17
Haziran
2024
Pazertesi
ANASAYFA

İnanç ve Hoşgörüsüzlük (98)

ÜLKEDE GAYRI MÜSLİMLERİN TASFİYESİ SÜRECİ -3 (Azınlıklar için uygulanan askerlik hizmeti):

Rıfat Bali’nin, II. Dünya Savaşı ortamında bayındırlık hizmetlerinde çalıştırılmak üzere askere alınan gayrı Müslimlerin anılarının anlatıldığı “20. Kura Nafıa Askerleri” adındaki 2008 baskılı kitabının kapak resmi
 

Varlık Vergisi bahsinde andığımız II. Dünya Savaşının olağanüstü koşullarının ihtiyaç gösterdiği uygulamalardan biri de gayrimüslim yurttaşların da askerlik yükümlülüğü adı altında (sınırlı bir süre) bayındırlık hizmetlerinde çalıştırılmalarıdır. Belli bir devletin uyrukluğunu taşısa da, çoğunluk unsurdan farklı din ve etnik özellik taşıyan yurttaşların belli zorunlu ulusal yükümlülüklere tâbi tutulması çok duyarlı bir konudur. Çeşitli Hrıstiyan ülkelerdeki Yahudilerin sergüzeştlerini naklederken ne kadar baskılar, farklı işlemler, sürgün ve soykırımlarla karşılaştıklarını; “Yahudi emansipasyonu” denilen kurtuluş ve özgürlüğün, dolayısıyla tüm yurttaşlık hak ve yükümlülüklerinin tanındığı gelişmiş yönetimlerde onlar için askerlik görevi de getirildiğini görmüştük. Bizde de, gerek Balkan Savaşında gerekse I.Dünya Savaşında Osmanlı safında savaşan gayrimüslim tebaa’dan çok kahramanlık ve yararlık gösterenler çıkmıştı. Ancak, inanç ve köken bakımından yabancı olan bir unsurun askerlik yapması, yerine göre din ve kan bağı motivasyonu kullanma durumunda kalan yönetici ve komutanlara her zaman huzur veren bir durum değildir. Napolyon’un Doğu Avrupa’daki savaşlarında, oradaki ülkeler Yahudi yurttaşlarından aldığı desteği bu duruma örnek verebiliriz. Rusya’nın desteklediği ve görevlendirdiği Taşnakların, ülkemizdeki Ermeni unsurunu nasıl tahrik edip muazzam gaileler çıkardıklarını gördük.

28.Ağustos.1939 tarihinde, Moskova’da Almanya ile bir tarafsızlık paktı imzalamış olan Rusların, II. Dünya Savaşının çok hararetli bir ortamında, ülkemize taarruz edeceklerine dair istihbaratların gelmesi üzerine 10.Nisan.1941’de resmî seferberlik ilân edilmişti. Çeşitli önlemler arasında, I.Dünya ve Bağımsızlık Savaşı sırasında daha çok saka arabaları ve koşumlu hayvanların bakım ve yönetimine özgülenen “amele taburları”nın ve Dünyanın pek çok yerindeki benzer uygulamaların verdiği esinle, İstanbul’da yerleşik 27-45 yaşları arası gayrimüslim erkeklerin “Nafıa Askerliği” adı altında yükümlülüğe bağlanmaları zorunlu görüldü. Bu önlem de kökten liberaller tarafından ağır eleştiriye uğruyor. Böyle bir baskı altında kalanlara, ciddî bir biçimde önerdikleri “vicdanî red” ilkesine uyarak kaçmalarının mubah olacağı düşüncesi ne denli aşırı ve haksız bir tepkinin ürünü… Biz II.Dünya Savaşı sırasında değil saldıran taraf olmak, hiç taraf değildik ama risk altında idik; hepimizin nimetlerinden paylaştığı yurdun esenliği için, üstelik kökten liberallerce de ekonomik egemenliğe sahip oldukları kabûl edilen azınlıkların da yurt korunmasının zorunlu kıldığı zahmetlere katkıda bulunmaları hakkaniyet gereği idi. Savaş şartlarına özgü olarak 5 yıllık vatan hizmeti yaptıkları o dönemde, askerlik hizmeti dışında kalmış İstanbul’daki bazı gayrimüslimler için (27.Temmuz.1942’ye kadar) en çok 15 ay süren bu mükellefiyet, yol yapmak, tünel kazmak, taş kırmak gibi kaba bayındırlık hizmetlerine özgüleniyordu. Yani, cephe görevi gibi bir riskle karşılaşılmaması da avantaj teşkil ediyordu.

Bu konuda, İstanbul doğumlu Yahudi asıllı olup Sorbon Üniversitesinde “İlâhiyat öğrenimi almış araştırmacı yazar yurttaşımız Rıfat Balinin, 1941 yılında bu şekilde askere alınan gayrimüslimlerle ilgili 2008 baskılı “20. Kura Nafıa Askerleri” adındaki kitap zengin anılarla doludur. Bu anılardan bazıları 1941’in bir Mayıs sabahı, ani bir şekilde 20 yaşından 50 yaşına kadar gayrimüslimlerin işyerleri ya da evlerinden toplanıp, kahverengi elbiseler giydirildiği ve çalışma yerlerine yollandıkları; bazıları (“Humanité Dergisi Editörü Sait Çetinoğlu’nun tesbitine göre) Hükûmetin gizli kararı üzerine aniden yapılan kimlik kontrolu furyası ile gayrımüslim oldukları saptananların derhal kıtalara sevkedildikleri; bunlara üniforma ve silâh verilmediği; 1939 depremi için Yunanistan’dan gönderilen çöpçü giysilerinin giydirildiği şeklinde idi. Rıfat Bali, bu uygulamanın, 1924 Anayasasına göre kendilerini eşit sayan bu insanların onurlarını zedelediğini, bu aşağılamayı yıllarca unutmadıklarını yazıyor. Hükûmetin topladığı bu gayrimüslim erkekleri katletmeyi tasarlamışken, zamanın Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak’ın bu tasarıdan haberi olduğunda bunları Millî Savunma Bakanlığı emrine aldırarak canlarını kurtardığı; Nazilerin uyguladıkları biçimde “Yahudi pazubendleri (kimlik kol bantları)” hazırlandığı, Almanlar Savaşı kazandıkları takdirde bu bantların Yahudilere zorla taktırılacağı gibi zır saçma bir söylentilere dahî yol açtığına işaret ediyor. Rıfat Bali’nin kitabının kapak resminde anı fotoğrafları bulunan gayrimüslim 20. Kura Nafia askerlerinin kıyafetlerinin, benim gayet iyi hatırladığım o zamanki normal er kıyafetlerinden hiç farkı görülmüyor. Sağlıkları da yerinde gibi. O dönemde, tüm Türk lise öğrencilerinin tatillerde askerlik kampı mükellefiyetleri vardı. Ağabeylerimizin de aynı kıyafetlerle körpe yaştaki anı fotoğraflarını seyretmiştik. Sınırlarda yetersiz besin alan, uzun mükellefiyetli erlerin çektiklerini hiç sormamak gerek. Ne var ki, amele şartları, cefaya dayanıklı Anadolu Türk’ü tersine, Aristokrat sefası sürmüş, konfora alışkın nazik tertip azınlıkların kaldırabileceği şey değildi; düzenleri bozulmuştu. Ağır çalışmaya dayanamayıp hayatını kaybedenler de olduğu söyleniyordu. Bali, I.Dünya Savaşında askerliğini ihtiyat zabit olarak ifa edenlerin bile bu kez er hizmeti gördüklerini; bazılarının bu mükellefiyetten kaçmak için “şirvane” tabir edilen ev tavanaraları ya da çatılarında saklandıklarını anlatıyor.

Amerikan Büyükelçiliğinin, kendi Dışişlerine 30.Eylül.1941 tarihli “mahrem” kayıtlı raporu bu nafıa askerlerinin sayısını 30 bin olarak vermiştir.

Ünlü simalardan iş adamı Vitali Hakko, askerlikten yeni döndüğünü anlatmaya çalışmasına rağmen, yeniden yaka paça Nafıa askerliğine alınmasını engelleyememiş. Ermenice “AGOS” gazetesi yazarı Etyen Mahçupyan’ın büyük babası da aynı şekilde yeniden yükümlülüğe bağlanmış. Etyen Mahçupyan, ayrıca, büyük babasının, 1915 kâbusunu yeniden yaşanır korkusu ile bu konuyu ailesi ve dost çevresi içinde hiç açmadığını anlatıyormuş. Şimdi hayatta olmayan Ermeni asıllı sinema aktörü Nubar Terziyan da Nafıa askeri olarak alındığı birlikte, kaçacağı şüphesi ile falakada üç sopa yediğini gönül kırıklığı ile anarmış.

Demokrasi ve insan hakları adına bir daha bunlara benzer anıları kesinlikle dinlemek istemeyiz. Ama; bizi, âniden, Rusya’ya yapılan Alman taarruzu kurtarmıştı. Stalingrad’dan gelen top sesleri Karadeniz sahillerimizden duyuluyor; ülkede casuslar cirit atıyor; sürekli alarma geçerek yanan ışıldakların yolunu şaşıran yabancı uçakları bulmak için gökleri taraması ve uçaksavar ateşleri yüreklerimizi hoplatıyordu. Tehlike NATO Paktına katılmamıza kadar bitmedi.

NOT. Geçen bölüme, değerli köşe komşum Nazmi Öner Hoca ile benim Musevî olduğu anlaşılan “Avibeto” adındaki (ya da pseudonym) sadık bir okuyucum eleştirel yorum getirdiler. Nazmi Hocanın yerinde katkısı ile birlikte eleştirisini ele alacağım Sayın Avibeto’nun bazı değerlendirmelerimle gönül kırıklığına sebebiyet vermiş olmama, bütün samimiyetimle ifade ediyorum, son derece üzgünüm. Ülkemizde yöneticilik gibi (hele benimki gibi amatörce olursa) yazarlık da son derece zor. Âdeta bir jonglörlük. Kökdendincilik, kökdenulusalcılık, kökdenbolşevizm ya da Maoizm, (bazıları “ultra” tabir ediyor) kökdenliberalizm gibi ekstremist görüşlerin hışmına nasıl en az uğrarım kaygısı ile ortalama yol aramada müşkilata uğruyorum. Hele, tarihsel perspektif içinde isabetli sosyal analizler yapmak kolay değil. Hatalarım ve kalem sürçmelerim olmuşsa özür dilerim.

Evvelâ Nazmi Hocanın, konjonktürel koşulları hesaba alan mutedil yaklaşımı ile bazı aşırılıklardan söz etmesine baştan aşağı hak verdiğimi ifade edeyim. “Türk insanının yoksulluğunun sorumluluğunu gayrimüslimlerde aramanın (aslında pek de değil) hiç isabetli olmadığını ben de kabûl ediyorum. Hâttâ, bu dizi’min bir bölümünde, Takiyüddin Efendi Rasathanesinin, Şeyhülislâm fetvası ile bombardman edilmesinin Osmanlının yıkımını hazırladığı biçimine aşırı bir sembolizm yapmamı Sayın Avibeto “tek nedenle Devlet yıkımı olur mu?” diye eleştirmişti. Evet, Sayın Avibeto, bu olay ve buna benzer “Teokratik” tasarruflar Osmanlıyı, asırlarca pozitif öğrenimi esirgediği “halkını da yoksullaştırarak” yıkıma götürmüştür. Matbaa Yahudi cemaatinden başlayarak tüm gayrimüslimler için, Müslüman tebaadan önce kullanılmış. Musevîlerin, zaten uluslar arası manevra kabiliyetinden de ileri gelen ticarî üstünlükleri, Hrıstiyan tebaanın Hrıstiyan Düvel-i Muazzama tarafından korunması, desteklenmesi inanç Reformunu çoktan yapmış Avrupa aydınlanmasından tüm gayrimüslimleri yaralandırarak yetişilemeyecek bir ekonomik avantaj kazandırmıştı. Elbette, bu gayrimüslimlerin suçu olarak gösterilecek şeyler değil. Tam, tersine birlikte yaşadığımız sürece, en azından Osmanlının yüksek tabakasına örnek olmuşlar. Kapasitelerini de kullanıp müreffeh birer hayata kavuşmaları haklarıdır. Cumhuriyet’in şansızlığı bu aşılmaz görünen bilgi ve görgü mesafesini kapayıp Avrupalı bir Türk insanı yetiştirme misyonunu yüklenmesidir. Tren kaçtıktan sonra bu misyonun ifası da olanaksız gibi…

Nazmi Hoca, davar’a öz değerinden fazla vergi yüklenmesinden söz ediyor. Buyurun işte; kaynak arayan Devletin muhatabı salt gayrımüslim değil. Çiftçiyi ezmeyeceğiz, “aşar”ı kaldırdık deniyordu; ama onunla birlikde Osmanlının yüklediği “Ağnam-koyunlar-küçükbaş hayvanlar vergisi” tatbikatı sürdü, gitti. Bir ara, bir Ege kasabasında icra memurluğu da yapan ve atlı seferlerine benim de katıldığım rahmetli babam, Ziraat Bankasına borçlarından dolayı temerrüde düşen köylülerin evlerine hacze gider, sefalet manzarasından başka bir bulamaz, ağlamaklı geri dönerdik. Ee, tabiî, bu genel manzara Maliye Müfettişlerine yazdırdığı döviz kaçakçılığı raporları ile adetâ rekor kırdıran ve uzun yıllar (bir ara kökdendinci ünlümüz Mehmet Şevket Eygi ile koğuş arkadaşlığı yapmış) 1950’lerin Musevî genç ihracatçısı Ruben Asa ile karşılaştırıldığında Devlet de nasıl denge kuracağını şaşırabiliyor. Bu örneği kesinlikle, etnik ve dinî azınlığa yönelik itham olarak göstermiyorum. “Homoeconomicus-ekonomik çıkarını gözeten insan” olma tüm insanların doğasında var. Rahmetli Turgut Özal, kambiyo rejimini yumuşatıp konvertibilite getirmesinden önce yurt dışında yabancı bandralı 72 Türk gemisi gezermiş. Tabiî armatörlerin çoğu Türk asıllı.

Evet, ben de “Varlık Vergisi”nin insan haklarına aykırı olduğunu zikrettim, zaten. O dönemin konjonktüründe, kıyaslamalara göre hafifletici sebepler bulup, olaya bazı kulplar taktım. Gelecek bölümde ele alacağım 6-7.Eylûl olaylarına takacak kulp da bulamayacağımı göreceksiniz. Daha sonra da, hemen her ülkesinde diktatörlerin hüküm sürdüğü yerküremizdeki Dünya Savaşları döneminin genel görünümüne döneceğiz. Saygılarımla…
 

Yayın Tarihi : 4 Ekim 2009 Pazar 09:19:22


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?