17
Haziran
2025
Salı
ANASAYFA

İnanç ve Hoşgörüsüzlük (19)


KADIN HÜKÜMDAR RAZİYE SULTANANIN DRAMI: Moğol akınlarına karşı ustalıklı bir politika izleyen Delhi Sultanlığının kuruluşu hakkında bir küçük açıklama yapalım. Gaznelilerin halefi Gurîlerin lideri Muhammed Gurî, Hindistan’da kazandığı başarılardan sonra, Altkıtadaki Lahor merkezli İslâm yönetimini, 1193’de kölesi ve komutanı Kutbeddin Aybeg’e bırakarak yurdu Gor’a dönmüşdü. Hindistan’daki yönetim merkezi Delhi’ye taşındı. Kutbeddin Aybeg, başka bir tahribat yapmamakla birlikte, başkentte, “Kuvvet-ül İslâm” adlı büyük camii yapmak için 27 Hindu tapınağını ve “Kutb Minar” denilen Dünyanın en yüksek minaresini inşa için büyük bir kuleyi yıktırdı. Bu inşaatın ikmali Aybeg’in varislerine kalmıştır. Bundan sonra bir asır boyunca başka İslâmî eser yapılmadı ve kent genişletilmedi. Başka inançlara saygısızlık pahasına yapılan bu güç gösterileri, zamanımıza kadar gelen inançlar arası kan davalarını körükleyecektir. Kutbeddin Aybeg’in oğlu tembel ve liyakatsiz çıktığından, Türk subayları Delhi Sultanı olarak, gene bir kölemen ve Kutbeddin’in damadı olan İltutmuş’u seçtiler. İltutmuş çabasını Orta Kuzey Hindistan denetimini güçlendirmeye yoğunlaştırdı. Pencabı ele geçiren Gurîleri yenip etkisiz bıraktı.

Hindistan’daki egemenliği Halife tarafından resmen tanınan Delhi Sultanı İltutmuş’un mutluluğu fazla sürmedi; 1231’de en yetenekli şehzadesinin ölümü ile sarsıldı. Onun anısına, Delhide inşa ettiiği cami ve türbe, Kutbeddin Aybeg adına yapılanlara göre daha sade ve ürküntü vericidir; ama Altkıtada, daha sonra yapılan İslâm mimarlık eserlerinin çoğuna örnek olmuştur. Sultan, 1235’de, kanserden ölümüne kadar, şimdiki Pakistan bölgesinde egemenlik kavgası yapan Harezm’e de, korkunç Moğollara da ilişmemek kaydı ile diğer bölgelerde toprak elde edip krallığına güç kazandırdı. Sağduyusu ile, Moğollardan kaçan pek çok bilgine, deneyimli devlet adamları ve komutanlara sığınma hakkı tanıdı. Bu değerli sığınmacılar, onun Selçuklu modeline benzetmek istediği yönetimi ıslah etmede kendisine yardımcı oldular.

Güvenip Veliahd tayin ettiği oğlu kendisinden önce öldüğü, diğer oğulları da yeteneksiz ve havai oldukları için, yönetim konularına çok ilgi gösterip liyakatini kanıtlamış kızı, Raziye Sultana’yı Delhi tahtına varis göstermişti. Delhi’den ayrıldığı zamanlar, yönetimi, çoğunlukla kızına bırakırdı. Ancak, ölümü üzerine, Raziye’nin tüm hükümdarlığı Türk subaylarının “erkek” şovenizmi”ne karşı başarısız bir mücadele ile geçti. Başlangıçta, subaylar, onun ayyaş erkek kardeşi Rükneddin’i tahtta tutmuşlardı. Gerçek yönetim de Rükneddin’in annesi Şah Terken’in elinde idi. Raziye, değerini bilen Delhi halkının yardımı ile, 7 ay sonra tahtı ele geçirir geçirmez, bu kez Lahor’daki Türk valisi ayaklandı. Raziyenin üzerine gelen askerleri karşısında önce kaçan Vali, sonra özür diledi. Türk subaylar bir kadın, üstelik çok otoriter, zarplı bir kadın tarafından yönetilmeyi hazmedemiyorlardı. Bu konuda tarihçi Sirac şunları anlatır: “Raziye Sultana büyük bir monarkdı. Zekî, âdil ve cömertti…. ve savaş yeteneğine sahipdi. Bir hükümdar için tüm özelliklere sahipti; fakat doğumunda yanlış cinsiyet seçmişti. Bu bakımdan, erkeklerin gözünde bütün bu erdemlerin değeri yoktu.”

Raziye’nin değer vererek “İmrahor” tayin ettiği Habeş asıllı Melik Cemâleddin Yakut da, kökeni bakımından Saraydaki Türk emîrleri tarafından tutulmamıştı. Çıkan bir isyanda Cemâleddin öldürüldü. Raziye hapsedildi; yerine üvey kardeşi Behram Şah tahta çıkarıldı. Raziye’yi muhafaz altında bulundurmakla görevlendirilen Bhatinda Valisi Melik İhtiyaruddin Altuniye Raziye’yi sevmiş ve onun tarafına geçmişti. Raziye ile evlenerek birlikde Delhi üzerine yürüdüler. Fakat Bhatinda ordusu Türk subayları karşısında hezimete uğradı. Raziye ile kocası teslim olmayıp, gözden kaçarak yayan yapıldak yollara düştüler. Belki tarihdeki ilk feminist hareketi başlatan, çağının çok fazla ilersindeki Sultan İltutmuş’un bahtsız kızı Sultana, iktidar mücadelesinin dördüncü yılında, kocası ile birlikte eşkıyaların elinde parçalanarak can verecektir. O dönemde insanlık, özellikle Avrupa başta olmak üzere Orta Çağ karanlığı içinde idi. Ya, kadın haklarından asgarî ölçüde talepte bulunan baş örtülü Gonca Kuriş’in vahşiyane biçimde boğulduğu; Kuran’ın yeni baştan yazılması önerisinde bulunmak gibi bir fikir özgürlüğü kullanma cesaretini gösteren Bangledeşli Teslime Nesrin’in, orgazm’dan zevk almamaları için kız çocukların sünnet edildiği Somali’deki batıl inançlara ve uygulamalara karşı gelen ve “Kâfir” adlı eseri yazan Ayaan Hırsî Ali’nin aldıkları ölüm tehditleri karşısında uluslar arası korunma altına alındıkları bugüne ne diyelim. İslâm Alemi için çok utanılacak bir şey değil mi?

İltutmuş’un oğullarından hangisinin seçileceği konusunda aralarındaki nüfuz kavgası Türk subaylarını birbirleri ile silahlı çatışmaya sürüklemiş; devlet otoritesi iyice zayıflamıştı. Rahatça meydan okumaya başlayan Racputlar ve kuzey batı sınırlarını tehdit eden Moğollar karşısında çözülme tehlikesi belirmişti.

Moğollar dehşet verici biçimde güçleniyorlardı. Ard arda Rusyayı, Macaristanı, Polonyayı istilâ ederek Orta Avrupa’ya sarktılar. Asya Güney Batısında Kabil, Kandahar, Bûlücistana girerek İpek Yolu’nun denetimini ele geçirerek ticarete açtılar. Kervan yağmalamakla geçindikleri günler geride kalmış; devlet olma eğitimi alarak, toplumsal sözleşme yolundan daha kârlı çıkacaklarının ayrımına varmışlardı. Ticaretinden vergi aldıkları tacirlerin dinleri de umurlarında değildi. Ticaret yollarına güven geldi. Tarihte ilk kez, Moğolistan’a kadar seyahat eden ilk Avrupalı olan fransisken papazı Piano Carpini’yi, başda, Kubilay Han ile sıkı dostluklar kurmuş Venedikli Polo ailesi olmak üzere tacirler, Fransız krallarının ve Papalığın elçileri izledi. Ticaretin tüm tarafları bu direkt temasdan çok kâr sağlıyorlardı. O kadar ki, Moğolların mancınıkla saldırdıkları Lahor’un savunmasına Lahorlu tüccarlar hiç katılmamıştır. Fakat, kent’e arı sürüsü gibi daldıklarında gene yabanıl doğalarına dönen Moğollar yağma ve katliama başlayınca, akılları başlarına gelen halk tarafından da epey bir telefata uğradılar. Delhi Sultanlığının Kentten kaçan Valisi, halkın savunma konusundaki isteksizliğinden çok şikâyetçi olmuştur. O arada, Moğol Hanı’nın vefatı, Delhi Sultanlığına 1243’de yeni bir Moğol saldırısını püskürtme olanağını vermiştir. İltutmuş’un son varisi, en küçük oğlu Nasireddin Mahmud çok sofu olup dünya işleri ile ilgisi yoktu; yönetimi baş veziri Türk kölemen Balaban’a bırakmıştı. Balaban sonradan Delhi tahtına geçecek, teşrifat kuralları ile Saltanata bir ihtişam kazandıracaktır.

1243 yılı, aynı zamanda, Moğolların İlhanlı boyunun, Köse Dağı savaşında Selçukluları dize getirdiği; Anadolu insanına kan kusturmaya başladığı tarihtir. 1258’de, Hulâgû Han Bağdat’a girerek taş üstüne taş bırakmayacak; Nedim’in “Tahammül mülkünü yıktın, Hülâgû Han mısın, kâfir” dizesi ile harabiyet simgesi olacaktır. Konumuzla ilgisi olmamakla birlikte, yeri gelmişken, tırnak içinde, Anadolu’da Moğol varlığının, Türk kültürü bakımından hayırlı bir sonucuna işaret edelim. “Her kahrın bir nimeti vardır” derler. Selçuk Devletinin İran kültürü etkisi altına girip, resmî iletişim dilini Farsça olarak belirlediği, Türkçenin ve Türk kültürünün zeval bulma tehlikesi ile karşılaştığı bir dönemde, aynı kültür orijininden gelen Moğolların kullandığı dilin Türkçeye çok benzer olması Türk dilinin, artık geriye dönülmez biçimde Anadolu’da yerleşmesine yol açmıştır. Selçuklularla mücadelesinde, Halifeliği elinde tutan Memlûklarla ittifak halinde olan Karamanlı Mehmet Bey, 1277’de Konya’yı fethinde, “Bundan böyle dîvanda, dergâhda, bargâhda, hangâhda Türkçe konuşulacağı”nı ilân etmekle, önemli sayıda bir yazmanlar grubu için, gündemdeki tabirle, trauma yaratacak büyük bir ulusal devrim yapmıştır. Divan kâtipleri Türkçe bilmeyen İranlılardı; bunlar bir anda işlerini kaybettiler. Öte yandan, Arap alfabesinin Türkçeye uyumu son derece zor olduğu için Arap alfabesini Türkçede kullanacak Türk kâtiplerin başına büyük işler açıldı. Cumhuriyet döneminde Latin harfleri kabûlüne kadar Arap harflerinden Türkçeyi okumak, çoğu kez mizah konusu olan, çetin bir marifet oldu. “Trauma” anlayışının göreceliği bu örnekte çok belirgindir.

İlhanlıların 1294’de Horasan valisi olan Gazan Han Sünnî Müslümanlığı benimsedikten sonra Moğollarla Türklerin arası ısınmaya başlamıştır.

Yayın Tarihi : 8 Temmuz 2008 Salı 17:09:04


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?
Yorumlarınız
Yılmaz Ergüvenç IP: 78.173.218.xxx Tarih : 8.07.2008 18:32:45

Saygıdeğer Teoman, Bu nefis yazı serisini özlemle bekliyor ve çok istifade ediyorum. İslam mimarlığı konusundaki yeni yazı serimde bana çok yardımcı oluyorsun. Sağol.


Nazmi Öner IP: 88.254.169.xxx Tarih : 11.07.2008 23:46:56

Sayın Törün: Ortaokul ve liselerde yıllarca tarih dersi vermiş birisi olarak, yazılarınızı ilgiyle izliyorum.En çok dikkatimi çeken husus ise, resmi tarihlerdeki Türklerin İslamiyeti kabulü ile ilgili yazılannlarla, sizin yazdıklarınız arasındaki çelişki. Çünkü orada Arap komutanlar Haccac, Kuteybe, yezid vs.'nin, Türklere yaptıkları zulümden hiç bahsedilmezken, bunların İslam'ı yayan kahramanlar olarak yer alması.Ve sanki ufak tefek bir kaç çatışmadan sonra, Talas Savaşı sonrasında Türkler birden bire İslamı kabul edivermiş gibi bir havası var resmi tarihlerin. Bu yönleriyle, yazılarınızın gerçeklerin açıklanması açısından da büyük önem taşıdığını düşünüyor ve kutluyorum.