31
Mayıs
2024
Cuma
ANASAYFA

İnanç ve Hoşgörüsüzlük (17)


BAĞIMSIZ TÜRK DEVLETLERİ İSLÂM MİSYONERLİĞİNİ YÜKLENİYOR: Dönemin saygın Basra’lı bilgini El-Cahiz’in, savaş ustası Türklerin övgüsü ile dolu 869 tarihli “Fazail-ül Etrak; Türklerin Erdemleri” adlı eserinde ikrar edildiği üzere, Türkler Hilafet merkezine hakim oldukları için, Orta Asyada, İslâm’a yavaş yavaş sempati gösterilmeye başlanıyordu. 80 yıl içinde Müslümanlığı seçen Türklerin sayısı 200.000’i buldu. Hatta bir söylentiye göre bunlara “imân”a gelen Türkler anlamına, “Türkmen” sözcüğüne evrilecek “Türk-iman” demişler; ama bunun tutarlı bir iddia olduğunu sanmıyorum. “Türkmen” sözcüğünün, Güneydeki Türklerden bazı farkları olan Hun kökenli Oğuz boylarına yakıştırılan “Türk manend - Türk’e benzer” deyimi ile ilgisi olduğunu daha isabetli buluyorum. Hilafet makamının zaafa uğradığı son dönemlerde, bir yandan Abbasî sınırlarına saldıran gayrımüslim Türkler yanında, Buharalı Ahmet bin Tolun’un valilik yaptığı Mısırda bağımsızlık ilân ederek kurduğu Tolunoğulları gibi Türk devletleri, Peygamber’in kızı “Fatma” soyundan geldiklerini iddia eden Fatımîler gibi Ehlibeyt Arapların tehdid ve hatta geçici iktidarları, öte yandan doğrudan İslâm’a girmiş ve İslâm misyonerliğine soyunan, ilk Türk İslâm devleti Karahanlılar, Gazneliler, hattâ Bağdat’ı, Fatımîler ve İranlı Şiî Büveyhoğulları adına işgâl eden Türk komutan Besasirî’nin elinden, Tuğrul Bey yönetiminde kurtaran Selçuklular gibi bağımsız Türk devletleri de meydana çıkmış, İslâm coğrafyasında kaotik bir kaynaşma doğmuştu. Elbette bunların uzun uzun kronolojisini yapacak değiliz. Bunların müdahil olduğu olayların gelişmesi sürecinde, özellikle, bazı coğrafyacılarca Asya’nın “Altkıtası” olarak anılan Hindistan’daki İslâmî fetihleri özerlerken, “İnanç ve Hoşgörüsüzlük” olan ana konumuz bağlamında bazı anekdotlara değineceğiz.

Hindistan’a İslâmı götürmek içim yapılan ilk sefer, Haccac-ı Zalim emrinde Yemen ve sonra İran Valiliklerinde liyakatini ispat eden Suriyeli komutan Muhammed bin Kasım El Takafî tarafından gerçekleştirilmişti. Karadaki çeşitli engeller ve Hayber Geçidini aşma güçlüğü göz önüne alınarak, Emevî Halifesi el Valid tarafından Hind’e deniz yolundan gönderilen Bin Kasım,Sind Eyaletine, bugün kendi adını taşıyan limandan karaya çıktı; İndus Irmağı boyunca Sind ve Pencap bölgelerinde geçici bir fetih yaptı. Ondan sonra Hilafet güçleri Hind ellerine adımlarını atmamışlardır. İkinci adım olarak, İran’ın Secistan bölgesinde 867 yılında oluşturulan “Saffarîdler” adında bir devlet adına, bu devletin kurucusu Yakup, Sind’i, o sıralarda elinde tutan Pers hükümdarının elinden tımar olarak aldı. Bakırcılıkla geçinirken işi eşkıyalığa döken, daha sonra iktidarını ispat eden Yakup kurduğu devlete, mesleğinden dolayı “bakırcı” anlamında “Saffarîd” adı vermişti. Başka bir İranî kökenli Samanoğulları hanedanının Horasan’ı zapt etmesi ile Saffarîdlerin de egemenliği sona erecek; ondan sonra da, Hindistanda meydan, başda Gazneliler olmak üzere, tümüyle Türklere kalacaktır.

Gazne Devleti, Samanoğullarının sarayında “hacib-ül hüccab”lığa (saray nazırı, başmabeyinci) kadar yükselen; fakat Samanî hükümdarı Mansur ile arası açıldıktan sonra Belh’e giden, burada Mansur’un, üzerine gönderdiği Samanî ordusunu bozguna uğratan Alp Tigin tarafından kurulmuştur. Onun yerine Gazne Emîr’i olan Sebüg Tigin, Hind racaları ile karşılaşan Türk hükümdarıdır. Hindistan kuzeyinde yapılan çarpışmada, kış koşullarına dayanamayan Hindu Şahî Racası Caypala’nın, bir milyon Şahî dirhemi, (o devrin savaşlarında tank hizmeti gören) 50 fil ve bazı sınır kalelerini verme karşılığındaki barış teklifini kabûl etti. 14-15 yaşlarındaki oğlu Mahmud’un, düşman tümüyle imha edilinceye kadar savaşın sürdürülmesini önerisine, Hindu komutanların tüm değerli eşyalarını yakarak kendilerini öldürmelerinin bir işe yaramayacağını düşündüğünden kulak asmadı; Samgan’ı yağma etmeklele yetindi. Fakat Caypala sözünü tutmadı ve kendisine refakat eden Türk subaylarını tutuklattı. Bunun üzerine, Sebüg Tigin gazaba gelerek, Langan bölgesine yürüyüşe geçti. Buna karşı Caypala, yerli racaları ve racputları (raca’dan bir derece aşağı şefler) yanında toplayıp güç kazanmış; muazzam bir ordunun başında ikinci kez Gazne’ye yürümüştü. Bugünkü Celâlabad kentinin 19 km. kadar güneyinde buluşan iki ordunun savaşında Türk süvarilerinin gene perişan ettiği Caypala ve bağlaşıkları İndus’un gerisine sürüldü; Kâbil, Samgan, Celâlabad, Langan bölgesi sürekli olarak Gazne Devletine bağlandı.

Çok geçmeden, Sebüg Tigin ile oğlu arasında çıkan bir anlaşmazlık Şehzadenin hapse atılması ile sonuçlandı. Bundan yararlanmayı düşünen Caypala, Mahmudu kışkırtmak için, onu hapisten kurtarmayı, kızı ile evlendirip, büyük bir servet bağışlamayı, ordularının başına geçirmeyi vaat etti. Mahmud’un, Racaya mektupla verdiği. “Onun bir kâfir ve köpek olduğu; sahibi ve önderi olarak bildiği babasının isterse kendisini öldürme hakkı bulunduğu” yolundaki yanıt ibret vericidir: Sebüg Tigin 907’de öldü. Kısa iç karışıklıktan sonra oğlu Mahmud, Gazne tahtına geçti ve Horasanı denetime aldı. O sıralarda, ana terminalleri Avrupa ile Çin olan İpek Yollarının kontrolünü, dolayısıyla güç ve kazançlarını Türkistan’ın İlek Hanedan’ına kaptıran Samanîlerle tüm ilişkilerini kesmiş; kendisini, Abbasî Halifesinin sadık hizmetkârı ilan ederek, tüm çabasını Orta Asya ve oradaki ticaret yollarının egemenliğine yoğunlaştırmıştı.

Altkıta fetihleri: a) kâfirlere cihad açma gibi kutsal bir görevi yerine getirme; b) dolayısıyla, Gazne’deki merkezine hazine, ikmâl tedariki ve becerikli sanatkârlar ve değerli bilginler celbi olarak iki ana amaca yönelikti. Mahmud yaşamı boyunca, düzenli olarak Hind diyarına 17 sefer yaptı. Hind’in zengin raca ve racputlarının (raca’da bir kademe aşağı hükümdarlar) kalelerini zapt etti. Şimdiki Pakistan’ın Kuzey Batı Cephesi Eyaletinin başkenti “Peşaver”de 1001 yılındaki utkusundan sonra Hindû Şahîlerin başkenti Yelabhandapura’ya yürümek üzere iken; kentin açıklarına gelen Hindû Şahî Racası Caypala’nın ordusunu ezdi. Raca’nın ve ailesinin özgürlüğünü, çok büyük miktarda para ve filler karşılığında, bağışladı. Fakat, onuru kırılan zavallı Raca Udabhandapura’ya döndüğünde, yaktırdığı bir cenaze ateşinin alevlerine kendini atarak intihar etmiştir. 1971 yılında, Peşaver kışlası alanında Intercontinental Oteli inşası için yapılan hafriyatta bulunan yığınla insan ve fil iskeletinin Mahmud’un, Peşaver savaşı kalıntıları olduğu tahmin ediliyor.

Mahmud, tüm seferlerinde, kuruluşu için ilk hamleyi yaptığını söyleyebileceğimiz bugünkü tüm Pakistanı ve Gücerat’ı ele geçirdi. Hintlilerin, M.Ö. 700’lerden beri, kültür ve sanatı ile gururu olan Ganhara yıkıldı; tarihe karıştı. Hindû Şahîler merkezlerini Tuzluk Alanı’ndaki Nandana’ya taşıdılar. Fetihleri arasında, 908 yılında Mısır’ın İsmailî Fatımî Halifeliğini tanıyan Multan’daki yöneticileri de etkisiz bırakmıştır.

Ele geçirdiği yerlerde düzen ve yasa egemenliği kurmuştur. Güçlü ve güvenilir otoritesi ile ticaret canlanmıştır. Karahanlılarla dostluk anlaşmaları yapmıştır. Hintlilerin çok zengin olan kültür ve biliminden yararlanılmıştır. Mahmud, tarih, matematik, astronomi, coğrafya dallarında çok derinleşmiş, yüz’ü aşkın kitabı olan, Tuzluk ovasında arz’ın çevresini öliçtüğü söylenen El-Birunî ile en ünlü eseri “Şehname” olan Tus’lu Firdevsî’ye çok itibar edip, maddî yardımda bulunmuş; klasik İran dili ve edebiyatını gelişmesine destek olmuştur. Gözünde kutsal bir simge olan Hilafet makamına karşı (aynı Tuğrul Beyin yaptığı gibi) çok saygı göstermiş; çıktığı her seferin raporunu hiç yakından görmediği Halife’ye göndermiştir. Dünyadan haberi olmayan Halife Kadir Billah, başlangıçta, eline gelen son derece tazimkâr (yüksek hürmetli) nameleri okudukça: “Yahu, kim bu adam, ikide birde bana nâme gönderir?” diye merakını ifade edermiş. Türk Sultanları içinde yalnız, Selçuklu deli fişek Melik Şah (Alparslan’ın oğlu), Halifeye karşı aşağılayıcı tavır sergileyecektir.

Ancak Mahmud’un, aşırı muhafazakârlığı yüzünden birçok sanat yapıtını tahrip etmesi, Müslüman olmayan Hindistan halkı nezdinde “ikonoklast”* ithamı ile nefret uyandırmıştır. Son seferlerinden birinde, Somnat kentindeki büyük tapınakta “Somnat” adı verilen değerli bir put vardı. Rahiplerin, bu put’u tahrip etmemesi karşılığında tüm gizli servetlerini verme teklifini geri çevirmiş: “Hüküm gününde, Tanrı’nın ‘kâfir putunu altın karşılığı sattın’ yargısı ile karşılaşmak istemem” diyerek onların rüşvetini geri çevirmişti. Somnat putunun parçaları, Gazne’de büyük Cami ve Mahmud’un sarayının merdivenlerinin taşları arasında yer aldı. Hintlilerin gözünde, akıncı, yağmacı, ikonoklast’dan başka bir şey olmamasına karşın, Mahmud’un en önemli erdemi, Ariyenlerin, kitlelere tahakküm amacı ile getirdikleri ve zavallı cahil yığınlara gönüllü olarak kabûl ettirdikleri Hindû inancındaki “Kast” sisteminin ağır mağduru “paryalar”ı Müslüman yaparak, özgür insan olma onurlarına kavuşturmasıdır. Gerçi Gazneliler ve sonra onların yerini alan, Afgan kökenli Gurîler,İslâmın “tüm putların tahribi gerektiği inancına sahip” bir mezhebin mensubu idiler ama, bu her iki fetih grubu da, sonradan, inançlarını ılımlı ve hoşgörülü bir anlayışa dönüştürmüşlerdir. Hindistan’da İslâm’a geçenler paryalarla sınırlı kalmadı; pek çok raca ve racputlar, kendilerine bağlı olanlarla birlikte İslamı seçtiler (ünlü Bhutto’nun soyu da bir raca ailesine dayanmaktadır). 


*İkonoklast (put kırıcı):
Bizansın bir döneminde özel bir sanat dalı eseri olan “aziz resimleri”ne “ikona” deniyordu. Suret yapmanın günah olduğunu zannedip bunları kıran ters inançtakilere “ikonklast” denir. Bazı sanat çevrelerinde de, eski sanatları ve kuralları hiçe sayanlar için de, pejoratif (aşağılayıcı) anlamda bu deyim kullanılmaktadır.

Yayın Tarihi : 29 Haziran 2008 Pazar 12:47:59


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?