19
Mayıs
2024
Pazar
ANASAYFA

İnanç ve Hoşgörüsüzlük (31)


İBERİK YARIMADASINDAKİ ENGİZİSYON VE SÖMÜRGELERDE DİN’İ ARAÇ YAPARAK GERÇEKLEŞTİRİLEN SOYKIRIMLAR: Katolik inancı dışındakilere uygulanan “engiziyon” örgütlenmesi altındaki takibat, zulûm, feci idamlar ve soykırımların en korkunç örnekleri, zamanında İspanya ve Portekizde verildiği için bu bahis dizinin biraz uzun bir bölümünü oluşturacak. Elbette, tarihin bu çok acı sayfalarının hatırlatılması, hâlen ülkemizle sıcak ilişkiler kurmuş ve Avrupa Birliğinin çok saygın üyeleri olan İspanya ve Portekiz’in ileri uygarlık düzeyine erişmiş, insan hakları ilkelerini sindirmiş halklarından mantıksızca hesap sormak için değil, hâlâ dünyanın her köşesinde görülen, Ortaçağ karanlığından kendilerini kurtaramamış kökden dincilerle yapılması gerekli küresel savaşıma naçiz bir katılım amacından ibarettir.

İberia’daki engizisyon tarihini ayrıca ele almamızın bir nedeni de, daha önce değindiğimiz gibi, bu coğrafyada, uzun süren Müslüman egemenliğinin, pek az istisnası ile dinsel ayrımcılığa yer vermeyişi sonucu bu zulûm tezgahının farklı zamanda ve koşullarda ortaya çıkmasındandır. İspanyol rahiplerin, Fransadaki Kathar avına katıldıklarını da gördük. Müslüman istilası ile kuzeye sürülen Hrıstiyanların kurdukları küçük krallıklar güçlenip, Endülüsde “reconquista-yeniden fetih” hareketine geçince, Avrupanın diğer ülkelerinde hemen hemen tamamlanmış Yahudi ve sapkın (!) mezhepler tasfiyesi burada başlatıldı.

İspanyol engizisyonuna geçmeden evvel, Avrupadaki insafsız Katolik baskısı ve katliamların başlama ve sürdürülmeleri ile bu kıtanın başlıca kentlerindeki görkemli katedrallerin inşasına başlanması ve yapımlarının sürdürülmesinin aynı zaman dilimine rastladığına dikkatlerinizi çekmek isterim. Piskaposluk makamı kilise olan katedral sözcüğü de Yunanca “Kathedra-makam”dan türemiştir. Yani, göz kamaştırıcı görüntü effektine itina gösterilmiş bu özel kilise binasının ortaya çıkışı ile ruhban sınıfının, toplum ve evrensel ahlâk eğitiminden yoksun, içgüdüleri ile davranan ilkel halk üzerinde saltık rehberlik hakkı ve egemenliği artık kurumsallaşıyor; din devleti güçlendiriliyor; İsanın ve havarilerinin yoksulluk dayanışması tarihe karışıyordu. Ruhban sınıfının rehberliğine ve dolayısıyla kendisine statü ve maddî çıkar araçları temin etme açıkgözlüğüne karşı çıkanlar vahşiyane biçimde kahrediliyordu. 1000 yılından önce, Fransada az masrafla yapılan mütevazî katedraller bugüne kalmamıştır. Papanın ülkesi olarak, elbette İtalyada başlayan katedral inşaatı IV.-VI. asırlardan itibaren görülür. Bunlar ve XI. asır sonlarında Venedikde yapılan San Marco mimarî bakımdan Bizans uslûbundadır. İtalyada genelde gotik stili benimsenmedi. XII. asırda, özel uslûpda Modena, Ferrara, Parma, Piza, Arap uslûbu ile Amalfi, Salerno; Normandiya-Bizans stili karışığı Palermo, Cefalu, Monreale katedralleri o yüzyılın katedral zenginliğini gösterir. Başlangıçda, Romalıların “barbarlar” nitelemesi için kullandıkları “Gotlar”ın yontulup sanatta uslûp arayışına girmelerinden sonra yarattıkları “Gotik” sanat anlayışı 1150’lerden itibaren Noyon, Laon, Sens, Soissons, Senlis ve Paris’de; XIII. asırda Chartres, Reims, Rouen, Amiens, Bourge’da inşalarına başlanan katedrallere uygulanmıştır. İtalyada, Floransada 1300’lerde yapımına başlanan Santa Maria Fiore Fransız gotiğinden farklı ise de, Siena, Orvieto, inşasına XIV. asırda başlanan Milano katedralleri gotik tarzındadır. Diğer Got yerleşimli ülkelerdeki ve Rönesans döneminde inşa edilmiş katedralleri açıklayarak bu konuyu uzatmayalım. Sadece, bölüm ilgisi bakımından, İspanyada, binası Emevîlerin elinden alınan Cordoba,, İslâm mimarîsi etkisindeki Avila, Zamora ve Eski Salamanca, Fransız gotiği uslûbundaki Toledo, Burgos ve Leon katedrallerine değinelim. İnşaat tarihindeki toplumsal sefalet koşulları bakımından olumsuz cephesinden aldığımız katedrallerin, mimarî değerleri ile insanlığın görkemli dünya mirası olmaları yönünden sanatsal özelliklerinin işlenmesini sevgili Yılmaz Ergüvence bırakalım. Sıra kemerleri, çevre koridorları, koro bölümleri, ek kilisecikleri, saysız yüksek kapıları, pencereleri, vitrayları, triforyum adı verlilen büyük galerileri ile ısraf anıtı olan bu alâmet binalar, toplum ve evrensel ahlâk eğitiminden yoksun, yaşadıkları dünyadan umutlarını kesmiş, içgüdüleri ile davranan ilkel halka, sömürülmeleri ürünü değil, Tanrının yüceliğini, onların huzurlarına rahipler aracılığı ile getirilmesinin delili olarak gösterildi. Tıpkı, şimdi, ülkemizdeki cemaat dayanışması çerçevesinde tezgâhlanan Millî Görüş, Deniz Feneri Vakfı, Kombassan, Yimpaş, faizsiz İslâmî sermaye ve yatırım, Ali Dibo ihaleleri, çarşı-ibadethane inşası vb. için gösterilen tutkulu çabalar benzeri bir din istismarı mekanizması tablosu gibi. Müminlere rehberlik taslayanların aslında Allaha şirk koştuklarını açılayan Yaşar Nuri Öztürk; Kur’anın “Araf Suresi”nin: “Sadece Rabbinden inenlere uy: Velilik taslayanların öğütlerine kulak verme! Bunlar şirktir.” mealindeki 3. Ayetine gönderme yapan Süleyman Ateş gibi saygın İlâhiyat hocalarımızın yırtınmalarına karşın evliya, rehber, sultan peşinde, cennet arayışındaki meczub kardeşlerimiz; bu tarih kayıtlarını iyi okuyun. Dinlerdeki istismar tezgâhının farkı yoktur. Tek fark engizisyon’un, silahlı güçlerle ittifak kurduğu için çok acımasız olması idi.

Sevgili genç okurlarımdan, Fyodor Dostoyevsky’nin “Karamazov Kardeşler” isimli eserini okumamış olanlar varsa, bu dev yapıtın, özellikle, baba Karamazov’un üçüncü oğlu Alyoşa’nın, hiç fanatik yapıda değil iken, bölge manastırındaki kıdemli rahip Zossimanın sevecen telkinleriyle rahipliği seçtikden sonraki yaşadığı ortamda, aydın düşünceli kardeşi İvan, komşuları malikane sahibi, liberal ve özgür ruhlu bir ateist olan Miusov ve hermitaj’da (inziva hücresi) çile dolduran papazlar huzuru ile, Kilisenin rehberlik ve yönetim yetkisi üzerinde derin analizlerin yapıldığı tartışmalara ait uzun pasajları dikkatle okumalarını öneririm. Muisov, Devletin ilga edilerek onun yerini kendilerinin aldığı iddiasındaki kiliselerin tümel rehberlik yetki tutkusu ile Roma’daki Papa’nın evrensel egemenlik ihtirası arasında parelellik kurar bunu “Ultramontanizm” olarak niteler (Papa’ya “Dağın (Alp dağları) ötesindeki adam” anlamında “Ultramontan” epitet’i verilmekte idi). Tartışmaya giren (Ortodoks) papazların bazıları, Hrıstiyanlığı kabûl eden Roma’nın, varlığını dinsel devlet egemenliği ile sürdürme gibi bir politikaya baş vurduğunu; İsa’nın yeryüzüne Tanrının krallığını kurmak için geldiğini; fakat bunun dünyevî değil, uhrevî bir egemenlik olduğunu; din hakimiyetinin yoluna dağların engel olmayacağı gibi tutarlı bir mantığa dayanmayan fikirler öne sürerler. İvan, İsa’nın, olan bitenleri denetlemek üzere İspanya’ya inişi ile ilgili bir anekdot anlatır; İnsanlara Tanrının egemenliği, şefkât ve barışın erdemini tanıtmaya çalışmış olan Peygamber, Kiliselerin ihtişamını, ruhbanın lüks içinde yüzdüklerini, çıkarcılıklarını, şefkâtten nasiplerini almadıklarını, zulûm yaptıklarını, halkın bilisizliğnden yararlanarak yanlış vaazlar verdiklerini görünce feryat figan eder, onları şiddetle azarlamaya başlar. İspanyol engizisyonunun en kötü şöhretli baş engizitörü Torquemada, kendilerini itham ederek kamu ve kilise düzenini bozmaya çalışan bu çılgını yakalatır; diri diri yakılması kararını aldırır.

Biografisini ilerde Torquemada, Victor Hugo’nun bir manzum dramına konu olmuştur. Bu oyunda, müebbet hapse hükümlü iken, birbirleri ile sevgili bir kız ve bir oğlan tarafından kurtarılan ve ayrıca Papa’nın affını kazanan Torquemada, İspanyaya dönüp engizisyonu kurunca, onu bir günah işlemek pahasına kurtaran çocukların ruhlarını arındırmak gibi ulvî (!) bir düşünce ile onları ateşe attırır. Yahudi asıllı iken Katolik dinine geçen; kendi çıkar içgüdülü şizofren ruh ve zihin hâlini, cennetteki ebedî mutluluk beklentisindeki inanan kitleye sirayet ettiren Torquemada engizisyon sisteminin genel simgesi olmuştur.

Bu bağlamda bir anımı nakletmeyi yararlı görüyorum. XXIII. Johannes adı ile 1958-1963 tarihleri arasında papalık makamını işgâl eden Angelo Giuseppe Roncalli’nin, benim ABD’de bulunduğum vefatı tarihinde, bir rastlantı elime geçen, aşırı dinci bir Katolik cemaatince yayınlandığı anlaşılan bir gazetede yer alan bir makale bana bu şizofren yapıyı hatırlatmıştı. Müteveffa papanın, Kardinalliği sırasında Türkiyede Vatikan Büyük Elçisi olarak görevli iken, tesadüfen Ulu Atatürk’ün uygulamaya geçirdiği “lâiklik” ve “kıyafet” devrimi çok çirkin ve saldırgan bir dille yorumlanıp eleştirilmişti. İğrenç bir yakıştırma ile “Din ve özellikle Katoliklik düşmanı, Allahsız diktatör Atatürk” olarak nitelenen önderimizin, kasden Kardinal’i hedef alarak dinî kisve ile gezilmesini engellendiği dile getiriliyordu. Bu örümcek kafalı katolikler gibi, gûya yüksek düzeyde teoloji ve din tarihi eğitimi aldıkları hâlde hâlâ zihinlerindeki teşevvüşü, mantık parçalanmasını tedavi etmemiş olan, üstelik kiliselerinde sık sık rastlanan pederasti (oğlancılık) olaylarına pişkince kulak tıkayan şu andaki yüksek rütbeli katolik ruhban sınıfının sık sık değindiği Müslümanlığın bir zulûm dini olduğu ağız sakızını hatırdan uzak tutmayarak Katolikliğin seyyiatını ibretle nakletmeyi sürdürelim ve lâikliği toplumumuza armağan eden Atatürk’e minnetlerimizi bir defa daha ifade edelim.

Yayın Tarihi : 11 Eylül 2008 Perşembe 17:38:26


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?