19
Mayıs
2024
Pazar
ANASAYFA

İnanç ve Hoşgörüsüzlük (96)

II. MAHMUTTAN İTİBAREN OSMANLI VE T.C. DÖNEMLERİNDE ALEVÎLERE YAPILAN BASKILAR:

II.Mahmud, Yeniçeri ocaklarını 1826’da imha ettikten sonra, yeniçerilerin genellikle Bektaşi olduklarını göz önüne alıp, Alevî dergahlarının fesat odağı olabileceğini düşünerek bunları yıktırmış; Alevî dedelerini sürdürmüş; Bektaşi babalarını astırmıştı. Böylece halkta Alevîlere karşı önyargı ve hoşgörüsüzlük yeniden canlandı.

II.Abdülhamit’in 1894’den itibaren Şafiî Kürt aşiretlerinden düzenlettiği Hamidiye Alayları, Padişahın verdiğini vehmettikleri sorumsuz hareket serbestîsi ile kıyıda köşede kalmış Alevî aşiretlerine de saldırıp mallarını yağmalıyorlardı. Türkmen olan bu aşiretler insanlarını asimile etmişler; onları Kürtçe konuşmaya zorlamışlardı. Halen kendilerini Kürt sanan birçok doğulu aslında bu Türkmenlerin torunlarıdır.

Sivas’da Refah Partili Belediye Meclis Üyesi Cafer Erçakmak’ın halkı provokasyonu. Bu akıl ve vicdan yoksunu cani yobaz takibata uğramadan ülkeden kaçmış; maaşı 5 yıl boyunca hesabına ödenmişti.

Halk arasındaki Alevî-Sünnî ayrımcığı iki inanç grubu arasında zamanımıza kadar, sürekli esef verici sürtüşmelere; zaman zaman kendini bilmez kamu görevlilerinin desteğinde kanlı olaylara yol açmıştır. Maraş katliamı, Sıvas Madımak Oteli faciası; İstanbul’da Sultangazi İlçesi Gazi Mahallesindeki kırım bu tür olaylardandır.

19.Aralık.1978 gecesi Maraş’ta Çiçek Sinemasında Ökkeş Kenger adındaki ülkücü gencin ideolojik provakasyon güdüsü ile patlattığı bomba bir mezhep kavgasına dönüşmüş; tam bir hafta boyunca, güvenlik güçlerinin müdahalesi ile karşılaşmayan ülkücüler Alevîlere ve Sünnî de olsa CHP sempatizanlarına ait işyerlerini tahrip etmişti. Çıkan çatışmalarda, resmî kayıtlara göre 105 kişi öldü. Alevî nüfusun %80’i kenti terk etti.

2.Temmuz.1993 günü cereyan eden “Madımak Faciası” olarak anılan “Sivas Katliam’ı” Pir Sultan Abdal Şenlikleri vesilesiyle Sivas’a gelip Madımak Otelinde konaklayan sanatçılara karşı bağnaz provakatörlerin liderliğindeki Sünnî Müslümanlar tarafından çıkarılmıştır. Ateşe verilen Otelde 33 konuk, iki otel görevlisi; çok geç yapılan güvenlik müdahalesi sırasında da 2 saldırgan öldü.

Gazi Mahallesinde, 12.Mart.1995 akşamı bir kahvehanenin otomatik silahlarla taranıp ölüm ve yaralanmalara yol açtığı bir provokasyon, mahalle halkının, duruma müdahalede geciken polise karşı tezahüratı; polisin de, gösteri yapanlara silah açması ile olayların büyümesi sonucunu vermiştir. Bu olaylarda 15 kişi canını yitirmişti. Yurdun çeşitli yerlerinde buna karşı yapılan tepki gösterilerinde de çok sayıda insan yaralandı. Bu arada hızlarını alamayan yobazlar, “Atatürk-kongre ve Etnografya Müzesi” önündeki Atatürk büstünü de tahrip ettiler.

ÜLKEDE GAYRI MÜSLİMLERİN TASFİYESİ SÜRECİ:

Çar I. Alexandre’ın Viyana Kongresinde icat ettiği “Kutsal İttifak” ilkesine uyularak gerçekleştirilen müdahaleler Osmanlının gayrimüslim unsurlarını tahrik edip inanç grupları arasındaki dengenin ayarını bozunca, artık kavgalar hükümdarların, derebeylerin kavgası olmaktan çıkıp halkların dostluğunu etkiledi. Birçoğu Yunanistan diye bir ülkenin varlığından habersiz Osmanlı Rumları, sinsi propagandaların etkisi ile kendilerine Ortodoks Hrıstiyanların koruyucusu olarak tanıtılan Rus Çarlarının resimlerini evlerinde saygı ile saklıyorlar; Sırplar çocuklarına Rus isimleri veriyorlardı. Doğal olarak, Batıda milliyetçiğin yükselmesi; özelikle Osmanlının sınırlarını çevreleyen “PanSlavizm-Slav Birliği” gibi dinî, millî kimlikler dayatılması, Müslüman Doğu Âleminde de bir mukabele ve korunma refleksi olarak “Panİslamizm-İslâm Birliği”, PanTürkizm-Türk Birliği” gibi ideolojiler doğurmuştu. İktidara geldiğinde Balkan Savaşı ile karşı karşıya kalan İttihat ve Terakki yönetiminin “PanTürkizm” ülküsü böyle bir kimlik dürtüsü ile oluşmuştur. Rus yayılmacılığı sonucu asırlar boyu milyonlarca Müslüman göçmen alan Osmanlı Balkan Savaşında Panik halinde Türkiye’ye sığınmak üzere yola çıkıp Yunan eşkıyasının kırımına uğrayan yüz binlerce perişan göçmene karşı, Edirne’nin geri alınışında tehcir işlemi Edirne’de yerleşik Bulgarlara uygulanmıştır. Balkan Savaşı esnasında Arnavutların isyankâr davranışı da onlara karşı güvensizlik uyandırmış; İttihat Terakki yönetiminin kararı ile 1913’de bir kısım Arnavutlar sınır dışı edilmişlerdir. Ülkeye gelen Boşnaklar ise İç ve Doğu Anadolu’ya yerel nüfusun yüzde onunu aşmayacak biçimde dağıtılarak yerleştirildiler. Rumlar Edirne ve İzmir’den uzaklaştırılmaya çalışıldı. 1918’de Trakya’daki Yahudiler sürüldüler ya da terke zorlandılar. Bu korunma refleksinin, elbette ölçülü bir eleştiriye konu yapılması gerekiyor ise de, ne yazık ki, halen, (Mete Tuncay ve Baskın Oran gibi ciddî hocalar dışında) bazı aşırı liberal yazarlar tarafından Türk yönetimleri tarafından doğrudan planlanıp uygulanan tek yanlı, sebepsiz uygulamalarmış gibi gösterilip, bilincsizce ya da pek hayırlı olmayan gizli bir amaçla lanetlenmektedir.

Yunan ordusunun 1922 yılının Eylülünde İzmir’de sonuçlanan Küçük Asya yenilgisi, onlarla işbirliği yapan ya da Yunan Ordusuna zorla asker yazdırılan ve huzuru kaçan yerli Rumları da korkudan kaçırtmıştı. Birbirine güveni tümüyle ortadan kalkmış iki unsurun birlikte yaşaması artık çok zordu. 1.5 milyona yakın Rum evlerini bırakıp, nüfusunun dörtte biri kadar bir fazlalığa yer açma sorunu ile baş başa kalan Yunanistan’a göçmüştür. Bu ülkedeki dörtyüz bin dolayında bir Türk göç grubu da Türkiye’ye sığındı. Fakat Türklerin göçü, çok daha varlıklı Rum halkının göçü gibi travmatik etki yaratmamıştır. Türkler mihnete alışkındır. Rus yayılmacılığının başlangıcından Balkan Savaşına kadar tehcir dramına antrenmanlıdır. Bu kez ise Türk galibiyetinin onuru ile, en azından manevî bir cefa hissetmeden yola çıkmışlardır. Rumlardan güçlü kaynak ve imkânları olanlar ya da maceracılar Avrupa’nın diğer ülkelerine ve ABD’ye iltica ettiler. Bunlardan gerçekleri görenler; Batılı büyük devletler tarafından, artık Müslüman çoğunluğun yaşadığı eski İyonyayı ve Bizansı yeniden fetih; oradaki Rumları “Alitrotismos-Osmanlı boyunduruğu”ndan kurtarma hayali ile iğfal edilen ; “Megalo Idea-Büyük Ülkü” diye adlandırdıkları bu hayali gerçekleştiremeyip, ardlarında alev alev yanan bir İzmir bırakıp kaçan Yunan Ordusunun Anadolu’da hiç iyi izlenim bırakmadığını ikrar edenler oldu. Bergamalı Dimitris Kamburis, Bergama yerlisi Türklerin komşuları Rumların gittiklerine üzüldüklerini; yalnız muhacir Türklerin öfkeli olduklarını; Rumları zorla evlerden çıkarttıklarını anlatır. Silâh bırakışan tarafların ilk işi “mübadele- yer değişimi” (yani Türkiye’deki Rumların Yunanistan’a, o ülkedeki Türklerin Türkiye’ye transferi) konusunu bir düzene bağlamak olmuştur. 30.Ocak. 1923 tarihli “Mübadele Antlaşması” böylece ortaya çıkar.

Toplama kampında göçmen Rumlar

Antlaşmaya göre 1.Mayıs.1923’den itibaren, İstanbul Rumları ile Batı Trakya’daki Müslüman ahali hariç olmak üzere, Türk topraklarında yerleşik Rum Ortodoks dininden Türk uyrukları ile Yunan topraklarında yerleşik Müslüman dininden Yunan uyruklarının (geride bıraktıkları mülkiyet ve alacak hakları saklı kalma kaydı ile) zorunlu mübadelesi (exchange obligatoire) başlatılacaktır. Göçmenler yeni yerleştikleri ülkenin uyrukluğunu otomatik kazanacaklardır. Mübadele ve yerleştirme (etablissement) işleri Dünya Savaşına katılmamış devletlerin uyruklarından üç üyelik bir “Karma Komisyon”un atayacağı alt komisyonların gözlem ve denetimi altında olacak; gereğinde bu komisyonlar işlemlerin kolaylaştırılması ve hızlandırılması önlemlerini alacaklardı.

Zorunlu mübadele, büyük ölçüde 1923-24 yıllarında gerçekleştirildi. Yurtlarından koparılan yüz binlerle mübadilin bakımsızlık ve hastalıktan öldüğü; sadece İstanbul’da toplama kamplarında ölen Rum sayısının 200.000 olduğu söylenir. Geride kalan mal ve mülklerin akıbeti çoğunlukla gerçek sahipleri tarafından izlenememiş; gasp konusu olmuşlardı.

Küçük partilerin göçü de 1930 İnönü-Venezilos antlaşmasına kadar sürdü. Ekonomik üretimin kesintiye uğramasına sebebiyet veren bu göç sürecinin her iki ülke için de tahripkâr etkileri oldu. 14.Haziran.1934’de çıkarılan 2510 sayılı “İskân Kanunu”: “Türk kültürüne bağlı olmayan toplulukların ve göçebelerin toplu olmamak üzere kasabalara serpiştirilmek suretiyle Türk harsından olan köylerle kaynaştırılmasını, yani asimilasyonunu öngörüyordu. Şükrü Saraçoğlu Hükümetinin 5.Ağustos.1940 tarihindeki programında, özellikle ulusal sermaye yaratılmasını hedefleyen (İttihat ve Terakki yönetiminden beri süregelen) asimilasyon politikası açıkça vurgulanıyordu. 1929-34 yılları arasında Anadolu Ermenilerine yapılan İstanbul’da toplanmasına yönelik göç ettirilme; 1934’deki Trakya'daki Yahudilerin göç ettirilme baskıları; (Müslüman oldukları için konumuz dışında kalmakla birlikte) Kürtlerin asimilasyonu çalışmaları kayda değer.
 

Yayın Tarihi : 23 Eylül 2009 Çarşamba 23:44:57
Güncelleme :24 Eylül 2009 Perşembe 00:03:39


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?
Yorumlarınız
betül IP: 85.102.133.xxx Tarih : 25.09.2009 18:51:14

İnanç (islamiyet) ve hoşgörüsüzlük kelimeleri ancak bu gibi yazarlar tarafından yanyana yazılır..osmanlı sizin kökünüz.kendini unutan kişi kendini hayatını kaybetmiş gibidir..osmanlıyı bilmemeniz size bu yazıları yazdırıyor...


Teoman Törün IP: 88.242.41.xxx Tarih : 26.09.2009 11:50:40

Yazarla yorumlar yapan okurlar arasında polemiklere karşı olan editörleri kızdırmak istemiyorum ama  benim maruzatım polemik değil; açıklama olduğu için, Betül Hanımefendinin gözümden kaçan bariz bir hatasını düzeltme babında yeni bir açıklama yapacağım. "İnanç (İslamiyet)" buyurmuşlar. Bundan dizinin  eski bölümlerini hiç izlemediği de anlaşılıyor. Burada uzun açıklama olanağı olmadığı için, Hanımefendinin tanımlama formu içinde arzedeyim: hayır "inanç (İslamiyet) değil; "İnanç (çeşitli putperestlik biçimleri, şamanizm, Valhalla, Manitu vb. özgün dinler. Mecusîlik, Ateşetaparlık, Budizm, Brahmanizm, Şintoizm, Taoizm, Konfüçyanizm, Musevîlik, İsevîlik, İslamiyet ve bunların sayılamıyacak çoklukda mezhepleri ve yorum farkları ile akıllar karıştıracak tarikatları)dır. Benim muradım, yakalayabildiğim kadar bunlar arasındaki kavgaları sıralayıp (bir ütopya ama) aralarında nasıl bir uzlaşıya varılabilir; bunu teemmül etmek. Saygılarımla...       


ahmet IP: 78.175.19.xxx Tarih : 24.09.2009 11:21:37

asimilasyon konusunda en az baskı yapan osmanlı olmuştur şu anda çoğu kuzey afrika devletinde 1970 lere kadar arapça fıransızça güney afrikada almanca türki cumhuriyetlerde 1990 a kadar rusça ana dil  olmuştur madem osmanlı aşimilasyon yapmış neden giitteki bosnadaki arabistandaki rusya tarafındaki vatandaşları türkçe bilmiyorlardı hatta oralarda yaşayan türkler asimile olmuş 1 dünya savaşından sonra giritten arabistandan bosnadan gelen kökeni türk olan  vatandaşları dahi  tek kelime türkçe bilmiyorlardı osmanlı kendisi asimle olmuş nasıl başlakasını aşimle edebilir bence tarih bilinmeden yazılmış bir yazı ben rusya dağıldıktan sonra  türkiyeye üniversite okumaya gelen bir kazakla tanıştım o zaman biraz rusya aleyhinde konuştumda çocuk bana öyle deme rusya köyümüze kütüphane tiyatro kurdu köyde her hizmetiimizi vardı  dedi asimilasyon budur her hizmeti rusca veren rusya onları tam bir rus yapmış hatta rusa toz kondurmuyorlar  senin kendi memleketimdeki alevi yada kürt kırmadık cam yakmadık otobüs bırakmadı hepside baskı yüzünden değil bir kısım şer gücünün tahriki cabasıyla o yüzden türkiyede asimilasyon yok bu memlekette herkez kendi haline bırakılmış 


Nazmi Öner IP: 81.213.121.xxx Tarih : 28.09.2009 23:01:30

Bizim insanımız devletini milletini çok seviyor ve eleştirilmesine katlanamıyor. Ama kendisi de biliyor ki, özellikle de kendi insanına karşı bizim devletimiz despot ve dayatmacı yapısıyla, hak ve özgürlükleri gasp etmesiyle, vatandaşının sorunlarına duyarsızlığı ile, yolsuzluk ve haksızlıkları ile, eleştiriyi en çok hak eden devletlerden birisidir. Ama siyasetçiler bu durumu iyi bildiklerinden, kendilerine yönelen eleştiriyi devlet ve millete yöneltilmiş gibi göstererek millete bu konuda gaz verir. Güya devleti milleti koruyorum ayaklarıyla,Kendi kırsızlığını, yolsuzluğunu, katliam ve adaletsizliklerini kapatmaya çalışır. Vatandaşın devlet millet sevgisi de maalesef bunlara alet olur. Onun için öncelikle devlet ve millet kavramlarına açıklık getirmek gerekir ki, Türkiye’de millet diye bir şey yoktur. Çünkü haklar bazında devletin karşısına geldiğiniz zaman siz sizsinizdir. Ama sizin dışınızdaki herkes millettir. Kim devletten bir şey istese o kendisidir. Yani millet kavramının içinde vatandaş bazında halk yoktur. Millet bulmaca gibi, kandırmaca bir kavramdır. Tapılası, kutsal bir kavramdır. Ama içi boştur. Devlet ise bir manevi şahsiyet olup, devlet şunu yaptı, bunu yaptı dediğimiz şeyler, onu yönetenlerin icraatıdır. Yani devlet yönetendir. Ama yöneten devletin arkasına saklanırsa, pisliklerine milleti paravan yaparsa ve vatandaş da bunun farkına varmazsa bu ülke pislikten hiç kurtulmaz. Devlet bir gün Ermeni yurttaşının ölümüne ses çıkarmadığı zaman bu sizi Müslüman kişiliğinizle fazla yaralamayabilir, ama sonra bir gün bakarsınız ki alevi vatandaşlarınız öldürülmüştür. Sonra sıra hizbullahtı, nurcuydu vs. diye Sünni vatandaşlarına da gelir. Bunları yazan çizen, yazar çizer ve sanatçı vatandaşlarına da sıra gelir. Bu korku ve göz dağını memleket sevgisi olarak algılamak en çok da o devlete zarar verir. Devletin itibarını zedeler. Devletimizin (yani onu yönetenlerin) hatalarını biz görüp eleştirmezsek, yabancılar yüzümüze vurur ve bu daha çok ağırımıza gider. Bu yüzden yorumcular kuru kuruya bir devlet ve içi boş bir millet kavramına saplanıp kalmamalıdır; diye düşünüyor, objektif ve bilimsel tespitleriniz için kutluyorum.


Teoman Törün IP: 88.241.144.xxx Tarih : 25.09.2009 11:37:23

Ahmet Beyefendiye, Rusyadan naklettiği katkıları için çok teşekkür ederim. Zaten, daha önceki yazılarımı ve bu bölümdeki değerlendirmelerimi de dikkatle  okumuşlarsa hiç bir toplumu sütten çıkmış ak kaşık olarak sunmadığımı gözlemlemiş olmaları gerekir. Tam tersine, Osmanlının öteki unsurlara gösterdiği hoşgörünün diğer toplumlardan çok üstün olan farkını yeterince kuvvetle vurguladım.  Özellikle, tarih boyunca Rusların bizim zararımıza olan faaliyetlerini ve icat ettikleri "Kutsal İttifak" ilkesini sürekli deşeleyip duruyorum ve sabır buyururlarsa  daha da deşelemeyi sürdüreceğimi göreceklerdir. Bu dizi dışındaki bir yazım dolayısiyle bir Kürt yurttaşdan aldığım yorumda da (tümüyle aksi yöndeki argümanları ile) çok ağır bir cehalet ithamı ile karşılaşmıştım. Demek ki, yazılarımı yeteri objektivite ile yazıyorum. Dünya insanlarının birbirlerini anlamaları ; nihaî hoşgörü ve uzlaşmaya varabilmeleri için önyargılardan uzak durmak ve arada bir iğneyi  kendi kendimize batırmak, otokritik yapmak; evensel bir saygınlığa ulaşmak için kendimizi model olarak gösterebilecek biçimde ıslah etmek kesin bir zorunluluktur. Saygılarımla...     


gültekin odyakmaz IP: 88.241.225.xxx Tarih : 29.09.2009 10:43:25

Ahmet arkadaşim. neden senin kafan tornistan çalışıyor? Esas amaç ülkendeki insanın mutluluğudur. Rus idaresindeki Kazak yönetinden mutlu ise, tarih bilmeye hacet yok senin ülkende hâlâ Türkçe bilmeyen yığınla Kürt varsa ve bunlar da oluk oluk mahmur kampına kaçıyorlarsa, PKK'dan önc Diyarbakır Hapishanesinden yığınla ölü çıkmış, yüzlerce faili meçhul cinayet işlenmişse bundan gurur duymak değil, külahını önüne koyup kara kara düşünmek gerek.    


Teoman Törün IP: 88.242.41.xxx Tarih : 26.09.2009 11:27:41

Benim köküm doğallıkla Osmanlı, Sayın Betül Hanımefendi. Ama "Osmanlı" kavramını tek bir kişilik, tek bir ideal, tekdüze sürekli bir uygulama, tek bir felsefî simge olarak algılarsanız buna "tarihsel romantizm" denir. Hayâl âlemlerinde uçarsınız. Osmanlıyı hangi hükümdar ya da Osmanlı ailesi mensubu temsil ediyor? İlerleme dönemindeki fatihler mi? Bazı müesseselerin yanlış işlediğini farkedip ıslahata ikdam ettiği için şen'î bir cinayete kurban giden Genç Osman mı? Deli Mustafalar, deli İbrahimler mi?  Rum Anastasya'nın (Kösem Sultan'ın) oğlu, kana susamış IV.Murad mı? Islahat gayretlerini tarihden hayranlıkla izlediğim III.Selimler, II.Mahmutlar, Abdülmecidler mi? Zeki ve entellektüel olmakla beraber yurttaşına güvenmeyip Anayasasıyı kaldıran müstebit Abdülhamit mi? Kendilerini tam bir teslimiyete terkeden son dönem hükümdarları mı?  "Artık bizden hayır kalmadı. Millet kendi kaderini kendi tayin etsin" diyen Şehzade  Burhan Efendi mi? Aynı düşünceyi taşıyıp Atatürke hayranlığını ifade eden oğlu, yeni kaybettiğimiz olaganüstü çelebi ve uygar anlayışdaki Osman Ertuğrul Osmanoğlu mu? Bu büyüğümüze cennette ebedî mutluluklar ve Tanrıdan rahmet dilemek fırsatını verdiğiniz için size ayrıca teşekkür ederim. Artık tam bir Avrupalı ve laik anlayışda olan Osmanlı ailesi Cumhuriyeti bağrına basmıştır. Benim köküm Osmanlıya olduğu kadar, Emevî ordularının egemenlik ve talan için taş taş üzerine bırakmadığı Türk ellerine de dayanmaktadır.  Saygılarımla...