13
Haziran
2025
Cuma
ANASAYFA

İnanç ve Hoşgörüsüzlük (84)

OSMANLININ DIŞİŞLERİNDE AZINLIK UNSURLARA GEREKSİNİMİ:

Fenerdeki (Ekümenikliği iddia edilen)Rum Ortodoks Patrikhanesi

Osmanlı ilerleme döneminde diplomatik ilişkiler kurmada nazlı davranıyor; yabancı ülkeler nezdinde sürekli temsilcilikler bulundurmuyordu. Devletlerarasında anlaşmazlıklarda aracı olma, onaylanmış anlaşmaları sunma, sınır tespiti, cülus haberlerini iletme için geçici temsilciler gönderilirdi. Osmanlıya sık sık elçi gönderen Avrupa devletleri ise, İstanbul’un fethinden itibaren sürekli temsilcilik için onay almaya başlamışlardı. İlk daimî ikamet izni Venedik Balyos’una verildi. 1530’de Avusturya, 1532’de Fransa, 1583’de İngiltere İstanbul’da daimî diplomatik misyonlarını açtılar. Osmanlı ise Prusya’ya karşı sıkıştığı bir dönemde Avusturya’nın Fransız asıllı komutanı Prens Eugéne’e gönderdiği “olağanüstü elçi” Seyfullah Efendiden sonra, Eugéne’den darbe yemesi ve büyük toprak kaybına rıza gösterdiği Pasarofça anlaşması üzerine Osmanlı Avrupa ülkeleri ile ilişkilerini yoğunlaştırma gereğini duyar. Bu antlaşmanın 1717’de başlayan müzakerelerine katılan Tophane Nazırı Yirmisekiz Mehmed Çelebi 1720’de Paris’e elçi olarak gönderilir. 1774 Kaynarca barışından itibaren Rusya diplomatik ağırlığını ortaya koyar. Osmanlının, Doğu da İran dışında ciddîye aldığı bir diplomatik partneri yoktur. Böylesine Hrıstiyan Avrupa ile haşr neşr olmuştur ama henüz, özellikle Barok devrinde uluslar arası hukuku ve “humanizma” anlayışı hızla gelişmekte olan Avrupa kültürüne girememiştir. Lâkabını Yeniçeri Ocağında 28. Orta’ya mensup olmasından alan Mehmed Çelebinin 11 aylık temsilciliğinden sonra III. Selim devrine kadar Ülke dışında sürekli temsilcilik açılmayacaktır. Diplomatik ilişkilerinde Gayrı Müslim azınlığa gereksinimi de vardır. Bu bakımdan hariciye servisi, başta Fatih Sultan Mehmed’in, Patrikhanelerini İmparatorluğun tüm Ortodoks tebaasının ruhanî merkezi ilân ettiği Rumlar olmak üzere, hemen tümüyle azınlık unsurlara teslim edilmiş gibidir.

Fener Rumları denilen grubun Osmanlı Hariciyesindeki etkisine göz atmadan önce Rum Ortodoks Patrikhanesinin, zaman içinde çok yer değiştirdiğini; Ayasofya’dan sırası ile, bugünkü Fatih Camiinin yerinde bulunan Oniki Havari Kilisesine, Şimdiki Fethiye Camiinin yerindeki Pammakaristos Kilisesine geçtiğini belirtelim. Sultan IV. Mehmed’in, vaktini avcılıkla geçirdiği çocukluk ve ilk gençliği sırasında yönetim gene çığırından çıkar gibi olmuş; Venedikle yapılan deniz savaşında yenilgi, ikisine birlikde “memleketeyn-iki memleket” denilen Eflak (Bugünkü Romanya’nın büyük bir bölümü, Ulahya, yabancı dilde Wallachia) ve Boğdan (bugünkü Moldavya) voyvodalarının isyan hareketleri ülke içindeki azınlıkları da Osmanlıdan kopmaya sevketmişti. Valide Hatice Turhan Sultanın muktedir yönetici Köprülü Mehmed Paşayı sadrazamlığa getirmesi ile Devlet düzene girmiş; âsî voyvodalara destek verdiği anlaşılan Fener Patriği III. Pantenios, Köprülünün emri ile 24.Mart.1657’de Parmakkapı’da astırılmıştı. Bu yaptırım etkili oldu ki, Fener Rumları uzun süre yeni bir ihanet hareketine girmediler. Patrikhane 1586’da Fener semtindeki “Eflâk Sarayı”na geçmiş; bu tarihten itibaren de sürekli “Fener Patrikhanesi” olarak anılarak 1597’de Hagios Demetrios Kassabu” kilisesine; son olarak aynın semtte “Hagios Georgios” kilisesine intikal edecektir.

Sonuç olarak Bizans’ın eski aristokrasisi itibarlarından fazla bir şey yitirmemiş; Rumlar bu kez ticaret yolu ile zengin olarak Patrikhane semtinde seçkin bir grup oluşturmuşlardı. Din bağı, gerek ülkede yerleşmiş “Levanten” denen Avrupa kökenlilerle, gerekse Avrupalı ticaret partnerleri ile kolay kaynaşma sağladığından çeşitli Avrupa dillerini öğrenmede hiç zorluk çekmiyorlardı. Türkler ise dinî öğretim yüzünden ortak alfabeleri olan Arapça ve Farsça dışında yabancı dile yatkın değildiler. Diplomasinin önemine koşut olarak Fener Rumlarının da itibarı arttı. Mehmed Paşa’nın büyük oğlu Köprülü Fazıl Ahmed Paşa’nın 1671 yılında baş çevirmeni olarak yanına aldığı, Bologna ve Padua Üniversitelerinden tıp, edebiyat ve felsefe öğrenimli Aleksandros Mavrokordatos, Paşaya sadakati sayesinde “eks aporritos-sır küpü” nitelemesi ile anılacak, 36 yıl boyunca bütün dış antlaşmalarda Osmanlıyı temsil edecek; özellikle, Karlofça andlaşması sırasında elinden geldiğince az toprak kaybı sağlaması ona duyulan sevgi ve güveni arttıracaktır. Sakız Adalı, Skerletos adında bir ipek tüccarının oğlu olduğu için Sarayda “İskerletoğlu İskender” diye anılan Aleksandros’un telkin ettiği güven, Osmanlı tarafından ailesine de sahip çıkılması sonucunu vermiş; emekliye ayrılıp Fener Patrikhanesinde hizmetler yapmaya başladığında oğlu Nikolaos onun yerine baş çevirmen atanmış; Boğdan’ın yerli Voyvodası Kantemir oğlu Dimitri Rusya ile anlaşıp isyan edince Nikolaos, Sadrazam Baltacı Mehmed tarafından Boğdan’a Voyvoda atanmıştı. Eflâk ve Boğdan’ın yerli aristokrasisine güven kalmayınca, bu eyaletler valileri Fener Rumlarından seçilmeye başlandı. Aleksandros Mavrokordatos’un aynı adı taşıyan torunu altı kez Eflâk”, dört kez “Boğdan” Voyvodası olacak; fakat büyük babasının sadık tutumundan uzaklaşarak Devletin başına işler açacaktı. Osmanlının el üstünde tuttuğu, gene Eflak-Boğdan hospodarlıklarını emanet ettiği İpsilantisler, Moruzilerden başka, Kalimakiler, Karacalar, Rusetler, Sutzolar, Aristarkiler gibi daha pek çok aile vardır ki bunlarla da ilişkilerinin sonu ihanetle karşılaşmak olacaktır. Bu akıbet son derece doğaldır.

Tarabyadaki İpsilantis Yalısının 1808-1819 yılları arasındaki halini gösteren gravür (Sanatkârı Antoine Ignace Melling)

Yukarda açıkladığımız gibi Avrupa ile ilişkilerinde dil ve kültür engeli bulunan, daha önce değindiğimiz üzere askerî güçle evrensel felsefî akımların, çağdaş bilimi kucaklamanın önünü kesmiş olan Osmanlının iletişimsizlik ve bilgiye ulaşmada eloğluna muhtaç kalması istismar edilmeyi kaçınılmaz olarak getirecektir. XVIII. asır başında Lale Devri saltanatı sırasında, matbaanın tesis edilmesi de, apayrı bir âlemde yaşatılarak dışa karşı tecessüs ve ilgisi dumura uğratılmış Osmanlı insanına bir şey kazandıramıyordu. XVIII. yüzyıl boyunca, başta Montesquieu, Voltaire, Rousseau, Diderot olmak üzere eserlerinde, ideal yönetim için demokrasiyi tarif eden aydınlanmacı filozofların hiçbirinden, birkaç azınlık unsur dışında, Devlet-i Âliye’de yaşayan kimsenin haberi olmamıştır ki, bugünkü Avrupa değerlerinin en belirleyici merhalesi olan Fransız Devrimi gelip çattığında durum tahlili yapılabilsin. Çünkü, Osmanlının aydın olması gereken ricâlinin dahî görüşü çok sığdır. Yukarda ilk Osmanlı konsolosu olduğundan söz ettiğimiz ve Osmanlıda ilk matbaanın kurulmasına ön ayak olduğu, Paris’de Tuileries Bahçesi Sarayını örnek alarak Lale Devrinin Sadabad Bahçelerine ilham verdiği için hayırlı bir iş yapan Yirmisekiz Mehmed Çelebinin “Paris Sefaretnamesi”nde; izlenimlerini “Bizi görmek için gelip toplanan Montpelliers’nin cümle kibar karılarının” davranışlarına göre “Fransa memalikinde zenlerin (kadınların) itibarı ricâline (erkeklerine) galipdir (üstündür). Fransa avratların cennetidir.” şeklinde nakletmesinden ve tam teravih namazı kılınacağı sırada süslü püslü çok kalabalık bir kadın grubunun etraflarını sarması ile abdestlerinin kaçtığından yakınmasından başka dişe dokunur bir rapor vermemesi ibret vericidir.

Islahatçı Sultan III. Selim

Ne ise, Batı kültürüne ilk ilgi ve diplomasinin sağlam ellere verilesi için batı dili öğrenme gereğinin bilincine varış, ıslahatçı hükümdar III. Selim’in veliahtlığı zamanında başlayacaktır. Babası III. Mustafa çocuklarına bıraktığı vasiyetnamede Fransa’dan dost ve gelecek için sağlam bir müttefik olarak söz etmişti. Doğal olarak “sağlam müttefik” tanısını kaydı ihtiyatla telâkki etse de, Selim Batı dili öğrenimi önerisini ciddîye almış; o sırada tahtta oturan amcası I.Abdülhamit’in onayı ile yakın dostu İshak Beyi Fransızca öğrenimi için 1786 yılında, yanında biri Kral XVI. Louis’ye, öteki Fransız Dışişlerine Bakanına yazılı iki mektupla Fransa’ya göndermişti. Selim bu mektuplarda, Ruslara karşı Kaynarca Barışı ile sonuçlanan savaşa Fransa teşviki ile girildiği için zararları karşılayacak bazı yardımlar istiyordu. Fransız yöneticiler tarafından teşvik konusu inkâr edildi; aksine, Osmanlı ordusunun yeni savaş teknikleri ile eğitimi için İstanbul’a subaylar gönderildiği hatırlatıldı. Fransa’nın iç durumu karışık olduğu için Osmanlının ihtilafta olduğu diğer Avrupa Devletlerine karşı ittifak teklifine de ilgi gösterilmedi. Nitekim, Selim’in tahta çıktığı 1789 yılı da Fransız ihtilâline rastladı. Zavallının, ülkeyi karanlıkta bırakmaya azimli güçler tarafından katledilmesi ile noktalanacak hükümdarlığı daha başlangıcında aksiliklerle başlamıştı. Darmadağın olan Avrupa siyaseti karşısında Osmanlı olanca ihtiyatkârlığı ile denge politikası yürütmüştür. Doğal olarak Fransa Devrimi büyük bir şaşkınlık yaratmış; Reisülküttap Efendi (Dışişleri Bakanı) “Muvazenei Politıkiyye” adlı raporunda bu olayı: “Fransa ihtilâli bir fitne ve fesat ateşidir; Osmanlı Devleti bu ateşi söndürmeye bütün gücü ile çalışmalıdır” değerlendirmesini yapmış ve Devrimcilerin İstanbula elçi atadıkları “Semonville” kabûl edilmemiş ise de Fransa’daki tarafların hiç birine düşmanlık yöneltilmemiştir. Uzun zamandır İstanbul’da bulunan Fransız büyükelçi Choiseul Gouffier, Kral XVI. Louis’nin idam tarihi olan Ağustos.1792’ye kadar görevinde kaldı. Bu elçi ile Hükûmet arasında dostça jestler teati edildi. Fransa’daki Konvansiyon hükümetinin tayin ettiği ve hasım güçlerin eline düşmemek için tebdil-i kıyafetle İstanbul’a doğru yola çıkan yeni elçi “Dechores” beraberinde Avusturya ve Prusyaya karşı ittifak, asker eğitmek üzere seçkin Fransız subayları, dört fırkateyn ile çok sayıda top gibi Sultan Selim’e çok cazip gelecek öneriler ve önemli mikdarda para getiriyordu. Devrim başarıya ulaşamaması halinde ihtilâlcilerin Girit ve Kıbrıs adalarına sığınmacı olarak yerleştirilme olanaklarını da araştıracaktı. Eski sefir hâlâ sefarethaneyi terk etmemişti. İstanbul’daki bir grup Devrimci Fransız uyruğu sefarethaneyi basıp Gouffier’yi yaka paça dışarı attılar. Yerine eski çevirmenlerden birini geçirdiler; onu yeterince Cumhuriyetçi olmadığını görünce içlerinden bir zengin bir taciri elçi yaptılar. Fransa’dan göçen Emile Godin adında azgın bir ihtilâlci bir devrim komitesi oluşturup, ihtilâl rozetleri ve pankartları ile İstanbul’da coşkun gösteriler yaptırmaya başladı. Rus, Avusturya ve Prusya sefirlerinin protestolarını, Reisülküttap Efendi: “Biz İslâm Devletiyiz. Fransa’nın egemenliği karşısında tarafsızız. Rozetlere karışamayız. Başlarına üzüm küfesi de geçirseler müdahale etmeyeceğiz” diye o zamanın Osmanlısından beklenmeyecek şayân-ı hayret bir özgürlük ve bağımsızlık destekçisi söylemle karşılamış. Artık, bu Osmanlının topraklarına sığınmış yabancı unsur ve gayrimüslim azınlıklara gösterdiği geleneksel kurtuaziden midir; yoksa henüz İstanbul’a ulaşmamış Fransız sefirinden gelecek haberlerin beklentisinden midir, bilemiyorum.

Yayın Tarihi : 11 Temmuz 2009 Cumartesi 23:16:38


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?