerini yönetme hakkı tanındığı gibi; genellikle ibadet serbestîsi verilmiştir. Bir çok Yahudi de bulunduğu ülkenin kültür ve yönetimine asimile olarak bir ölçüde saygın yurttaş konumunu kazanmıştır. Yahudilerin ibadeti bile rasyonel bir kültürel uzlaşma çerçevesi içinde icra ediliyordu. Hemen hemen her kentte rastlanan sinagoglarda (havra) Sebt (Şabbat-cumartesi) günleri ve özel Yahudi bayramlarında toplaşılıyor; törenle okunan Tevrat ve verilen dinî ve ahlâkî vaazlarda İbranî dilinin yanında Mezopotamya ve Kenanya’nın ortak dili Aramca ve Yunanca çeviriler de yapılıyordu. Zaten, Babil sürgününden itibaren İbranî dili kullanımdam düşmüş, ölüdil haline gelmeye başlamıştı. Pers İmparatorluğunda da Franka Lingua (ortak dil) olarak Aramca* kullanılıyordu. İbranî dili unutulmaya, ölü dil haline gelmeye başlamıştı. Kutsal Kitabın Daniel ve Ezra kitapları, Babil ve Kudüs Talmudları** Aramca yazılmıştı. İskender fetihleri ile gelen Helenismus döneminde ise kaçınılmaz olarak Yunanca geçerli oldu. Yahudi cemaatleri için salt Yunanca vaazların verildiği, Tevrat’ın Yunanca çevirisinin okunduğu oluyordu. Ancak, Babil sürgününden dönüşte Tevrat İbranîcesi hâlâ yazı dili olarak kullanılıyordu. İşte, Yahudilerin böyle sahip çıktıları, anlamadan okumadıkları Tevrat onların dinen kutsal kitabı olmasından öte, ne kadar güvenileceği belli olmasa da kavimlerinin tarihi idi. Dini ulusal anlayışla kaynaştırdıkları için “Yahudi olunmaz; Yahudi doğulur” ilkesine saplanmış; binlerce yıl bir vatana, “Vaat edilmiş Ülke”ye sahip olma ideali peşinde koşmuşlardır. Diaspora sonucu, Tevrat yabancı dillere çok çevrildi; terminolojisine yabancı isimler girdi; bazen isimler pagan tanrılarının isimleri ile karıştırıldı; yabancı gelenekler benimsendi. Yahudi kavminin ve dininin kutsal uğrakları olan havralarda ve mezarlıklarda yazıtlar sadece Semitik Âlemin ortak dili olan Aramca değil Yunanca da, Roma egemenliğinden sonra Latince de yazılıyordu. Bu yazılara bazen İbranî dilindeki karşılıkları ekleniyor; bazen buna da gerek görülmüyor; toplumsal mozaik içindeki dengeye duyarlık gösteriliyordu.
İsa ve Hrıstiyanlık, Yahudilerin yaşam statüsü yönünden böyle bir ortamda zuhur etti. Ancak, İsa’nın ortaya çıkışı üzerinde durabilmemiz için daha farklı bir konumdaki Yahudilerin merkezine Filistine dönmemiz gerekir. Romalıların Filistini işgâline ve pagan dinini yayma girişimlerine Zelotlar*** denilen çok inanmış bir Yahudi grubunun (konumuza girmeyen ayrıntılarını veremeyeceğimiz) şiddetli direnmeleri olmuştur. İsimlerini Süleyman döneminin başrahibi “Zadok”dan alan ruhban sınıfı Sadukiler ise (her devirde ve her toplulukda olduğu gibi) konumlarını ve ayrıcalıklarını koruma uğruna yeni egemenlerle uzlaşmışlardı. Bunlar dini, salt Tevrat’in ilk beş kitabındaki vahiyler ve Tapınaktaki biçimsel ibadetler olarak görüyorlardı. Tapınak dışındaki bir kısım halk ve yazıcılar ise “sözlü gelenek”le (mişna) kazanılmış uygulamaları bir araya getirerek belli bir yorumla günlük yaşama uygulama yoluna gitmişlerdi. Bu gruptan çıkan ve “Ferisi”**** denilen din bilginleri halkla daha çok haşır neşir olmuş ve daha önce Selevkoslara karşı direnmiş olan Hasidler (dindarlar) grubunun yolundan giderek dine içden bağlılık ruhunu kazandırmışlardı. Onlara göre ibadet her yerde yapılırdı; salt Tapınağa gitmeye gerek yoktu. Din baronlarının israf ve debdebelerine karşı bir tepkiden doğmuş olabilecek bu tavır Yahudiliğin günümüze kadar gelmesinde çok önemli bir etken olmuştur. Fakat, Ferisîler de şekilcilikden uzak kalamadılar; Yahudilik öncesi inanç gelenekleri ile harmanladıkları ve zaten çeşitli kalemlerden çıktığı için çelişkilerle dolu Kutsal Kitapla merasime boğulmuş Din’in ahlâkî özünü kaybettiler.
Lituvanya doğumlu olup 1919’da İngiliz Mandası altındaki Filistin’e göç eden İbranî Tarihi bilgini Joseph Klausner, İbranîce yazdığı ve William F. Stinebespring tarafından İngilizceye çevrilen “İsa’dan Pavlus’a” isimli eserinde, Alman Orientalist Din bilgini Julius Wellhausen’in çalışmalarının sonucuna atıfla “İsa bir Yahudi olarak yeni bir din yaratma peşinde değildir” diyor. Nasıra’lı İsanın, Filistinli tek Yahudi olduğunu ileri sürerken Anavatanından hiç kopma niyeti olmadığını kasdediyor olsa gerek. “Mesih” inancı zaten Yahudilerin sözlü geleneğinde vardı. Kutsal Kitapda “Mesih” adı geçmese de, zamanında hâlâ sürdürülen Baal kült’ünden şikâyetçi olan İlya Peygamber***** (İbranîce “Eliyyahu”) Tanrının yüceliğini ve günün birinde günahlardan arınmış bir azınlığa kurtuluşun ve Tanrı egemenliğinin sağlanacağını müjdelemesi bir Mesih****** beklentisine yol açmıştı. İşte, İsa’nun zuhuru ile Yahudilerin üzerine Tanrının nihaî Krallığını açan “Mesih” gelmişti. Sözde değil “Öz”de bir Tanrı sevgisini, Tanrının “şefkât ve adaleti”ni, “hoşgörü”yü dile getiriyordu. Bu söylemler şeriattan bir ölçüde uzaklaşmaktı. Ancak diaspora Yahudileri için, doğal olarak yapabileceği bir şey yoktu. Ayrıca, Markos İncilinde de yerini alacak olan: “Sezar’ın hakkını Sezara, Tanrının hakkını Tanrıya verin” sözleri ile egemen Romalıları da hoşnut etmesi gerekiyordu. Kendi temsil edeceği “Tanrı Krallığı”nı telâffuz etse de politik ve pragmatik davranıyordu. Ancak, Filistindeki çeşitli Yahudl odakların İsa’ya karşı tavırları çok değişik oldu. Şeriatın biçimsel kurallarından hiç ödün vermeye niyetleri olmadığı için İsa’yı liberal bulan Ferisîlerle, pagan Romalılardan nefret eden Zelotların antipatisini kazanmıştı. Tapınakdaki ibadetleri ticarî çıkarlarla karıştıran, oraya sarraf masaları seren Sadukîler gibi ruhanî aristokrat sınıfa da şiddetle tepki göstermişti. Etrafındaki Havarileri dışında, Filistindeki her kesim tarafından “aykırı” bulunmuştu. Akıbeti hakkındaki öykü, değişik İncil metinleri arasındaki tutarsızlıklardan dolayı zorlukla çıkarsanmaktadır. Anlaşılabildiği kadarı ile, Pesah (Hamursuz) günleri sırasında Zelotların çıkarıp, Romalılarca kanlı bir şekilde bastırılan ayaklanmaya onun karıştığı iddia edilerek yakalanıp yargılanmış; ama Yahuda’nın Romalı Valisi Pontius Pilatus onun suçunu tesbit edememiş. Fakat kararı yerli bir yöneticiye Büyük Herodes’in soyundan Celile “tetrarkhes”i (eyaletin dörtte birinin yöneticisi) Herodes Antipas’a bırakmış (Bu kişiyi, Oscar Wilde’ın “Salome” oyununu bilenler tanıyacaklardır). Herodes de İsa’yı suçlu bulmayıp iade etmiş. Fakat Sadukiler, çıkarları açısından, işİn peşini bırakmamış; “Sanhedrin” denilen 23 yargıçlık Yahudi din Mahkemesindeki kendi yandaşları üyelerin kararı ile İsa yeniden yakalanmış, usûlsüz bir yargılamadan sonra ayaklanma tahrikçisi olduğu (haksız) suçlaması ile idamı istenmiş. Vali Pilatus, Filistin’deki duyarlı dengeyi bozmamak için İsa’yı çarmıha germek zorunda kalmış. Yahudilerin “Mesih” ve “Tanrının Oğlu” olarak kabûl etmedikleri İsa’nın misyonunu, (Luka İncilinde sayılan 12 kişi arasında olmamakla beraber) kendini tartışmalı bir şekilde “Havari” ilân eden Aziz Paulus, yeni bir din geliştirme ve yayma istikametinde devralmış. İsa’nın şefkât, adalet, hoşgörü inancı, beklentisinin tersine Filistin’den kaçıp, umutlarını ilahî bir şefkâte bağlayan sefil insanların sempatisini kazanarak, tüm baskı ve takiplere karşın Helenistik Alemde süratle yayılacaktır.
*Aramca: Eski Ahit’e göre İ.Ö.XVI. asırdan sonra Harran (Urfa dolaylarında göçer ve soyguncu olarak görülen; geniş bir coğrafyaya yayılarak kültür ve dillerin birbirine yakınlaşmasında rôl oynayan Aramîlerin dili…
**Talmud: Musevîlerin, medenî ve dinî hukuları ile ilgili eski hukuk ve tefsir kitabı.
***Zelotlar (Yunanca “Zelotes”): “Zelot” adı batı dillerine (İt. “zelatore”” İng. “zealot”, Fr. “zealateur” gibi) “gayretli, fanatik” anlamında sözcük olarak geçmiştir.
****Ferisî: İbranicesi “ayrı”, “ayrılmış” anlamında“Peruşim”dir; Aramcası “Perişa” olup, dilimize Farsçadan geçen “dağınık, karışık” anlamındaki “perişan”la ilgisi olduğunu sanıyorum.
***** İlya: İslam’da Hazret-İlyas adını almıştır. Hıdrellez (Hızır İlyas) şenliğinin kökeni ona dayanır.
******Mesih: İbranîce “maşiah” meshedilmiş; kutsal yağla kutsanmış demek.
Sayın Barut'un bana yönelttiği lâyık olmadığım iltifatlar beni utandırıyor. Ben bu konuda geç kaldım. Barut'un bu keyfi alması tam zamanında. Üstelik, benim çok arzu edip ulaşamadığım ressamlık gibi bir sanat ve hünerin sahibi. Gene de bana büyük motivasyon veren desteğine sonsuz teşekkürler.
Bir deryasınız üstadım. Keşke mitoloji dersleri açsanız ve ben ilk sırada öğrenciniz ve dahi uygun bulursanız çırağınız olsaydım. Mitolojinin ana vatanı Anadolu'da bu kadar duyarsız bir toplum olabilir mi? K. Mükremin BARUT