15
Haziran
2025
Pazar
ANASAYFA

İnanç ve Hoşgörüsüzlük (81)

OSMANLIDA GAYRIMÜSLİM CEMAATLER İÇİNDE HUZURSUZLUK:

Cığalazade Yusuf Sinan Paşa

Osmanlıda servet ediniminin büyük ölçüde fütuhata dayanması, sınırların alabildiğine genişlemesi, ucu bucağı olmayan toprakların yönetim ve korunması için liyakatli yönetici kadrosu ve olağanüstü fazlalıkta asker kullanımı gereksinimi, Devleti koruyucu ve yönetici sınıfının, ulusun ana unsurunu oluşturan öz kaynaktan değil de, zamanla tedariki istikrasızlaşan ve insicamı olmayan bir kaynaktan gelmesi, insan kaynağının yaşam ufkunun açılmasında gerekli kültürel gelişme olanaklarının teokratik yönetim sisteminin bilinçsiz müdahaleleri ile tıkanması sonucu XVI. yüzyıl sonlarından XVII. yüzyıla girerken bir toplumsal ve yönetsel bir şizofreni ile karşılaşılması kaçınılmaz oldu. İktidar güç odakları arasında çılgın bir ivme ile ve kargaşa içinde el değiştiriyordu. Savaş alanlarında yenilgiler başlamıştı. Adını daha önce andığımız İtalyan kökenli Cigalazâde Sinan Paşa da önemli hizmetlerinden sonra çıktığı Sadrazamlık mertebesinde iken İran seferinden yenilgi tadarak dönerken ölmüştü; ayrıca, Sadaret’e geçtiğinde orduya yaptırdığı geçit törenine timar ve zeamet sahipleri ile ulûfeli askerlerden katılmayanlara karşı çok sert tedbirler alıp “kaçak” muamelesi yaparak otoritesini kabûl ettirmeye çalısması tam ters etki yaratarak askerî düzenin iyice bozulması sonucunu vermişti.

Celâlî isyanları sürüp gidiyordu. Keza, otoritesini ciddiyetle kullanmak isteyen Sultan Genç Osman’a karşı yeniçeri ve sipahi isyanı, bazı devlet büyükleri yanında kendisinin de kurban edilişi; ruh hastası bir biçarenin tahta çıkarılışı; şaşkınlığa düşen ulemanın baskıya göre fetva vermesi; Beylerbeylerine ve ulemaya bile divan ortasında değnek cezası veren Arnavut aşçı Mere Hüseyin gibi avamdan kimselerin defalarca Sadaret mevkiine çıkmaları; şımaran yeniçerilerin halka yaptıkları zulûmler, çıkardıkları yangınlar; canları yanıp, onurları kırılan ulemânın da çıkardığı isyan ve faset hareketleri; İran Şahı ile Bağdat egemenliği üzerine yapılan yıpratıcı mücadeleler; Vezir iken, Sultan II.Osman’ın öldürülmesine duyduğu tepki ile yeniçerilerin güdümüne girmiş Devlete karşı isyan eden, Celâlî eşkıyası haline gelen Abaza Mehmed Paşanın çıkardığı gaileler ülkeyi tam bir sefalete sürüklemişti. Ruh hastası Sultan Mustafa tahttan indirilip, 11 yaşındaki çocuk IV. Murad tahta çıkarılırken, hazinenin boş kalması nedeni ile yeniçeriler mecburen cülus bahşişinden feragat edeceklerdi. Çocuk Padişahın, ilerde sert ve muktedir karakterini kanıtlayısı ve Köprülüler ailesinden çıkan Sadrazamların dirayeti Devlet-i Âliye’ye bir süre nefes aldırmıştır ama memleketin içine düştüğü sefalet her ne kadar yaşam tarzlarına karışılmasa da azınlıkların alt tabakalarına da yansıyacaktı.

Nitekim, Sinagogların yönetiminden ve din adamları kadrosundan hayır göremeyen ve çaresizlikten “Mesih” arayışına giren Musevî cemaati de umudunu Sabetay Sevi adında genç bir din adamına bağlayacaktı. İzmirli çok zengin bir simsar olan Sefarad kökenli Mordehay’ın 1626 doğumlu oğlu Sabetay adını doğduğu gün olan “Sabbat-Cumartesi”den almıştı. Çok faâl tacirler olan babası ve iki biraderinin aksine kendini dine verdi. Tire ilçesinde daha eski bir Yahudi yerleşiminden olan annesi Klara’yı çocukken yitirmişti. İzmir Başhahamı Yasef Eskafa’nın özel bir alâka ile yetiştirdiği bir öğrenci oldu. Ailesi onu iki defa evlendirmiş ama söylendiğine göre eşleri ile cinsel ilişkiye girmemiş. 1648’de (Yahudilerin ilk diasporadan beri iştiyakla bekledikleri ve 1000’li yıllarda geleceği söylentisi çıkan) “Mesih”in gelmek üzere olduğu ve 1666 yılında da kıyamet’in kopacağı, Yahudileri Kudüs’e götürüp tapınağı yeniden inşa edeceği ifşaatında bulununca, başta hocası Baş Haham Eskafa olmak üzere diğer bazı Musevî din adamları tepki gösterip, sözlerini geri almasını istemişler. Fakat Sabetay’ın iddiaları çevresindeki Yahudileri çok ilgilendirmişti. Kıyametin kopuş tarihini verirken çok ilgilendiği Kabala öğretisindeki, “semiyotik-göstergebilim” şifrelerine göre Şeytan yılı kabûl edilen “666” sayısından ilham almış ve bunu kendisine “Amira” lâkap’ı veren cemaatin saf üyelerine kabûl ettirmişti (Psikiatride “hexakosioihexacontahexaphobia=666’dan korkma” diye bir ruhsal illet varmış). Daha sonra bedeninden semavî bir kokunun geldiği iddiası ile kastettiği “Mesih”in kendisi olduğunu ima edince doktor muayenesinden de geçirilmiş. Bir yıl sonra, Tanrının çeşitli isimlerinden, Yahudilerce dile getirilmesi men edilmiş “Yehova”yı ağzına alınca, hahamlar onu öldürme kararı aldılar; fakat bunu uygulamaya cesaret edemediler. İnadı ile baş edemeyince onu İstanbul’daki hahamlara şikâyet ettiler. Ancak, Selânik, Atina, Mısır ve Kudüs de tanıtım ziyaretlerine çıkan Sabetay, ününü hemen tüm Musevî Âleminde duyurarak cemaatini tilmizlerinin nezaretine verdiği 38 bölgeye ayırdı. 18 yıl boyunca Devletin hoşgörüsünden yararlanarak manevî otoritesini iyice pekiştirdi. Almanya ve Polonya’dan hac ziyareti gibi yanına gelen Musevî ziyaretçileri kabûl etti. Sonunda İstanbul hahamlarının baskıları karşısında Sadrazam Köprülü Fazıl Ahmed Paşa onu İzmir’de tutuklatmış; 1666’da İstanbul’a getirterek, Zindan Kapısında hapsettirmiştir. Gerçekten 1666 yılı, Sabetay Sevi’nin kendisi için büyük değilse de küçük bir kıyamet olmuştur. Sonra Pendiğin nefis manzaralı Aydos tepesine sürülen “Mesih” Avcı Sultan IV. Mehmed’in emri üzerine Payitaht’a getirilmiş; yargılanmış ve İslâm’ı kabûl etmesi koşulu ile affedilmiş; “Mehmet Aziz”adını almıştı. Fakat, Mesihlik iddiasından vazgeçmeyip gizli vaazlarını sürdürünce Arnavutluğun Ülgün (şimdiki Karadağ’ın Ulcinj) kentine sürüldü. Kudüs tapınağını yeniden inşa edeceği öngörüsünü gerçekleştiremeden orada öldü. Anısı şu ana kadar, bazı dönme denilen Yahudi asıllılar arasında yaşamaktadır. Ve bizim bazı “gizli din ve kripto ecnebî dedektifi” antika din kardeşlerimiz de, her nedense kafayı onlara takmışlardır. Bilemiyoruz, görünmeyen başka sebep ve tahrikler var mı; Abdi İpekçi gibi çok değerli bazı yurttaşlarımız bu paranoid fanatizmin kurbanı olmuşlardır. Musevî olsun, dönme olsun bazı Yahudi asıllı yurttaşlarımıza karşı işlenen cinayetlerin ve hazırlanan suikastların, kimliklerine sırt çevirdikleri gerekçesi ileri sürülerek kendi cemaatleri tarafından tezgâhlandığını ileri süren komplo teorisyenlerimiz de var. Atatürk düşmanları onun aslen Yahudi ailesinden olduğu söylentilerini çıkarırlardı. İnternetteki Ahmet Akyol sitesi aracılığı ile verilen bilgilere göre, Jewesh Daily Forward internet gazetesinin Şubat 1999 sayısında, Yahudi araştırmacısı Itamar Ben Avi’nin, Atatürk’le 1911 yılında Kudüs’de yaptığı bir mülâkata atfen onun Sabetayist asıllı aileden geldiği iddiasını tazeliyor.

Sabetay Sevi

Kabala araştırmaları yapan Berlin doğumlu Gershom Scholem, Mesihlik iddiası zamanımıza kadar toplumumuz içinde komplikasyonlar yaratmış, başımıza çoraplar örmüş olan Sabetay Sevi hakkında hiçbir resmî Türk belgesi bulunamadığına; Profesör Uriel Heydt de, İstanbul Devlet Arşivlerinde olması gerekli 1665-1678 arası hükümet kararlarının kayıp bulunduğuna işaret etmişler. İnternette “www. Akademya.org” sitesindeki bir yazı sahibi, Sabetayın,Tanrı iradesi ile krallığını ilân ederek, bu ülkede egemenliğin Türklerden Yahudilere geçtiğini cesurca açıkladığını hayranlık dolu bir coşku ile ifade ediyor; bu kaybın hesabını provokatif bir uslûpla soruyor. 22 yaşında Mesihliğini iddia ederek Osmanlı Devletinin korumasındaki Yahudi din adamlarının ve cemaatinin tepkisini çektiği hâlde, kendi güç dinamiklerinin ve dengesinin ne hâlde olduğunu yukarda resmetmeye çalıştığım Devletin 18 yıl boyunca hoşgörüsü ile karşılaşan, Yahudi cemaatinin baskısı sonucu Devletin biraz zorlaması karşısında da ilkelerini (?) bir yana koyup riyakârlığa sapan ünü Dünyaları tutmuş Mesih Hazretlerinin bilimsel inceleme konusu yapılması için ortada hiç mi kaynak kalmadı? Ya da, talebinizi daha edepli bir dille yerine getiremez misiniz? Daha önce adını andığım “The Course of Modern Jewish History” kitabının yazarı Amerikan Yahudisi Howard Morley Sachar “Sabetay”ı Podolyalı Jacob Frank gibi inanç şarlatanları arasında görmektedir. Ama bence de bu olay hakkında daha geniş bir inceleme yapmaya değer. Ancak, Sabetay’ın parlak ve derin fikirleri, aldığı hikmetli vahiyler hakkında değil; sosyolojik açıdan yapılacak inceleme değer taşıyacaktır. Toplumbilim okumuşlar bilir; “topluluk”da “mana” denilen “mâşerî ruh” vardır. Bir araya toplatılıp “huuu” çektirilen insanlar her şekilde kullanılabilir. İhtiyaca göre nakit fabrikası haline de getirilebilir; linç yaptırılıp masum insanların canlarına da kıydırılabilir. Yoksa, kendini “Mesih”, “Velî” ilan eden milyonla meczup ya da şarlatan’ın her biri hakkında doktora tezi hazırlatmaya hangi üniversitenin gücü yeter?

Sabetaycılığın büyük bir grup Yahudiye, dayanışma ruhunu tazelettirerek toplumsal dinamizm kazandırması bakımından başarılı olduğu söylenebilir. Doğal bir toplu korunma refleksi olan dayanışma tazelenmesine ben de olumlu bakabilirim. Bugün, dönme oldukları söylenen pek çok yurttaşımızın toplumda itibarlı bir yer işgâl ettiklerini, değerli hizmetlerde bulunduklarını, varlık sahibi olduklarını görüyoruz. Bir “Beyaz Türkler” edebiyatı ve muhabbetidir gidiyor. Bunların hangisi eski inancını içinde muhafaza etmektedir; hangisi içtenlikle Türk toplumuna asimile olmuştur; burası beni ırgalamaz. Ancak, Sabetayizm’in ülke egemenliğine saldıracak kadar haddini aşmaması kaydı ile. Bilmiyorum, bu internet sitesindeki hezeyan gerçek bir Sabetayiste mi ait; yoksa paranoid karşıtları “Ey Türk düşmanını tanı” grubundan bir provokatör’e mi? Bunu keşfetmek MİT’in görevi.

Toplumumuz içindeki bu irrasyonel inanç kavgalarına da genel bir değerlendirme çerçevesinde, Türkiye Cumhuriyeti dönemini anlatırken değineceğim. Osmanlının kendi aslî unsurunu adetâ düşmancasına ihmâli sonucu, Cumhuriyetin ilk döneminde ve II. Dünya Savaşı cehennemi sırasında, veremden, sıtmadan, trahomdan, şarbondan kırılan, aç kalan, eğitilemeyen Anadolu insanına, İstanbul’un Sarıyer’inde, Maçka’sında, Şişli’sinde, Kadıköy’ünde, İzmir’in Alsancak’ında, Karşıyaka’sında, Karataş’ında sefa süren ticaret ustası, savaş zengini azınlığın yanında fırsat eşitliği tanınması çabalarını da diğer ülkelerin uygulamaları ile kıyaslayacağım. Bakalım, kökten liberallerimize göre o dönemde Türkiye’de olmayan insan hakları Dünyanın neresinde varmış?
 

Yayın Tarihi : 26 Haziran 2009 Cuma 15:37:26


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?