19
Mayıs
2024
Pazar
ANASAYFA

İnanç ve Hoşgörüsüzlük (21)


DÜŞMAN DİNLER ARASINDA UZLAŞI ARAYIŞI: Yaşam alanları Hindistan’ın Pencap bölgesinde olup bugünkü 20 milyon dolayındaki nüfusu ile toplam Hindistan nüfusunun % 2’ye yakını bir oran oluşturan, ayrıca Doğu Afrika, A.B.D, Kanada, İngiltere, Malezyada küçük gruplar halinde görünen, etnik nedenlerden büyük siyasî gailelere yol açan, ünlü Amritsar Tapınağından içeri devlet güçlerini sokmamak için ayaklanmalar çıkaran, Indra Gandhi’ye suikast yaparak öldüren, Dünyanın her yerinde, kamu alanlarına çene altına bağlanmış saç örgüsü sakalları, koskocaman türbanları ile girmekde ısrar edip hır çıkaran Sikhleri duymuşsunuzdur. Kimdir bu Sikhler? İnandıkları nasıl bir dindir? Aslında, “Nanak” adındaki zad, Hindularla Müslümanlar arasındaki bitmez tükenmez kavgalara deva olsun, ebedî barış sağlansın diye uzlaştırıcı bir felsefe olarak ortaya “Sikhliği” çıkarmış.

Kendi inançlarına bağnazca bağlı olan grupların, dinlerine, ibadet biçimlerine, kutsal kitaplarına eleştirel gözle bakılmasına tahammül edememeleri, inançlarına mutlak saygı gösterilmesini beklerken, başkalarının farklı kutsal değerlerine de alabildiğine saygısız davranmaları ve onları “kâfir” ilân etmeleri, zorbalıkla kendine benzetmeye çalışmaları aklın ve temiz yüreğin kabûl edemiyeceği, açık bir çelişkidir. Düşünün ki; Müslümanların ve Hinduların bir arada yaşadıkları bir kent’de bir Müslüman, ayaklarını bağlayarak yere yatırdığı bir ineği, bu hayvanı kutsal ve dokunulmaz bilen Hintlilerin gözleri önünde, yüksek sesle tekbir getirerek, elindeki koca bıçakla kesmeye kalkıyor. Öte yandan geniş bir alanda namaz kılmakda olan Müslüman cemaatin içine, İslâm dininde mekruh olan bir domuz yavrusu, muzip bir Hintli tarafından bırakılıveriyor. Böyle bir durumda, uslama ve felsefe formasyonu elbette beklenmeyecek, salt şartlandırıldıkları inanca bütün varlıkları ile bağlanmış ilkel insandan gelecek tepki olaganüstü tahripkâr olur. İşte yukarda görüntülediğimiz sahneler, yığınlarla kurbanların verildiği fecî sonuçlarla, asırlarca tekrar edildi durdu.

Bugün Pakistan’ın Pencap Eyaleti olan Batı Pencap bölgesindeki “Nankana Sahip” ( eski Talvandi) kentinde, 1469’da doğan Hindu asıllı, Nanak Dev Ji Vas adında, belki yaşadığı ortamın koşullarından duyduğu kaygıdan olsa gerek, içine kapanık, derin murakabelere dalan ozan yetenekli bir kişi yaşardı. Bu bilgenin ilk yaşamı hakkındaki bilgilerimiz, daha çok dayanağı olmadan üretilmiş efsaneler şeklindedir. Kiminin uzun süre Sultanpur Valisi Nevab Devlet Han Lodî’nin vekilharçlığını yaptığını, kiminim Talvandi ve Sultanpur kentlerinde ev hizmetkârlığı ya da de tahıl ambarlarında amelelikle geçindiğini söyledikleri bu ozanın, yaşamının belli bir evresinden sonra, mutlak güce sahip tek tanrı gerçeğine bağlandığı, misyonerlik gezilerine çıktığı, bu arada Mekke’ye, Medineye, Bağdat’a da gittiği anlaşılmaktadır. Hindu Rahiplerden başka, Müslüman ulema ve şeyhlerle görüşüp, kökeni Hindu geleneğinin karşıtı İslâm yaşam tarzı ve inancı hakkında bilgi almış. Hinduizmin kast sistemini, “satti” denilen dul kadınların ölmüş kocasının cesedi ile birlikde yakılma adetini, içki, tütün kullanmayı reddetmiş. Ancak tapma biçimini önemli görmemiş, Allahın her yerde herkesle birlikde olduğu inancı içinde Tanrı evinin yalnız “Kabe” olmadığı görüşü ile “Hac farizesi”ne de itibar etmemiş. Hindu dininin Nirvana ve Maya tasavvurlarını, reenkarnasyon’u (öldükden sonra, ruhun başka bir bedene göçünü) kabûl ederek dinler arası bir senkretizm’e (uzlaştırmaya) gitmiştir. Doğu’ya yaptığı gezilerde görüştüğü, Yogi denilen, din uğruna bazı dünyevî hazları feda etme (riyazet) felsefesini benimsemiş; bu felsefeyi, bazı zihinsel güçler kazanma uğruna beden faaliyetlerini çeşitli biçimlerde durdurma gibi görünür eyleme dökmeye çalışan çilekeşlere, zahitliğin (din uğruna bazı dünyevî fedakârlıklarda bulunmanın), hiç de böyle bedenini acayip şekillere sokmayı, küpeler takıp, alelacayip giysiler kuşanıp, kafa kazıtıp palyaçolar gibi dolaşmayı, kabristanları ziyaret etmeyi, “hac” yerlerinde kutsal sular dökünmeyi gerektirmediğini; zahitliğin, çürümüşlükler, yozlaşmışlıklar, yalan ve riyalar arasında saf ve temiz gönülle kalabilmekden başka bir şey olmadığını anlatmaya çalışmış.

Salt, kendi memleketi Pencapda değil İran ve Afganistanda da bir ölçüde ilgi ve itibar görmüş, sonunda bir zengin’in himayesinde Pencab’ın, Ravi Irmağı yakınındaki Kartapur köyüne yerleşmiş ve yaşamının son on yılını burada geçirmiş. Öğretisinin büyük bölümü bugüne kadar gelen kutsal ilahîlerden çıkarılıyor. Ticaretle uğraşan Khatri kastının bir alt bölümünde yer alması, izleyicilerinin hızla artmasını sağlamış. Akıl için tarik birdir; İslâm ile Hinduizmi uzlaştırma çalışmaları, salt ona özgü değildi. Kuzey Hindistandaki çağdaşı düşünürlerden, başda, kendisinden önce gelen Kabir olmak üzere, Ravidas, Naamdev vb. gibi bazıları, birlikde yaşadıkları Müslüman toplum’un kapılmaya başladığı tasavvuf akımından etkilenmişler, “Bakhti Hareket” denilen böyle bir senkretist anlayışın sözcüsü olmuşlardı. Fakat, devamlı gezi ve etkili vaazları sayesinde, sadece Nanak’ın öğretileri kalıcı oldu. “Guru” ünvanını (Sanskritçe: mürşit, rehber) nefesinin gücü ile kazandı.

Ölümünden sonra, en gözde müridi Angad, Sikh cemaatine liderlik etmiştir. Nanak’ın “reenkarnasyon” inancına uyularak, Angad’dan itibaren tüm Sikh liderlerine “Nanak namı verilmiştir. Ne yazık ki, bu erdemli filozofun fikirleri hazmedilemeyip, hemen ardından batıl’a sapma başlamıştır. Hakkında rivayet edilen öyküler, aslında, kimi Hindu, kimi, İslâm kökenli eski lejandlardan alınıp, ona yakıştırılmış şeylerdir. “Sakhi” (kanıt) denilen ve dizeler halinde verilen bu söylenceler “Guru Granth” adında çok geniş bir koleksiyon oluşturdu.

Nanak’ın akıdelerine tam ters biçimde, Sikhlerin tapınma esnasında yıkanmaları için yapılan “amritsar” (yaşam havuzu) denilen su başı giderek kutsal bir merkez ve tapınak oldu. Sikhler, diğer dinlerin mensuplarından gördükleri düşmanlık karşısında da, pasifist felsefelerini terk edip saldırgan bir yapı kazandılar. Indra Gandhi’nin, kendi koruma görevlisi bir Sikh tarafından öldürülmesi örneğindeki güveni kötüye kullanmak, kalleşlik gibi, en çirki bir günahdan bile kaçınmadılar. Guru Namak’ın sadece adı ve onun namına mücadele ederken, gerçekde neyin mücadelesini verdiğini bilmeyen ümmeti kaldı; ne yazık ki insancıl felsefesi değil... Nanak’ın tüm çabaları, tozu dumana karıştıran dinler arası kavgalara, bir fesat odağı daha ilâve edilmesinden başka bir sonuç çıkarmadı. Çünkü insanlar humanist felsefeye değil, azizlere ve ne olduğu anlaşılmadığı için haşyet verici ritüellere saygı duyuyorlardı.

Çocuk yaşlarımda, çok mütedeyyin bir polis memurundan dinlediğin bir anekdot’a o zamandan mim koymuştum. Öykü şöyle: Sahabeden biri; hatırımda kaldığı kadarı ile, Aşere-i Mübeşşere’den (henüz hayatta iken kendisine cennet müjdelenen on kişiden) Said bin Zeyd, yakınları ile toplu bulunduğu zamanlarda sık sık: “Ben gözümle görmediğim Allah’a inanmam” dermiş. Peygamber’in çok sevdiği, gözdesi olduğu için, olaganüstü hatır sahibi bu ulu zat’ın, çok haddi aşkın gibi gelen bu iddiasına karşı, yanındakiler ağızlarını açıp bir şey söyleyemezlermiş. Bu iddianın defalarca yinelenmesi karşısında, hazirûndan biri, cesaretini toplayıp sormuş: “Ya Seydî; senin ibadet ve taât’ını, namazını, niyazını, orucunu büyük bir özenle, aksatmadan eda ettiğine yakından şahidiz. Nasıl olur da, görmediğin Allaha inanmadığını beyan edersin?” –Yanıt: “Ben Tanrıyı görmez değilim ki; her baktığım yerde onu görüyorum.” Öyküyü anlatan saf polis memurunun yorumu şöyle oldu: “Bu zad, Allahın o kadar özenle yarattığı, seçkin ve sevdiği kul’u imiş ki; nereye bakarsa kendisini görme imtiyazını ona vermiş”. Henüz 11 yaşında olmama rağmen bu yorumu aklım basmamıştı; çünkü bana öğretilen Tanrının Hazet-i Peygambere bile göz kamaştıran bir”Nur” halinde göründüğü idi. Ama, aslında bu kıssada çok derin bir hikmet vardı; Tanrı, tüm evren’in varlığında kendi varlığını gösteriyordu. Fakat böyle bir yorum, kitleleri kendi ihtiraslı iradelerine bağlamak isteyen buyruk sahiplerinin umurunda değildi ve işlerine de gelmezdi. Nanak gibi, yola tam bir ruh saffeti ile çıkıp insanlığa ebedî barış’ı sunabileceğini umut etmiş hayırhah (iyilik, dürüstlük gözeten) bir bilgenin paradigması* bile alt üst edilip yozlaştırıldıkdan sonra…

Yayın Tarihi : 20 Temmuz 2008 Pazar 13:15:27


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?