8
Haziran
2025
Pazar
ANASAYFA

İnanç ve Hoşgörüsüzlük (74)

OSMANLIDA FARKLI UNSURLARIN DURUMU:

İlerde ağır tektonik hareketlere yol açacak gerginlikler yer altına itilmiş ise de Avrupa’da inanç hoşgörüsünün en azından hukuksal düzlemde olgunlaştığı 1870’li yıllardan geriye dönerek bir din Devleti olan Osmanlının farklı unsurlara bakışını görelim.

Objektif bakışını çok takdir ettiğim değerli siyaset tarihçilerinden Prof. Dr. Mete Tuncay bir panelde, Yahudilerin Osmanlıdaki durumu hakkındaki değerlendirmesini: “kötünün iyisi” olarak yapmıştı. Ben de, peşinen, Osmanlının tüm ötekilere tavrını, en azından bir Devlet politikası olarak, tarih boyunca diğer ülkeler otoritelerine kıyasen “kötünün bir hayli iyisi” değerlendirmesi ile özetleyeyim.

Fatih’in İstanbul’a girişi. Fausto Zonaro’nun eseri.

En başta verilecek örnek, Osmanlının ötekilerle en fazla iletişime geçtiği İstanbul’un fethinin hemen başında, Fatih Sultan Mehmed’in, tüm tebaayı eşit ölçüde hoşgörü ile himaye politikasını çok net ve çarpıcı biçimde ortaya koymasıdır. Egemenlik altına alınan tüm etnik ve dinî gruplara bir baş yönetici seçilmesi Sultan tarafından derhal her gruba tebliğ edilmişti. Fetih sıralarında sona ermemiş Lâtin ve Ortodoks uzlaşmazlığı yüzünden manastırda inziva hayatı yaşayan Yenadius Scolarius’u Rumlar Patrik seçip Sultan’a bildirdiler. Yenadius, Sultan tarafından Istabl-ı Âmire’den (Saray ahırından) çok görkemli bir biçimde süslenip, donatılarak kendisine tahsis edilmiş at üzerinde, ruhanî heyet refakatinde Fatih’in huzuruna celbedilmiştir. Kendisini ayakta karşılayan ve ayaklarına kapandığı Sultan, Patriğe çok iltifatlarda bulunmuş; ruhanîliğinin simgesi olarak Kayserlerin (Bizans kralları) iktidar göstergesi gümüş bir âsâ’yı eliyle teslim etmiş; bin altın da harçlık bağışlamıştır. Yenadius Padişahın sağlık ve afiyeti için dua okumuş; Padişah da onun gereksinim ve dertlerini bizzat kendine bildirmesini söylemiş; onurlu bir törenle onu uğurlamıştır.

Keza, Hrıstiyanlığın tüm diğer mezhep liderlerini de konumlarında tutmuş; onları da âsâ ve kılıçlar vererek onurlandırmıştır. Haccac-ı Zâlim, Kuteybe, Halid bin Velid, Mesleme, Esed ibn Abdullah, Halid ibn Abdullah vb. gibi İslam Arap komutanlarının yıkıcı ve çapulcu geleneklerinin öğretisini almış bir kısım ileri gelenler Sultan’a: “İslâm bu kadar kuvvet ve ûlviyyet bulmuşken Hrıstiyanların ya zorla İslamlaştırılması ya da kılıçdan geçirilmesi” gerekir” itirazı yapmışlar. Dirayetli genç Padişah’ın yanıtı: “İslam’ın bu ölçüde korunması şeriatı aşmaktadır” şeklinde olmuş.

Fatih, temel olarak azınlıkları Ortodoks Rumlar, Gregoryen Ermeniler ve Yahudiler hierarşisine göre ele almakta idi. Bunları (etnik değil, dinî anlamda) ayrı millet olarak görüyordu. Fakat hemen fethin akabinde Haziran 1453 “Galata Ahitnamesi” ile, Galata’da varlıklarını sürdüren Levanten Cenevizlilerle yaptığı bir antlaşma ile tüm gayrimüslim topluluklara kendi dillerini kullanma ve kendi dillerinde eğitim görme, inançlarını serbestçe yaşama, kendi kültür ve geleneklerini yaşama ve tarihî varlıklarını huzurla sürdürme haklarını vermiştir. İmparatorluğun sonuna kadar çeşitli gayrimüslim unsurların haklarının tespiti için ayrı ayrı nizamnameler çıkarılacaktır.

Hatta, Fetih öncesi 1451’de Bursa’da Ermenilerin ruhanî lideri Arşövek Hovakim’i (Joachimi) ziyaretinden beri sempati duyduğu Ermeni cemaati için, başka mezhepten olduğu gerekçesi ile Bizans İmparatorlarınca İstanbul’da kurulmasına izin verilmeyen Ermeni Patrikliğini (Badriarkan Hayots Bolso) 1473’de Nişanca (Kumkapı) semtinde kurdurur. Bu tasarrufunda, her zaman güven duyulamayacak Rumlara karşı bir denge unsuru oluşturma tedbiri ve çok sanatkâr yetiştiren Ermeni toplumundan istifade düşünceleri de rôl oynamış olabilir. Gerçekden, XIX. asır başında Avrupa ülkelerinin Osmanlı topraklarında çıkardıkları fesat hareketlerine, özellikle Rusların “Kutsal İttifak”ı icadetmelerine kadar Ermeniler bir sorun çıkarmamışlar; “Tebaa-i Sadıka-Sadık Uyruk” ya da “Millet-i Sadıka” nitelemesi ile taltif olmuşlardı.

Osmanlının farklı unsurlara şefkâtle yaklaşımına başka bir örnek, daha önce de değindiğimiz yabancı diyarlarda gadre uğrayan gruplara kucak açılmasıdır. Fatih, 1470’de, Doğu Avrupa’da dikiş tutturamayan Aşkenaz Yahudileri ile Rus Karaimleri kabûl ettiği gibi oğlu ve halefi Sultan II. Bayezid’in emri ile Endülüs Müslümanlarını denizden kurtarmak için İberia Yarımadasına sefer eden Kemal ve Pirî Reisler, Elhamra Kararnamesi gereği İspanyadan kovulan 150.000’den fazla Yahudiyi Osmanlı topraklarına taşımışlardır. Bana göre bu olaylar Türk tarihinin en onurlu kayıtları arasındadır.

Bu farklılık, belki de, çok karışmış Osmanlı insanının farklı yapısından, ya da uygulanan şeriat sisteminin üstünlüğünden değil, devinim içinde bulunduğu coğrafyadaki çok çeşit ve sayıda farklı unsurlarla yönetim arasında ihtiyatlı bir denge arayışından yani dirayetli bir siyasetten ileri gelmiş olabilir. Nitekim, yeni fethedilmiş yabancı topraklarda fesada sebebiyet verilmemesi, nizamın süratle tesisi için, yeni karşılaşılmış anasıra (unsurlara) adaletle muamele edilmesi yolunda merkez tarafından verilmiş kesin talimatlar bunu göstermektedir. Yoksa, çoğu kez “eşitler içinde en eşit” diye mizah konusu yapılan “primus inter pares-parçalar arasında birinci” vecizesi her yerde geçerli olmuş; aşağılanan azınlıkların güvenliği her zaman diken üzerinde, boyunları bükük kalmış; huzurları sürekli bozulmuştur. I. Dünya Savaşı sırasında Avusturya-Macaristan yetkilileri tarafından göz altında tutulmuş Bosnalı YugosIav diplomat ve yazar Ivo Andriç, determinist (belirlenimci) felsefesi ile ile yazdığı Nobel ödüllü “Na Drini Çupriya- Drina Köprüsü” adlı eserinde, Osmanlının Bosna’ya gönderdiği yöneticilerin bireysel mizaçlarına göre kimi zaman geçirilen huzurlu günleri, kimi zaman kazığa geçirilmiş insan manzaralarını, çocukları yeniçeri ocağı için devşirilmek üzere alınan ailelerin yürek yakıcı feryatlarını, olabildiğince nesnellikle yansıtmaktadır. Fakat devşirilen çocukların onurlu bir ocağa intisapları, mükemmel eğitim sonucu Sadrazamlık katına varıncaya kadar ufuklarının açılması, öte yandan, bu sistemi asırlarca sonra uygulayan Rus Çarlık rejiminin orduya devşirilen Yahudi çocuklara reva gördüğü zulûm göz önüne alındığında Ortodoks (katı anlamda) Hrıstiyanların tavrına kıyas edildiğinde, o zamanın kabûllerine göre pek âlâ insanca olarak değerlendirilebilir.

Bu arada, Saraya intisap eden gayrimüslim kadınların da kesinlikle İslam’a geçirildiğini, pek çok ibadethanenin cami haline getirildiğini anmamız gerekli. Değerli Mimarlık Tarihi profesörü Sayın Filiz Özerin vurguladığı üzere, Fatihin, Aya İrini’yi Hrıstiyan olan annesinin ibadeti için kilise olarak muhafaza ettiği rivayetinin aslı bulunmamaktadır. Kökeni belli olmayan Hüma Hatun da, tüm saraylılar gibi Müslümanlaştırılmıştır.

İnsan yaşamı ile ilgili tematik eserler veren Türk sanatçı Mevlut Akyıldız’ın “Sefarad Yahudilerinin İstanbulda Sultan Bayezit II. tarafından karşılanışı” tablosu.

Günlük yaşamda, özellikle kılık kıyafetle ayrı kimliklerin açık biçimde gösterilmesine, temel unsur Müslümanın üstünlüğünün vurgulanmasına Osmanlıda da büyük bir özen gösteriliyordu. Divanda yazılan nizamnamelerde, Gösterişli Müslüman kıyafetlerinin yasaklandığı gayrımüslimler için kendileri için belirlenen boyut ve renklerdeki kıyafetlere kesinlikle uyulması kayıt altına alınmıştı. Siyah giyen Yahudiler ve Hrıstiyanlardan ayrılmak için Müslümanlar renkli giyiniyorlar, özellikle üst giyimde yeşili, ayakkabıda sarı’yı tercih ediyorlardı. Yahudiler de zaten kendi kimliklerini her bakımdan belli etme itiyat ve geleneğine sahiptiler.

Gene “cizye” gibi gayrimüslimler üzerine salınan (Tanzimat’ın ilânı ile kaldırılan) farklı parasal yükümlülükler söz konusu idi. Bunlar da, Hrıstiyan yönetimlerdeki ezicilikde olmamış; belli bir anlayış ve insaf çerçevesi içinde uygulanmıştır. Yeri geldikçe tip ve dayanakları hakkında özet ayrıntılar vereceğiz.

Osmanlının, çapulcu Rodos şövalyelerinin pençesindeki Kıbrıs’ın fethini tamamladığında Adaya huzur ve adaletin geldiği yabancı tarihçilerce de kabûl edilir. Fakat, zamanla ötekinin onur ve güvenliğine duyulması gereken itina erozyona uğrayacaktır. Bir Rum papazın sırtına eşeğe biner gibi çıkıp onu kırbaçlayan yeniçerinin davranışı münferit bir vahşet bile olsa bu çirkin suçu hangi otoritenin sorgulayacağı konusu ortaya çıkar. Ancak, farklı unsurlar arasındaki hoşgörüsüzlüğün sorumlusu çoğu defa Devlet otoritesi değildir. Rejim, belki başta büyük bir dinamizm veren, fakat sonuçda her an insan haklarının ayak altına alınmasının, toplumsal gelişmenin engellenmesinin mukadder olduğu, önyargı ifritini yaratan teokratik rejimdir ve burada kurban salt azınlık değildir; toplumun, esas unsuru da başta olmak üzere kendisidir; çoğu defa da bizzat otoritedir. Osmanlı, elinden geldiğince azınlığa zarar vermemeye çalışmış; fakat asıl zararı kendine vermiş; intiharını hazırlamıştır. Anlatalım.
 

Yayın Tarihi : 21 Mayıs 2009 Perşembe 12:55:21


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?
Yorumlarınız
ali önder IP: 88.239.25.xxx Tarih : 21.05.2009 21:48:01

Teoman Beğ, yazılarınızı zevkle takip ediyoruz. Bizleri aydınlattığınız için sizlere sonsuz teşekkürlerimizi bildiririz.