EL MARQUÉS DE LUMBRÍA - LUMBRÍA MARKİ’Sİ II. (MIGUEL DE UNAMUNO)
Babası: “Kızım, böyle şeyler şekil ve adâbına uygun olarak yapılır. Saçmalıklara izin vermem!” dedi.
Luisa: “Bununla ne demek istedin, baba?” diye homurdandı.
“Carolina sana anlatsın.”
Luisa ablasının yüzüne baktı; o da dedi ki:
“Bana öyle geliyor ki, kardeşim, bizler, Lumbría Markisi’nin kızları, işçi sınıfından kadınlar gibi balkonda dikilip âleme karşı salak gibi mercimeği fırına verme mesaisine geçemez*. Burada çiçekler böyle bir salaklıktan başka neye yarar ki?”
Babası da: “Bu genç adamın önce eve kabûl edilmesini beklemek gerek” fikrini ileri sürdü: “ona her hangi bir muhalefetim olmayabilir; ama her şey âdâbına göre düzenlenmeli! Sen ne dersin Carolina?”
“Ben de aynı düşüncedeyim; aslında ben de karşı değilim.”
Ve Tristan, Luisa’nın dest-i izdivacına resmen tâlip olarak eve girdi.
Oturma odasının bir köşesinde kestirmekte olan Markiz bu işin farkında değildi. Ombre partisi sonunda uyandığında yakınında bir yandan örgü ile dantel işi yapan bir yandan da Tristanla fısıldaşan Luisa’yı ve onu yalnız bırakmamakla görevlendirilmiş Carolinayı gördü. Bu konuda en fazla teyakkuzda olan baba idi ama diğer yandan, Carolinanın, bazen müstakbel eniştesi ile baş başa kalıp bu hane halkının gelenek ve görenekleri hakkında onu bilgilendirmesi hâllerinde içi rahat ediyordu.
Tristan’ın bu eve Markinin ikinci kızının yavuklusu olarak kabûlünden hemen sonra, kağıt oynayanlar**, hizmetkârlar, onları izleyerek de kasaba halkı için, dini bütün sâkinlerinin içinde yaşadıkları ruhanî bir atmosferin giderek ilişkiler yoğunluğu ile gölgelenmeye başlayan malikânenin sırrı çok merak konusu olmuştu. Marki daha da suskunlaşıyor; eşi her zamankinden daha fazla artan gürültüden daha fazla öfke patlaması ile şikâyet ediyordu. İki kız kardeş arasındaki kavga ve tartışmalar daha sert ve kırıcı, fakat daha alçak sesli idi. Birisi diğerini aşağıladığında ya da belki de çimdikleyip canını yaktığında, bunun sözel tartışması fısıltı biçiminde gerçekleştiriliyor; ağızlardan feryat hâlinde çıkabilecek şikâyetler özdenetimle bastırılıyordu. Yalnız bir kez, yaşlı “la vieja doncella” (femme de chambre-famdöşambr-zengin ev oda bakıcısı) Mariana Luisa’yı şu sözlerle bağırırken duymuştu: “Tüm kent bunu öğrenecek! Evet, tüm kent öğrenecek! Ben Katedral alanına bakan balkona gideceğim ve bunu herkese bağıra bağıra ilân edeceğim!” Marki’nin sesi: “Kendine gel!” diye kükredi ve sonra ağzından evin tamamında duyulup anlaşılamayan infilâk eder gibi bir tekdir nidası çıktı ki, Mariana dinlemekde olduğu kapıdan dehşet içinde kaçıp uzaklaştı.
Birkaç gün sonra Marki, büyük kızı Carolinayı da yanına alarak Lorenza’dan ayrıldı. Onların kentte olmadığı süre içinde Tristan evlerine gelmedi. Marki döndüğünde, bir gece iskambil partisi sırasında dostlarına durumu açıklama gereğini duydu; sabit bir şekilde yalnız rahibin yüzüne bakarak: “Kızcağız kendini iyi hissetmiyordu. Aslında çok şefkât ve ilgi gösterdiği kardeşi ile sürekli çekişme ve tartışmalar sinirlerini zayıflatmıştı, biraz ortam değişimi ile kendine gelmesi için onu kentten bir süre uzaklaştırdım.” Bu sözlere kimse bir yanıt vermedi.
Birkaç gün sonra, Tristan Ibáñez del Gamonal’ın Yüce Ekselansları Lumbría Markisi’nin ikinci kızı evlilikleri en famille-aile içinde kutlandı. Aile içi tören özellikle kararlaştırılmıştı. Damadın annesi ve Markinin kard oyunu dostları dışında hariçden kimse törene dahil olmadı.
Tristan da kayın pederinin evinde yaşamaya başladı; malikânede gidip gelmeler daha sıklaştı ama ev içi atmosfer daha da kasvetli hâle geldi. Yeni gelinin balkonundaki çiçekler bakımsızlıktan solup çürüdüler. Markiz, kendini her zamankinden daha fazla uykuya vermiş; Marki ise tam bir hayalete dönüşmüş, iyice suskun, yılgın vaziyette, perdeleri sokaktan gelen ışığa karşı hâlâ sımsıkı kapalı, oturma odasını avâre arşınlayıp duruyordu. Hayatının elinden gittiği duygusu ve ona nasıl sarılıp elden kaçırılmayabileceğinin merakı içinde idi. Ombre oynamaktan da vazgeçmişti. Bu yılgınlık, zaten içinde yaşayıp yaşamadığı tam belli olmayan Dünyaya bir veda gibi görünüyordu. Mahrem-i esrarı rahib’e: “Artık, oyun için kafamı toplayamıyorum,” demişti: “her an dikkatim dağılıyor; oyun artık bana keyif vermiyor. Benim için, sadece, kendimi ölüme tevekkül ve metanet ile hazırlamak kaldı.”
Bir sabah, güne bir inme darbesi ile uyandı. Ne olduğunu anlamamış; bir şey hatırlamaz olmuştu. Fakat kendini topladıkça yaşama daha umutsuz olsa da belli bir direnme ile yapışmaya çalıştı: “Hayır, her şeyin düzeldiğini görmeden ölemem.”. Ve yatağına yemeğini getiren kızına endişe ile sordu: “Nasıl gidiyor? Uzun mu sürecek?”
“Fazla uzun sürmez, baba.”
“Zaten ben bir yere gitmiyorum. Yeni Marki’yi görmeden gidemem. Evet, onun bir erkek olması lâzım. Bu malikânede bir erkeğe ihtiyacımız var. Suárez de Tejada olmasa bile bir Rodrigo ve bir Lumbría Markisi…”
“Bu benim elimde olan bir şey değil, baba…”
“Bu son şansımızdır, kızım” derken sesi titriyordu: “Evimize aldığımız bu deli dolu herif de bize bir Marki kazandıramıyacak mı yâni… Nasıl olur…”
Zavallı Luisa ağladı; Tristan da kendini hem suçlu hem de köle gibi hissetti.
Kızının doğum yapmasının bir an meselesi olduğunu öğrenen zavallı adamın heyecanı son raddeye gelmişti. Torun beklentisinin aşırı etkisi tüm bedeni hummaya yakalanmış gibi titretiyordu. Doktor: “Siz, şu an kendi sağlığınıza müstakbel anneninkinden daha fazla dikkat etmelisiniz,” dedi.
Marki damadına: “Luisa bebeği doğurduğunda, oğlan çocuksa hemen bana getir ki onu gördükden sonra huzur içinde öleyim; onu, Markiyi bana bizzat sen getir.”
Marki ağlama sesi duyduğunda yatağında doğruluverdi, kapıya baktı. Çok geçmeden, vicdan acısı çeken bir ifade ile, iyice kundaklanmış bebeği kollarında taşıyarak içeri girdi.
İhtiyar adam: “Marki mi?” diye bağırdı.
“Evet!”
Yeni doğmuş varlığı görmek için biraz ileri doğru eğildi; ona ürkek, titrek bir öpücük, bir ölüm busesi kondurdu. Sonra, damadına da bakamadan, duyarlığını yitirerek kütük gibi yastığına gerisin geriye düştü. Bir daha bilincini kazanamadan iki gün sonra öldü.
Bir yas göstergesi olarak evin cephesindeki ailenin simgesi silâh panelini siyah kumaşla örttüler. Üzerine tüm gün boyunca ışığını saçan güneşin etkisi ile kumaşın siyahlığı solmaya başladı. Çocuğun doğumu evin üzerine çöken ağır yas havasını dağıtamamıştı.
Çocuğun doğumundan sonra anası zavallı Luisa öylesine zayıf düşmüştü ki, ilk hafta kendi bakımında kalmasında ısrarcı olduğu bebeğin bizzat bakımından vazgeçerek “bir süt anne”den söz etmeye başladı. Kocasını defalarca: “Tristan, Marki’yi ancak memesi dolu bir bakıcı besleyebilir.” diye ikaz etti.
Tristan ise tarif edilemez biçimde kederlenmişti. Yaşlandığını hissetti. “Ben evin bir eşyası gibiyim; adeta mobilyasının bir parçasıyım,” dedi kendi kendine. Dar sokak arasından, Luisanın yatak odası balkonuna, artık üstünde hiç çiçek saksısı bulunmayan balkona baktı. Yeniden bir kez daha karısına: “senin balkonuna tekrar çiçek koyamaz mıydık?” diye sorma teşebbüsünde bulundu. Kadın: “artık burada Markiden başka çiçek olmayacaktır,” yanıtını verdi.
Zavallı adamın yüreği oğlu için “Marki”den başka hitap kullanılmadığı için eziliyordu. Evinden kaçmak için aradığı sığınağı Katedralde buluyordu. Başka zamanlar ise, neresi olduğunu ev halkına söylemediği yerlere giderdi. Kâlbini en fazla inciten ise nereye gittiğini karısının bile merak edip sormaması idi.
Luisa ölüme gittiğinin farkında idi; yaşamı an be an kayıp gidiyordu. “Hayatım hırçın bir dere gibi beni terk ediyor. Kanımın inceldiğini hissediyorum. Beynim uğulduyor. Hâlâ hayattayım ama bunun sebebi de ağır ağır tükenişim… Buna esef duyuşum sadece küçük Markiden ayrılma zorluğundandır… Bu güneşsiz ev ne kadar keder verici! Tristan ben senin buraya güneş ışığı, özgürlük ve mutluluk getireceğini sanmıştım; ama sen bana küçük Markiden başka bir şey vermedin… Onu bana getir!” Küçüğü kucağına aldı; onu uzun uzadıya titrek, hummalı öpücüklerle sarmaladı. Karı-koca bir süre konuştular; sonra aralarına donmuş bir sessizlik perdesi indi. Akıllarına ve yüreklerine son derece işkence veren konuları artık ağızlarına almaz oldular.
Luisa, yaşamını tehdit eden ipliğin kopmak üzere olduğunu iyice hissedince, buz gibi soğuk elini oğlu Rodrigo’nun alnına koyup onun babasına dedi ki: “Marki’ye iyi bak! Marki için kendini feda etmekten kaçınma! Ve ona da (ablasını kasdediyor) kendisini affettiğimi söyle”.
Tristan “Ya ben?” diye mırıldandı.
“Sen mi? Senin affedilmeye gereksinimin yok ki!” Bu sözler zavallı adama çok korku veren bir mahkûmiyet gibi geldi. Çok geçmeden eşini kaybettiği tüm kasabaca öğrenildi.
*Burada avam dilinde bir benzetme yapılıyor. İspanyolcada “pelar la pava-hindiyi yolmak” pencereden mercimeği fırına vermek; “haciendo las osas” kendilerini salak durumuna düşürmek demek.
**Orijinalin metinde “kağıt oynayanlar” yerine daha spesifik bir deyim kullanılyor: “los contertulios tresillistas”… Ombre’nin diğer adı olan tertulia’ya atfen “tertulia oynamak için toplananlar demek…
Kent Haber'in köşe yazarları içinde, okuduğum yazılarıyla bana huzuru sağlayan tek kişinin siz olduğunu belirterek, en derin saygılarımı size sunarım.