25
Mayıs
2024
Cumartesi
ANASAYFA

İnanç ve Hoşgörüsüzlük (133)

AFGANİSTAN'DA TALİBAN TERÖRÜNE YOL AÇAN OLAYLAR DİZİSİ (3):

Sovyetlere direnişe geçmiş Afgan Mücahidleri

1979 sonunda Sovyetlerin Afganistan’ı işgâl etmeleri, İsrael-Mısır Anlaşmasından hoşnut olmayan İslamî örgütlerin daha radikal biçimde hareketlenmeleri; Pakistan’ın laik ve sosyalist Cumhur Başkanı Zülfikâr Ali Bhutto’nun Genel Kurmay Başkanı General Ziya-ül Hak tarafından devrilerek, çok adaletsiz bir yargılama ile idama yollanması ve bu ülkenin İslamcılarına “Şeriat” vaadedilmesi ve İran İslamî Devrimi gibi İslam Âleminin fanatik kesimlerine umut veren başka evrensel değişiklikleri hemen izleyen bir dönemde gerçekleşmiştir. Genellikle İslâm Dünyasında olduğu gibi Afganistan İslamî tutucularının da Batı hoşnutsuzluğu vardı ama komünist olduğunu gizlemeyen kâfir bir hükûmetin iktidara gelmesi ve Sovyetlerin ülkeyi doğrudan işgâlleri İslamcıların ayranlarını kabartmış; Batı ile geçici bir ittifaka razı etmişti. Bu savaş sırasında sık kullanılan deyimle “Afgan mücahidleri”nin direnişi başlamıştı. ABD ise potansiyel bir İslam tehlikesinin farkında olmanın ötesinde, Orta Doğudaki karakolu İsrael aracılığı ile sürekli İslam ideallerine karşı mücadele içinde olmakla birlikte, “Soğuk Savaş”taki hasmı Sovyetlerin (bir zamanlar ABD’nin Vietnam batağına düşmesi gibi) Afganistan batağına girme gafletinden yararlanacaktı. Bu bakımdan kopkoyu Vahabî anlayışındaki mücahidlerin direnişlerini yönlendirecek bir “Yeşil Kuşak Projesi” (İslam gücünü Sovyetlere karşı çevirme) çerçevesinde, Afganistan’a, o zamana kadar esirgediği yardımları alabildiğine akıttı.

Hayber Geçidinde Jamrud Kalesi eteğinde Afgan Kabile Şeflerini bir İngilizle birlikde gösteren eski bir fotograf.

Direniş, Şiî İran da dahil, Fas’tan Türkiye’ye İslâm topluluklarında coşku yaratmış; gönüllü gruplarını Afgan mücahitlerine katılmaya sevk etmişti. Suudî Arabistan açıkça para ve silah yardımı yapıyordu. ABD’nin ve diğer İslam ülkelerinin yardımları ve gönüllü sevkiyatı da (gûya gizli olarak) komşu ülke Pakistan kanalı ile Hayber Geçidi üzerinden ABD’nin Pakistan’daki ajan ve danışmanları koordinatörlüğünde yapılıyordu. İlk ağıza, ABD’nin Demokrat Partili Başkanı Jimmy Carter, Sovyetlerin üzerine “Operation Cyclone-Kasırga Harekâtı” adı altında terör ekipleri oluşturmaları için mücahit gruplarına 500 milyon dolar vermişti. 1980 başından itibaren Başkanlığa geçerek Vietnam fiyaskosunun ve İran Devrimi sırasındaki onur kırıklığının küskünü Amerikan gençliğine ‘ulusalcı” bir rüzgâr vermeye çalışan Cumhuriyetçi Ronald Reagan Ziya-ül Hak rejimine Pakisan medreselerinde fanatik Afgan mücahitleri yetiştirmek üzere Suudî Arabistan’la birlikte 3.5 milyar dolar bağışladı. Aslında, Bhutto’nun devrilmesinde, hapishanede kaleme aldığı “From My Death Cell” adlı notlarından anlaşıldığına göre, 1972’de Başbakanlığı zamanından beri ele aldığı nükleer programı gerçekleştirmek için Fransa ile teknoloji anlaşması yapmasından korkan ABD entrikalarının parmağı vardı.

Ronald Reagan ile Ziya-ül Hak

BM Güvenlik Konseyinin 5 Daimî üyesi dışında kalan ülkelerin nükleer silâh yapamayacağı hakkında 1968 tarihinde Konseyce imzaya açılıp 189 ülke tarafından imzalandıktan sonra 5.Mart.1970’de yürürlüğe giren “Non-Proliferation of Nuclear Weapons (NPT)-Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Antlaşması”nı Hindistan, Pakistan ve İsrael imzalamamışlardı. Sosyalist bloku iyice büyütüp güçlendirmekten korkan ABD tarafsızlığını ilân etmiş Hindistan’ın Mayıs.1974’den beri başladığı, plutonyumlu nükleer patlama denemelerine ve 1980’lerde sürdürdüğü termonükleer silah yapma kapasitesini geliştirme çalışmalarına karşı endişesini ifade ediyor ama pek ileri gidemiyordu. Nükleer silahı olduğu iddialarına yanıt vermeye bile tenezzül etmeyen İsrael’e ise hiç ağzını açmıyordu. İnanç farkının yarattığı yüzyıllar süren ve Hindistan’ın parçalanması ile Batı ve Doğu Pakistan’ın kurulması üzerine 15 milyon insanın yayan yapıldak, sersefil yollara düşüp ters yönlerde yeni yurtlarına giderken birbirleri ile kapışmaları, açlık, hastalık yüzünden 2 milyonun kırılmasına neden olan Müslüman-Hindu düşmanlığı dinecek bir gazap değildi. Pakistan’ın ense kökündeki can düşmanına karşı savunma dengesinden esirgemesi haklı görülemezdi. Fakat ABD, potansiyel hasım olarak daima denetim altında tutmak istediği İslam topluluklarının, nükleer güce sahip olunca bunu sorumsuzca ve korsan taktikleri ile kullanmalarından endişe ediyordu. Pakistan’da nükleer çalışmalar yapıldığı söylentileri karşısında devamlı sesini yükseltiyordu. Benim de Pakistan’daki ikametim sırasında TÜBİTAK kurumumuzun Pakistan’a nükleer teknoloji ve bazı duyarlı parçalar devrettiği duyumu büyük gürültü yarattı. Ziyarete gittiğim Hindistan’daki Delhi Büyük Elçimiz Sayın Yalım Eralp, Hint Hükümetinden uyarı almamıza yol açılmasının adeta bir skandal olduğunu ifade etmişti. Fakat ne yaman çelişkidir ki ABD, nükleer araştırma yapmasına izin vermemesine rağmen hoşgörüsü ile şeriata soyunmuş müttefiki olan Pakistan’ın diktatörü Ziya ül Hak’ı, Sovyet-Afgan Savaşı sırasında hizmetine almıştı.

Sovyet işgâline karşı mücahitlerin direnişi başladıktan sonra Türkiye’de gerçekleşen 1980 12 Eylûl Darbesi’nden sonraki olağanüstü önlemler ve Cumhur Başkanı olan darbe lideri Kenan Evren’in Ziya-ül Hak ile sıkı dostluğunun etkisi ile de, tabanında çok karmaşık siyasal entrikaların ve toplumsal huzursuzlukların yattığı Afganistan’daki olaylar gazetelerde berrak bir şekilde yer almazdı. 1985’in 1.Şubatı sabahı, atandığım Karachi Ekonomi ve Ticaret Müşavirliği görevime başlamak üzere Karachi Hava Alanına ulaştığımda terminal binasının koca salonunu tümüyle doldurmuş ve dışarı kaldırımlara taşmış salkım saçak birbiri üzerine yığılmış, berbat kokan alelacayip kıyafetli, sarıklı ya da Peştun bereli sefil insancıkları istirahat etmeye çalışırken görmek beni korku verircesine şaşırtmıştı. Beni karşılamaya gelen selefim bunların Afgan sığınmacılar olduğunu söyleyince işin vahametini kavrar gibi oldum. Pakistan’ın ilk siyasal merkezi ve en büyük kenti Karachide, çok daha önce göçmüş ve burada yeni malikânelerini kurmuş, sosyete’ye girmiş bir kısmı yenilikçi hükümdarların yakını liberal Afgan kentsoyluları da görecektim. Afganistan’da kalan bir avuç İslamcı önder emrinde direnişe geçen fanatik kitlenin, mezhep ayrılıklarını da aşarak nasıl bir araya geldiğini görelim.

Gülbeddin Hikmetyar Öğrenciliğinde

Daha önce de değindiğimiz gibi Kabil İlahiyat Fakültesinde ders veren hocaların İslamî bilinç endoktrinasyonu bazı okumuş eylemci İslamcılar yarattığı gibi, Tagao Pir’i, Kale-i Boland Pir’i, Kapisalı Hafez Sahep gibi Nakşibendî pirlerini de etkilemiş ve bu yoldan bir “Şura-Danışma” Meclisi kurulmuştu. Kendileri perde gerisinde gizleyen İlahiyat hocaları ve Pirlerin tersine öğrenciler eylemlerini alenen sürdürüyorlardı. Adlarını daha önce andığımız hocalardan Gulam Niyazi ilk Şura Emiri” oldu; 1972’de Cemiyet-i İslamînin tüzüğünü düzenleyip yerini diğer muteber bir profesör olan Burhaneddin Rabbanîye bıraktı. Hareketin daha en başında örgütün öğrenci grubuna bir politeknik öğrencisi iken katılan Gülbeddin Hikmetyar 1975’de Cemiyet’in sekreterliğine getirildi. Onun şiddet yanlısı doğa ve tutumu, önce ihtiyatlı bir yöntemle Orduya nüfuz etme fikrindeki Burhaneddin Rabbanînin engelleme çabalarına karşın 1975 Temmuzunda eşgüdümsüz halk hareketlerine yol açmıştı. Bu ayaklanmalar kolaylıkla ve şiddetle bastırılmış; içlerinde hareketin kurucusu Niyazi ve diğer bazı ünlü profesörler de olmak üzere 200 kadar lider eleman ya çatışmada ya da idam edilerek öldürüldü. Kaçabilen Cemiyet üyeleri de Pakistan’ın, Peştunca konuşan mutaassıp Patan nüfusunu barındırdığı için yabancılık çekmeyecekleri Kuzey Batı Cephesi Eyaletinin Başkenti Peşaver’e yerleştiler. Bu hezimete rağmen, pek çoğu Peştun radikal öğrenci, kabına sığamayan Hikmetyarla birlikde, 1976-77 yıllarında Müslüman olmayanı kayıtsız koşulsuz kâfir ilan eden “tekfir” anlayışındaki “Hizb-i İslamî” adında ayrı bir oluşum kurdular. Hikmetyar, nefret ettiği Batının ittifakına İslam’ın kesin zaferi uğruna katlanmıştı.

Rabbanî, kendisine sadık medreseli İslamcılar, ülke batısındaki tarikat çevreleri, Farsça konuşan bazı Tacikler ile Cemiyet-i İslamî grubunu muhafaza etti. Şiddeti değil, ılımlı geçişi savundu. Fakat Sovyet işgâli üzerine o da bu barışçıl tavrı terk etti.

Doğallıkla, bazen farklı düşünen müderrislerin, bazen birey, aile, tarikat kaynaklı sömürü ihtiraslarının yarattığı İslamî fraksiyonlar bunlardan ibaret değildi. Pakistan’ın Balucistan Eyaleti Kuetta kentinde imamlık yapan Mevlevî Muhammed Nebî Muhammed tarafından Eylûl 1978’de Afganistanda kurulan“Haraket-i Inkılâb-ı İslamiye-i Afganistan”; Mevlevî Yunus Halis’in kurduğu “Hizb-i İslamî Halis; diğer cepheleri birleştirmeye soyunan Abdurrab Resul Sayyaf tarafından kurulan fakat ömrü uzun olmayan “İttihad-ı İslamî-i Mücahidîn-i Afgansitan”; Müceccidî ailesinden Sıbgatullah Müceddidî’nin kurduğu “Cephe-i Necat-i Millî-i Afganistan (Afganistan Ulusal Kurtuluş Cephesi); Batılı dostu Pir Seyyid Ahmed Geylanî tarafından, şeyh-mür’id ilişkisi temelinde kurulan “Mehaz-ı Millî-i Afganistan” (Afganistan’ın Ulusal Kaynağı) bu Sünnî fraksiyonlardan başlıcaları…

Asıl merak konusu olan solcuların militan deposu Şiî nüfusdu. Savaş sürerken 1982’de Şiîler de kendi aralarında bir “Şura Meclisi” kurup başkanlığına Seyyid Beheştîyi getirdiler. Devlet otoritesi zaafından yararlanan Beheştî, kendisi gibi Hazret-i Muhammed soyundan geldiğini iddia eden Seyyid Jaglan ile Hazaracat bölgesinde minyatür bir hükûmet kurdu. Fakat, deneyimsiz, yetersiz ve, Dünyanın her yerinde olsa da, saydamlığa yer vermeyen bağnaz İslam toplulukları için tam bir afet halini alan rüşvetçilik bu örgütlenmeyi de işler hale getirmedi. Seyyidler önce radikal İslamcılar ve Humeynî sempatizanı Şiîlerin desteği ile “Erbab” denilen feodal dinî kesimi tasfiye etmeğe soyundu. Bu defa İran yanlısı Şiîler, ezilen köylüleri koruma adına, onlara karşı cephe aldılar. Sonuç olarak, Hazaracat Bölgesinin de üçte ikisi Sovyet düşmanı Humeynîci olunca İslamî dayanışma güçlendi. Bu bakımdan İran’dan bağımsız Şiî Partiler: Seyyid Beheştî’nin “Şura-i Inkılab-ı İttifak-ı İslamî”si (İslam Devrimi İttifakı Danıştayı) ve Calrezli Seyyid Hüseynînin ülkenin Doğusunda ve Gazne Eyaletinde ayakda tutabildiği “Sazman-ı Mücahidîn-i Müstezafîn-i Afganistan” (Afganistan Ezilen Mücahidler Örgütü) adındaki iki oluşuma karşılık 8 önemli İran destekli Şiî hizibi oluştu. Bunlar da: İran’ın desteklediği bu sekizli koalisyonun sözcüsü Şeyh Abdülkerim Halilînin liderliğinde Kum Ekolünün radikal Ulemasın oluşturduğu “Sazman-ı Nasr” (Zafer Örgütü); Cagorî’nin yönettiği “Nehzad-ı İslamî-i Afganistan (Afganistan İslamî Hareketi); Irak Necef grubunun ruhanî lideri Ayetullah Hoyî’nin öğrencisi Ayetullah Muhsinînin Kandaharda kurduğu “Hareket-i İslamî”; çeşitli bölgelerden gelen bir grubun kurduğu “Pasdaran-ı Cihad-i İslamî (İslamî Cihad ya da Sipahî Muhafızları); gene çeşitli bölgelerden gelen Seyyidlerin oluşturduğu “Niru-e İslamî Afganistan” (Afganistan İslamî Gücü); Gazne’nin Angora kenti merkezli “Davet-i İttihad-ı İslamî Afganistan” (Afganistan İslamî Birliğe Çağrı); Kari Ahmed’in kurduğu “Hizb-i İslamî Rad-e Afganistan” (Afganistan İslamî Şimşek Partisi) ve nihayet 1988’de dört küçük partinin birleşmesinden oluşan “Cephe-i Müttehid” (Birleşik Cephe) fraksiyonlarıdır.

Bütün bunlar, Başda ABD’nin ve Suudî Arabistan’ın sevki ve büyük maddî desteği ile Sovyetlere karşı savaşmak üzere bir araya gelebildiler.

Oysa, Suudî parası ile motive olan mücahitlerin peşine takıldıkları “şeriat bayrağı” ülkeleri dışında yaşayan Kral ailesinden bir çok Suudî liderlerinin olduğu gibi Karachide karşılaştığımız Suudî Başkonsolosunun da umurunda değildi. Eşi, iç savaş sırasında, İsrael desteğinde Müslüman yerleşimlerini yerle bir eden Marunî General Michel Aoun’un hışmından kaçmış Nebatiye doğumlu Lübnanlı çağdaş kıyafetli bir hanımefendi idi ve Suudî uyrukluğuna bağlanmasına rağmen tesettüre girmemişti. Günlük ilişkilerinde çağdaş giysili olan ehl-i keyif Başkonsolos da ulusal Arap kıyafetleri ile verdiği davetlerin sonunda, gayrimüslimleri savıp biz din kardeşleri ile içki alemleri yapıyordu. Yaşam tarzına dokunulmaması için hiç ülkesine dönmez, ömrünü yurt dışı temsilciliklerde geçirirmiş.

Karachi’deki Suudî Arabistan Başkonsolosunun Lübnanlı tesettürsüz eşi ile söyleşide

Mücahidlerin mahiyetine nüfuz etmeden kutsallığına büyük saygı duyduğu şeriat sloganı ve kadınların peçe takma erdemi uğruna, Sovyetlerin de aslında çok gönüllü girmedikleri, kurulmuş Marksist Devletin, kurucusu Komünist devrimcilerin birbirlerine girmesi sonucu yıkılma tehlikesini içlerine sindiremedikleri için ideoloji yoldaşlığı hatırına katlandıkları bu sağlam hedefi olmayan savaşta bilinçsiz kitleler kırıldı;. Pakistan’a kaçanlar anavatandaki topraklarını kaybetti.
 

Yayın Tarihi : 10 Nisan 2010 Cumartesi 09:52:23
Güncelleme :10 Nisan 2010 Cumartesi 13:19:33


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?