18
Mayıs
2024
Cumartesi
ANASAYFA

İnanç ve Hoşgörüsüzlük (116)

İSLAMİYET ADINA YAPILAN TERÖR:

Çok tartışma yaratan “İslâmî Terör” yerine bu tâbiri kullanıyorum. Elbette, terör kavramı inanalım inanmayalım din gibi kutsallığı dikte edilmiş bir kavrama yakıştırılamaz. Ancak, bugün Dünyada bazı Müslüman grupların yarattıkları muazzam bir terör kasırgası mevcuttur. Bu akım daha çok İsrael Devletinin kuruluşu sonucu Müslüman Araplar ile Yahudilerin kavgalarının ve sürtüşmelerinin Dünyaya yansımasından doğan komplikasyonun ve Müslüman toplulukların uzun süre resmen müstemleke statüsünde kalmalarının ve halen de hakir görülerek ekonomik sömürülmeye maruz kalmalarını eseridir. Bu olguya gelmeden önce teknik olarak “terör”ün İslam Dünyasındaki kökenine bir göz atalım.

İSLAM TARİHİNDE İLK TERÖR HAREKETLERİ:

Bugünkü devletlerin giriştikleri nizamî savaşlar (aslında her zaman olduğu gibi) temelde doğrudan ulusal ekonomik çıkarlara dayanmaktadır. Gerçi nizamî orduların, hele şimdiki “Topyekûn Savaş” konsepti kapsamı içinde gerçekleştirdikleri savaşların çoğu kez terörden tefrik ve temiz savaş olduğunu iddia etmek zorsa da, bu savaşların günümüzde uluslararası antlaşmalara bağlanan yâni konvansiyonel kuralları; bir başka ifade ile “Savaş Hukuku” vardır. Savaş Hukukunu umursamamanın getireceği avantajlardan yararlanma olanağı kullanan Devlet dışı (başıbozuk) grupların, bugünkü askerlik terminolojisinde “asimetrik savaş” adını verilen teknikle acımasız ve sinsi şekilde yürüttükleri doğrudan ideolojik amaçlı saldırı ve çatışmalara “terör-genel korkutma, yıldırma” denir. Günümüzde devamlı örnekleri görülen sivil halkın içine girerek kutsal duygularını tahrik ya da ikrah yaratarak ve tehditle destek sağlama; âni ve sinsi baskın, keza kutsal duygularla şartlandırılan ve uyuşturucularla kafası bulandırılarak korku duygusu bastırılmış militanları intihar suikastlarına sevk etme teknikleri kaynağını çok eskilerden almaktadır.

İskenderiye Kitaplığı
 

İslam tarihinde belirgin bir şekilde saptanmış ilk “terör” örneği İsmaîliye Tarikatının bazı mensuplarının yarattığı terördür. Bilindiği üzere Hazret-i Muhammed’in ölümünden itibaren İslam’da, çeşitli sebeplerle birçok şikâk (yarılma, ayrılma, anlaşmazlık, ihtilaf) hareketleri doğmuş; bunlar din birliğine halel getirmiş; oluşan gruplar, mezhepler arasında sonsuza dek sürecek gibi görünen kan davaları çıkmıştır. Bağdat merkezli Sünnî Abbasî Halifeliği zamanında, Kuzey Afrika’da 909 tarihinde itibaren Şiî Fatımî karşı Halifeliği kurulmuştu. Bu karşıtlık Ehl-i Beyt ve Mekke merkezli rakip grupların geçimsizliğine olduğu kadar, Müslümanlar arasında adaleti ile mâruf Hazreti Ömer’in halifeliği sırasında fethedilen ve Hrıstiyanlık, Yahudilik ve paganizm gibi çeşitli dinlerin bir arada yaşadığı Mısırda Müslümanların küfür kaynağı bildikleri Osiris Tapınağını ve modern felsefenin yolunu açmış İskenderiye Felsefe Okulunun* değerli kitaplarının bulunduğu İskenderiye Kitaplığını yıkıp yakılmasına ve Osiris rahiplerinin zorla Müslümanlığı kabûle zorlanmaları da dayanır. Bu olay, farklı kimlik ve inançlara hoşgörüsüzlüğün bir kısır döngüye, çıkış yolu bulunmayan bir labirente ve terörizme yol açtığı tarihî çıbanbaşlarından biridir.

İslamiyeti (Hazret-i Muhammed’in reddettiği) ikrah karşısında kabûl etmiş görünen Mısırlı rahipler Kudüs’e göç ettiler. Ama, Müslümanlar arasındaki ihtilâfın daha başlangıcında Ömer karşıtı Hazret-i Ali’nin tarafını tuttular ve aldıkları felsefî öğreti doğrultusunda formel ibadet yerine “Tanrı-Evren-İnsan” üçlemesine dayanan bir mistisizm akımına girdiler. Bu akım, Ehl-i Beyt olması bakımından prestij sahibi Alinin yandaşları arasında da hızla yayıldı. Bu eski Osiris rahibi Müslüman bilginler Kur’anda Tanrının sıfatlarından biri olarak geçen “Alim” adı ile anılır oldular. Bu alimler, Emevî zûlmüne uğramış kişileri yanlarında topladılar; daha sonra İmam Cafer Sadık’ın oğlu İsmail’in imamlığında “Keramîler” cemaatini oluşturdular. Bu cemaate sonradan “İsmailiye” ve Hz. Muhammed’in aydın kızı ve Hz. Alinin eşi Fatma’ya atıfla “Fatımî adları verilecektir. 760 yılında İmam İsmail’in ölümü üzerine cemaat üyelerince (Masonik derecelenmeye benzer şekilde) 7 nüfuz dereceli bir gizli örgüt kurulmuş, Bu örgüt 874’de İran Körfezi etrafında kurucusu İmam Karmat’a atıfla “Karmatîler denilen bir kurultay tarafından yönetilen ve namaz, oruç, hac gibi dinî vecibelerin kaldırıldığı bir devlet haline gelmişti. Fatımîlerin bir kolu 909’da Kuzey Afrika’ya intikâl ederek üç asıra yakın bir süre egemen olacak Fatımîler Halifeliğini kurdular. Fakat, İran’daki iktidarları Selçukluların İran ve Anadolu’ya egemen olması ile sona erdi.

 Hasan Sabbah’ın temsilî resmi

Ancak, Fatımîlerin daîleri (davetçileri, misyonerleri) bölgede gizlice propoganda yapıyorlardı. Bunlardan önemli bir sima İbn Attaş, dikkatini çeken 17 yaşındaki Hasan Sabbah (tam adı; için Hasan bin Ali bin Muhammed bin Cafer bin Hüseyin bin El Sabbah El Hımeyrî) adındaki genci İmailiye mezhebine davet etti ve (Alpaslan’ın Malazgirt zaferinden bir yıl sonra) 1072’de Kahire’ye Fatımî Halifesi Mustansır’ın yanına gönderdi; onun El Ezher’de eğitim almasını sağladı.. Halifenin vefatında oğulları arasındaki Halifelik seçimini terclh çokluğu ile küçük oğul Müstali kazanmıştır. Hasan Sabbah ise büyük oğul Nizar’ı tuttuğu için ayın görüşdeki yandaşları ile birlikde “Nizarîye hizibinden” diye anılır oldu. Hasan memleketine döndüğünde tüm enerjisi ile davet çalışmalarını yapmış; etrafına büyük bir cemaat toplamıştı. Bilim adamı olmasına karşın, Selçuklu iktidarına karşı etkin çalışmaları ancak terör aracı ile gerçekleştirilebileceğini düşünüyordu. Bunun için, yüksekliklerde gördüğü kale harabelerini kendisi ve yandaşları mesken tutuyor; bu müstahkem mevkilerden üstüne gelen Selçuklu kolluk kuvvetlerini püskürtebiliyordu. Böylece 50 kadar kaleyi ele geçirerek “Şeyh’ül Cebel-Dağların Şeyhi” namını aldı. Doğum yeri Deylem Eyaletinde Kazvin yakınlarındaki Elburz dağ silsilesi üzerinde 3000 m.lik bir yükseklikde kurulmuş “Alamut Kalesi”ni 1090 yılında ele geçirerek burasını devamlı üs ve bilimsel araştırmaların yapıldığı bir kademi haline getirdi; burada komünal bir düzen kurdu ve dine bakışı tam çözülemediği gizli tutulduğu için “Batınîlik (içte kalan, ezotorik)” denilen kapalı devre mezhep ya da ahlâk öğretisini getirdi.

İlk kez, Rahmetli Abdullah Ziya Kozanoğlu’nun, çocukluğumda baş ucu kitaplarımdan biri olan “Kızıltuğ” isimli romanında tanıştığım “Alamut Kalesi” sâkinleri “fedaiyân-fedailer” denilen savaşçıların kapsüllerinden afyon türetilen haşhaş bitkisi ile uyuşturulup, inanç düşmanlarının öldürülmesinin cennetle ödüllendirileceği telkini ile intihar eylemlerine sevk edilmesi tekniğinin mucidi Hasan Sabbah olarak bilinir.

Alamut Kalesi (tepeden)

Hasan müritlerini cezp etmek için bazı illüzyonist oyunlara da başvuruyor ya da fedaiyan olarak yetiştireceği gençleri afyonlu şarapla uyuttuktan sonra nefis bir şekilde düzenlenip, en göz alıcı çiçekler ve ağaçlarla bezenmiş arka bahçesindeki döşeklere yatırıyor; (Batınîlik’de cennet ve cehennem varlığına inanılmasına rağmen) onların kendilerini Cennet’e gidip döndükleri zehabına kapılmalarını sağlıyordu. Bu sayede, Sultan Melikşah’ın elçileri karşısında uçuruma atlama emri verdiği iki müridinin bu emri duraksamadan yerine getirmesi şov’unu yapmıştır. Ancak, çok çetin tabiatlı Sultan kentlerdeki hemen tüm İsmailiye mensuplarını tasfiye etti. Alamut Kalesini de Ekim.1092’de veziri Nizam’ül Mülk komutasında kuşatmaya aldı. Ebu Tahir Arranî adında bir fedai yaptığı intihar saldırısı ile bu çok değerli veziri bıçakla katli ve Melikşah’ın erken ölümü üzerine kuşatma kaldırıldı. Yeni gelen Başvezir Kâşanî İsmailî tasfiyesini sürdürdü. Fakat Sabbah’ın fedaîleri boş durmadılar; Kâşanî ve bir çok Selçuklu yöneticisinin yaşamına son verdiler. Sonunda Melikşah’ın oğlu ve halefi Sultan Sencer başa çıkamayıp İsmailîye Mezhebine legal statü verdi. Batınîler, ancak, Kuzey doğudan kopup gelen ve geçtikleri her ülkeyi silindir gibi ezen Hülâgû Hanın 1256’da Alamut Kalesine de dalan Mogolları tarafından yok edilmişlerdir.

Sabbah’ın fedaîleri haşhaş kullandıkları için grup olarak “haşhaşîn” diye anılırlar. Bu isim Batı dillerinde, “suikastçı katil” anlamında “assasin” sözcüğünün doğumuna neden olmuştur. Bazıları bu deyimin asıl anlamının Arapça “Sır bekçileri” olduğunu iddia ediyorlar ama “haşhaşîn” ile “assasin” arasında köken bağı olduğu tüm dünyaca kabûl ediliyor.

Hrıstiyan Templier (Tapınak) şövalyeleri de, 1119 yılında Haçlı Seferleri sırasında Alamut Kalesinde temasa geçtikleri İsmailî’ye mezhebinden örnek alarak, üç dereceli bir inisiasyon’a dayalı bir gizemli örgüt kurdular.

Hangi kökenden (Türk ya da İranlı) geldiği tartışmalı olan Hasan Sabbah’ın asıl duygu ve emelinin ne olduğu tartışmalıdır. Kimisi onun dine inanmayan bir oportünist olduğunu iddia eder. Öte yandan şeriata çok katı biçimde uyduğu, biri cinayetle, diğeri ayyaşlıkla suçlanan iki oğlunu da idam ettiği tesbiti yapılmış; fedaiyânını uyuşturucu kullandırmaya ve dinen büyük günâh olan intihar eylemine sürüklemeye ideal yolunda bir araç olarak başvurduğu söylenmiştir.

Orta Çağ İslâm Dünyası, Osmanlı İmparatorluğu tarihi ve günümüz Orta Doğu uzmanı Türk dostu İngiliz Profesör Bernard Lewis’in “The Assassins: A Radical Sect in Islam-Haşhaşîler: İslam’ın Köktenci bir Mezhebi” adı ile 1967’den beri çeşitli revizyonlarla yayınladığı ve Türkçeye en son “Alamut Kalesi ve Hasan El Sabbah” adı ile Müberra Güney tarafından çevrilen derin bir araştırma eseri olan kitapda, Hasan Sabbah’a, “terörist” olmakla beraber, Otoritaryanizme, Sünnî Ortodoksluğa, Selçuklu boyunduruğuna direnmeleri, öte yandan, Mısırda Fatımî Devletinde Halifeliği asıl hak etmiş Nizar dururken Mustansır’ın küçük oğlunu seçenlere karşı mücadele etmiş olduğu için ideal bakımından mazereti bulunabileceği ima edilerek, bir ölçüde hoşgörü ile bakılmaktadır. Hedef seçtikleri kurbanların, sakarlık yapan hattâ, maksatlı olarak kimliklerine bakmadan geniş kitleleri seçen bugünkü teröristler aksine, istisnasız kurulu düzenin önderleri ve yöneticileri hükümdarlar, generaller, vezirler, seçkin din adamları, özetle önemli ve güçlü kişiler olduğuna işaret etmekte; ancak, tüm teröristlerin kaderlerinin nihaî ve mutlak yenilgi olduğu vurgulanmaktadır.

* İskenderiye Felsefe Okulu: Hrıstiyanlığı antik Yunan rasyonel düşüncesi ile yorumlama çalışmaları yapan felsefe okulu.
 

Yayın Tarihi : 5 Ocak 2010 Salı 15:40:16


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?