17
Haziran
2024
Pazertesi
ANASAYFA

İnanç ve Hoşgörüsüzlük (80)

OSMANLIDA KÜLTÜREL HOŞGÖRÜ:

Darüssaade ağasının çocuk yaştaki bir Osmanlı şehzadesini sünnet törenine götürmesi (1720-1732)

Osmanlının inanç farkı olan azınlıklara hoşgörüsüzlüğünden ziyade İmparatorluğun aslî unsuru Türk soylulara gadrinin kıyas edilemeyecek kadar ağır olduğunu bazı siyasal olayların seyrini izlerken gördük. Din farkı gözetmeden insanların eşitliği idealini savunduğu için susturulup asılan Şeyh Bedrettin’den sonra asırlarca Batıdan ithal edilemeyen “Humanizma” ve “İnsan hakları” kavramlarının yerine toplumsal barış ve kamu düzeni bilincinin egemen olduğu Osmanlı bir Jandarma-Devletti (Etat-gendarme). Bu devlette kültürel gelişme alanında da, güçlü olması hedeflenen merkezî yönetimde kullanılacak görevlilerin eğitimine gösterilen itinaya karşılık ülke çapında örgün bir eğitimden söz edilemez. Bu bakımdan, temel öğrenim kurumları: “Acemi Oğlanlar Ocağı” ile “Enderun Mektebi” denilen resmî kurumlar olmuştur. Bunların birincisi, I.Murad zamanında uygulanmasına başlanan savaş esirlerinden ya da Osmanlı Hrıstiyan ailelerinden seçilen gençlerin 3-8 yıl Türk aileleri nezdinde hizmet edip İslam ve Türk kültürü kazandırıldıktan sonra asker olarak eğitilmek üzere verildikleri ocaklardı. Enderun Mektebi ise, II.Murad zamanında kurulan bu çocuklardan zeka ve gösterişleri ile göze çarpanların yüksek öğrenimlerinin yaptırıldığı Saray Okulu idi. Burada, zaman içinde gelişen müfredatı ile, dinî, edebî bilgiler, Arapça, Farsça, matematik, coğrafya, felesefî bilimler, Saray geleneği, protokol, bürokratik bilgiler okutulur; spor ve sanat uygulamaları yapılırdı. Mabeyn daireleri, Harem’i koruma gibi Saray hizmetleri verilecek olan savaş esirleri ve devşirmeler hadım edilirdi. Bunlara Kızlar Ağası, Harem Ağası ya da Darüssaade Ağası adları veriliyordu. İlk zamanlar, Rumeli ve Kafkas fetihleri dolayısiyle beyaz ırktan olan hadım hizmetliler yanına, Afrika fetihlerinden sonra siyahîler katılmaya başladı ve zamanla bu ikincilerin sayısında daha fazla artış oldu. “Akağalar” ve “Karaağalar” adları ile anılan bu iki grup arasında ırk farkı yüzünden şiddetli geçimsizlikler baş göstermiştir. Oysa Devlet adlarını, Celâlî İsyanları bahsinde andığımız “Hadım Ali Paşa”, “Hadım Sinan Paşa” gibi olsun bir çok yabancı kökenli hadım ağayı Sadrazamlık mertebesine kadar yükseltecektir. Devletin üst kademelerinde görev alınması, zaten Enderun mezunu olmayı gerektiriyordu. Osmanlı Aristokrasisi’nin bu şekilde yabancı kökenlilerden oluşturulması kolaylığı Türklerin kamu görevinden otomatik olarak dışlanması ve itibar kayıpları sonucunu vermiştir. Kanunî döneminde Türk çocuklarının da Enderun Mektebine kabûlü başlamış; bir nebze olsun fırsat eşitliğine doğru yol alınmıştı. Yerli tebaanın yararlanabileceği sivil öğretim okullarından “Sıbyan (küçük çocuk) Mektepleri” ve kökünü Selçuklu’dan alma medreseler denetimsizdiler ve gerekli sağlık ve pedagoji koşullarına sahip olmadıklarından verim sağlayamıyorlardı. Mezun olanların önleri de yüksek kademeler için, istisnaî hâller dışında, açık değildi. Sivil eğitimi büyük ölçüde cahil mahalle ve köy imamları ve fırsatçı tarikatlar ellerine almışlardı. Merkezî devletin gücünün muhafazası için, hani Barok dönemi Avrupa monarklarının Hristiyan burjuvaziden çok Yahudi Saraylılara güvenmeleri gibi bir tavır alış da hatıra gelebilir.

Gelelim, İmparatorluktaki kültürel yaşama… Kültürel yaşamı hareketlendirecek en birinci enstrüman olan baskı makinesini daha Sefardik Yahudilerin büyük kitleler halinde geldikleri 1490 başlarından itibaren Âl-i Osman topraklarında kurmalarına ve diğer gayrimüslim unsurların (belli aralıklarla da olsa) bu konuda onları izlemelerine ve Devletin bunlara hiç mümanaat etmemesine rağmen, Müslüman tebaa için, basılı yazı çıkarılmasına çeşitli odaklarca, ancak, Tökely isyanı sırasında Türklere esir düşerek İslam’a geçen Macar asıllı İbrahim Müteferrikanın 1726 yılında (dinî kitaplar basmama kaydı ile) matbaasını kurmasına kadar asırlar boyu şiddetle karşı çıkılacaktır. Baskı makinesine karşı bir şer’î fetva bulunamamıştır, bulunduğuna dair II.Meşrutiyet zamanda Karaçun ve Mystakidis isimli iki Rum’un iddiası da kanıtlanamamıştır ama, bazı müelliflerin bu gecikmeyi akçalı nedenlere bağlamaları da benim için pek akla yakın gelmiyor. Kitap ve risale yazımını tekellerinde tutmak isteyen hattatların, kutsal kitap ve metinlerin mutlaka elle yazılması gerektiğini düşünen din adamlarına ve merkezî otoritelerine çok kıskanç oldukları için kültürel gelişmeyi göğüsleyen yöneticilere nüfuz etmeleri ne yazık ki ülkemizde çok kolay olmuştur. Parasal nedenler de kültürel zafiyetin bir sonucudur. Batı matbaalarında basılan bazı Arap harfli kitapların İstanbul’da satılmasına bazen Padişahlarca (ör. III.Murad) izin veriliyordu. 1588 yılında (gene, III. Murat zamanında) bir yabancının Arap harfleri ile kitap basmak ve gümrük vergisinden bağışıklık için izin aldığı ve bu izni kitabın ilk sayfasına koyduğu, XIX. yüzyıl tarihçisi Mustafa Nuri paşanın “Osmanlı Tarihi”nde kayıtlı.

III.Murad’ın fermanı ile kurulan gözlemevinde faaliyet minyatürü (Alâadin Mansur-u Şirazî’nin eseri)

Matbaa Osmanlı payitahtında ilk kez, 1493 gibi çok erken bir tarihte David ve Samuel ibn Nahmias kardeşler tarafından İbranîce Tevrat, dua ve din kitapları baskısı yapılmak üzere açılmıştır. Yahudilere yakın bir dinamizmi olan Ermeniler matbaalarını 1567’de kurmuşlardır. İstanbul’u Türklere terk eden ve çok mutaassıp bir kurulu düzen alışkanlığı kazandıkları için letarjik yapıya bürünen Rumlar ise, açık görüşlü Patrik Cyrille Lucaris zamanında 1627’de Patrikhane’de matbaa açmışlardır. Ancak, Rum matbaası, Ortodokslar üzerinde idarî etkileri olan Cizvit baskısı yüzünden ancak bir yıl ömürlü olabilmiştir. Bu arada, Rum Patrikhanesinde Nikodemos Metaksas tarafından bastırılan ilk eser, Yahudiliğe saldıran, yani bağnaz bir anlayışa hizmet eden bir broşürdür. Gayrimüslim cemaatler de kendi içlerindeki dinî baskılar ya da parasal zorluklar yüzünden bu faaliyete ara verip yeniden matbaa kumuşlardır. Matbaa makinesine karşı her ülkenin din çevrelerinde tepkiler vardır. Karşı dinde olanların kitaplarına karşı Engizisyonun ve XIX. yüzyılın ilk yarısında Çarların saldırılarını görmüştük. Bu bakımdan en mutlu gruplar Osmanlıdaki gayrimüslim cemaatler olmuşlardır.

Müftî Mevlâna Haydarı Acemî fetvası ile asılan Simavnalı Şeyh Bedrettin’in açtığı ilk felsefî hareketin felâketle sonuçlanması gibi, Osmanlıda teknik gelişmenin yolunun tıkanması da din kaynaklı olup, milâdı Takıyüddin El Râsıd’-Gözlemci Takıyüddi’nin 1577’de, Sultan III.Murad’ın fermanı ile İstanbul Tophane sırtlarında bir gözlemevi kurma girişimidir. Mısırlı bilginlerden Kahire doğumlu Takıyyüddin Efendi astronomi ve matematik konularında uzman olmakla beraber bazı yargı hizmetlerinde bulunmuştu. Fakat, İstanbul’u ikinci ziyaretinde asıl ilgilendiği astronomi konularında faaliyet göstermiş; Sultan II. Selim’in emri ile 1571’de müneccimbaşılık makamına getirilmişti. Daha sonraları Şeyhülislâm da olan ünlü tarihçilerden yakın dostu Hoca Saadettin’in tavassutu ile 1574’de Galata Kulesinde, zamanına göre çok modern sayısız bilimsel araçla gözlem çalışmalarına başlamıştı. Astronomide devrim yaratan Kopernik’den çok daha fazla matematik ve astronomi birikimi olan ve Timur torunlarından Çağatay hükümdarı ve XV. asrın en büyük astronomu kabûl edilen Uluğ Bey’in yaptığı zayiçe cetveli (yıldızların devinim çizelgesi) üzerindeki düzeltmeleri ile değerini gösteren Takıyüddin Efendinin, Kopernikden farklı olarak sahip olduğu “trigonometri” bilgisi ile daha derin ve ileri buluşlar yapması muhakkaktı. Gerek Hoca Saadettin’in gerekse zamanın Sadrazamı Sokullu Mehmed Paşa’nın desteği ile Sultan III. Murad 1577’de onun yönetiminde Tophane sırtlarında bir gözlemevi açılması için ferman verecektir. Ne yazık ki, bu bilginin, 1577 Kasımında İstanbul semalarında gözlemlediği kuyrukluyıldızı Padişaha, onun gönlünü alma sadedinde İranlılara karşı muzaffer olacağı şeklinde bir fâl-i hayır olarak sunması kendisine uğur getirmedi. Tersine, ertesi yıl İstanbul’da baş gösteren veba salgınını fırsat bilen müsbet ilim düşmanı ulemâ dönemin bağnaz şeyhülislâmı Kadızade Ahmed Şemsettin Efendiyi kışkırtarak, Tanrının rızası aksine göklerin gizemini çözmeye çalışmanın küstahça bir küfür olduğu gerekçesine dayanan fetva çıkarttırmışlardır. Zamanın Kaptan-ı Deryası Kılıç Ali Paşa’ya bu fetva paralelinde bir Hatt-ı Humayun (Padişah Buyruğu) gönderilerek gözlemevinin top ateşi ile yıktırılması istenmiştir. Büyük bilgin Takıyüddin canını idamdan Hoca Saadettin Efendinin tavassutu ile kurtarmıştır.

Gözlemevini berhava eden Kılıç Ali Paşa kimdir? Aynı Osmanlı Sadrazamı olup “Cağaloğlu” semtine adını veren Cigalazade Yusuf Sinan Paşa gibi savaş esiri bir İtalyan’dır. Cerbe Savaşı sırasında babası ile birlikte 13 yaşında esir alınan Cigala ailesinden Seipione nasıl İslâma geçirilip Sadrazamlığa kadar yüceltilmiş ise; papaz olmak üzere Napoli’ye giderken Cezayir korsanlarından Ali Ahmed Reis tarafından esir alınıp başlangıçda kadırgalarda forsa olarak çalıştırıldıktan sonra kendine ikbâl yolları açılan “Luka Galani” de Lucastelli doğumlu bir İtalyan’dır. O dönemde savaş esirlerine üç seçenek verilirdi: 1) ya, ihtida edip (Müslüman olup), bir Müslüman tebaanın sahip olduğu tüm hakları kazanmak; 2) ya, kendi dinini muhafaza etmekle birlikte bir daha İslâm’a karşı silah kullanmamaya yemin etmek. Bu durumda, “reaya” (Osmanlıda gayrimüslim tebaa) muamelesi görme, cizye verme gerekiyor; 3) ya da bu seçeneklere uymayıp forsalığa razı olma. Anlaşılan Luka başta dikbaşlık yapıp uzunca süre forsalık yapmış. Sonra İslâmı kabûl ederek Türklerle birlikte korsanlığa soyunmuş; büyük denizcilik yeteneğini kanıtlamış; Reisi ona kendi adını vermiş (Ali); bundan böyle Uluç* Ali namı ile anılmaya başlamış. Zamanla Turgut Reisin hizmetine giriyor ve burada sayılmayacak kadar çok ve büyük yararlıklar gösteriyor ve kazandığı denizcilik ve yöneticilik rütbelerinden sonra II. Selim’den (16 yıl sürecek) Kaptan-ı Deryalığı alıyor ve “Uluç” namı “Kılıç”a çevriliyor. Osmanlı Devleti Devleti ona çok şey borçlanmış; fakat borcunu da büyük makamlar ve Sisam Adasını malikâne vererek ödemişti. Burada dikkat çekmek istediğim nokta, yaban sularında korsanlık yaparken Osmanlı Aristokrasisine dahil olan bir yabancının, bir Müslüman bilginin rasathanesini başına yıkarak Osmanlıda bilimin önünü kesmesi gibi bir kaderdir. Evet, bilime karşı din engeli her yerde vardı. Avrupa insanı da engizisyonun ve azgın papazların kurbanı oluyordu ama; Kutsal Roma İmparatorluğunun içinde otorite parçalanmaları istisnaî yetenekteki bilim ve sanat adamlarına bir yerlere sığınıp faaliyetlerini sürdürme avantajı tanıyordu. Osmanlıdaki her şeyi ezip geçen merkezî güç bir zaman gelip kendi zaafı ve kırılma noktası olmuştur. Bugün artık hiçbiri elimizde olmayan, Kuzey Afrika’nın bir ucundan diğerine, Kıbrıs’a kadar yapılan toprak fetihlerine katılan Kılıç Ali Paşa (Luka Galani) Takıyüddin Efendinin gözlemevini yıkıp bilim’e dur demeseydi Osmanlının yükselmesi de durmayacaktı. O fetihler bu zamana kalmasa bile, kaynaklarını işletip oraları da mamûr ve abâd ederek daha fazla hayırla anılacak; biz de bugün 3.Dünya ülkeleri arasında yer almayacaktık.

Akacak kan damarda durmaz; buna derin bir hayıflanma ile değil; artık ders alalım diye işaret ediyorum.

Osmanlının farklı dinlere ve yabancı kökenlili olanlara hoşgörüsü Batıda takdir toplamıştır. Büyük Prusya Kralı II.Frierich (Fiedrich, der Grosse): “Türkler ülkeme gelip yerleşseler onlara camiler yapardım” demiş; dediğini de yapmış (Berlin’deki Şehitlik Camii); ama ne var ki, Türk tarihi yazan batılılar şöyle bir değerlendirme yapmaktadırlar: “Türk tarihi, hiç kuşkusuz çok büyük bir tarih; ama aynı zamanda acayip bir tarih: ne sanat var, ne kültür var, ne bilim…

*Uluç: Arap olmayıp, Kuzey Afrika sularında ticaret gemilerine saldıran korsan’a denirdi. Ala ad-Din Mansur-Shirazi
 

Yayın Tarihi : 21 Haziran 2009 Pazar 16:05:51


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?
Yorumlarınız
Teoman Törün IP: 78.176.45.xxx Tarih : 23.06.2009 18:18:27

Sayın Avibeto, elbette haklısınız. Yıkım tikel (münferit) bir olaya bağlanamaz. Bu olayı, benzeri sonsuz sayıda engellerden biri olarak, değerli tarihçimiz Halil İnalcık'ın da üzerinde önemle durduğu çarpıcı ve simgesel bir örnek olarak verdim.  Baştan benim de tam hesap edemediğim ölçüde çok geniş tutulan bu dizide, özet de olsa diğer sebeplere işaret etmeye çalışacağım. Sadık bir izleyici olarak size çok teşekkür ediyorum. İzlemeye devam edin. Saygılarımla.


AVIBETO IP: 84.228.153.xxx Tarih : 23.06.2009 07:48:26

Sayin Hocam\ Yazıniıda  "Kılıç Ali Paşa (Luka Galani) Takıyüddin Efendinin gözlemevini yıkıp bilim’e dur demeseydi Osmanlının yükselmesi de durmayacaktı."  diyorsunuz. Osmanlıların yükselmesinim durması nedenlerini çok basite indirgemiyormusunuz?Saygılarımla Avibeto