18
Mayıs
2024
Cumartesi
ANASAYFA

İspanyol Edebiyatından Seçkiler (24)

EL POTRILLO ROANO - DORU TAY II. (BENITO LYNCH)

Şu ekinleri harabeden, önüne geleni ısıran, tekmeleyen, canı istemediğinde yerinden kımıldatılması mümkün olmayan, bir defasında, belki de ot sandığı için Mario’nun bir tutam saçını ısırıp koparıveren, fakat onun elinden şeker yiyen, onu uzaklardan görür görmez kişneyen küçük doru tay’ın değerini ve kendine ne ifade ettiğini ancak Mario bilebilirdi.

Arjantin, Patagonya’da bir Rancho

O onun aşkı, kaygısı, yol gösteren rehber yıldızı, ruhanî ışığı idi. Öylesine ki, ebeveyni, tay’ı küçük oğlanı hizaya getirmeye, ehlileştirmeye yarayan bir araç olarak kullanmaya alışmışlardı.
“Dersini çalışmazsan, bugün öğleden sonra tay’ın üstünde gezmeye çıkamazsın... Yaramazlık edersen tayı bu çiftlikden uzaklaştırırız... Şunu yaparsan ya da bunu yapmazsan ...”
Bu tay, bir savaşın en şiddetli anında hiç yenilmez bir birliğin değerinin ölçülmesinde en keskin bir standart gibi, Marionun isyankâr haşarılıkları karşısına dikiliveriyordu.
Bu tehdidin onun üstünde o kadar güçlü bir etkisi vardı ki*, komutanının çıkagelmesi üzerine kılıcını kınına sokan bir savaşçı gibi kibirini hemen bastırıyordu. Çünkü, bu doru tay onun için öylesine harika, zarif, sevimli ve zeki idi. Rancho’daki –çok deneyimli bir trenzador (kösele örücüsü)** olan- at terbiyecisi ona tabaklanmış deri şeritlerinden gerçekden olaganüstü zerafette dantel örgü eseri olan küçük bir yular imâl etmişti. Bunun üzerine diğer çiftlik işçileri, bir biri ardı sıra, ya Mario’ya duydukları sevgiden ya da at eğitimcisine karşı rekabet dürtüsü ile, tüm öteki aksesuarlarını da ikmâl ederek herkesin hayran olacağı biçimde tayın tam takım koşum donanımını sanatçı özeni ile ortaya çıkardılar.
O Mario’ya göre dünyanın şimdiye kadar gördüğü en zarif tayı olduğu gibi, geleceğin en güzel yarış atı olacaktı; buna öylesine imân etmişti ki, ağabeyi Leo’nun doru tayı “katırcık” diye ya da buna benzer tuhaf isimlerle çağrmada ısrar ederek alaya almasını bağışlanmaz küfür addediyordu.
Öte yandan, “Ranço’nun baş kâhyasının tay’ı iyice inceleyip, yarı kapalı gözlerle: “Benim fikrime göre bu hayvan dört dörtlük bir güzelliğin simgesi bir yaratık olacaktır” demesi üzerine, Mario kâhyayı en akıllı, ciddî ve sevecen insan olarak görmeye başladı.

Mario’nun babası”Ranço”ya bitişik alanda bir bahçe düzenlemeye karar vermişti. Ne var ki, bir kaç yeni doğmuş civcivi ayakları altında ezmiş olması yüzünden, artık, oğlanın anası ile birlikde “lânet tay” diye anmaya başladıkları yaratığın, ayrıca boş kaldığında gevşek fidelere de saldırıp onları mahvettiğini öfke içinde keşfettiğinden, bu projesine bir engel oluşturacağını da hesaba katıyordu. Mario, daha tayın çiftliğe ilk gelişinden itibaren onu geceleri bağlamayı unutmaması gerektiği ikazını almıştı; ne yazık ki bu ikaz Mario’nun aklında kalmıyordu; defalarca tayı bağlamayı unuttu. En sonunda bir sabah, babası pür hiddet, anlatmak istediklerine vurgu yaptığını ifade etmek için baş parmağını ağzından çıkan sözlerle tempolu biçimde ve şiddetle on doğru sallayarak:
“Bu tayın başka bir bitkiyi tahrip ettiği ilk gün, tamı tamına ilk gün onu kırlara salıvereceğim...”
“Amanııın!... Bozkırlara, haa!...Onu bozkırlara geri döndürmek, haa!...”
Mario’nun babasının kafasını hayvanı kırlara geri döndürmeyi takması oğlancağız için ne demekti.?
Babanın bunu anlayabilmesi için onun da sekiz yaşında olması, doru tayı onun duyduğu aşkla sevmesi ve bu tehdidin azametini öyle hissetmesi gerekti...
“Kırlar!... Onu kırlara salıvermek!...” Mario için kırlar kasırgalı, boralı, ucu bucağı olmayan, gayya kuyusu gibi dipsiz bir yerdi; doru tay’ı oralara bırakmak yeni doğmuş bir bebeği denize atmak gibi gaddarca ve insanlık dışı bir davranış olurdu.
Hiç kuşkusuz, artık kayıtsız kalma ve dikkatsizlik lüksü olmayacak; ya da diğer deyişle, tüm hafta boyu vakti, tay’ın en önemsiz küçük bir çiçeğe en ufak bir hasar vermemesini izlemekle geçecekti.

Işıklı bir Şubat sabahı seherinde Mario, ayakları duvar tarafında yatağında uzanmış, doru tayın parlak geleceği için kurduğu planları ağabeyi Leo ile paylaşarak yatarken anası, birden beklenmedik şekilde yatak odasına giriverdi.
Şaşkın ve telaşlı: “Sen buradasın, ha!” dedi: “Sen buradasın! Tay’ını gördün mü?”
Mario önce kıpkırmızı, sonra kağıt beyazı kesildi.
“Ne? Benim neyim, anacığım?”
“Senin tayın gene kaçmış ve bahçede pek çok şeyi tahrip etmiş.”
Mario, evren’in tepesine yıkıldığını sandı.
“Fakat...nasıl!” demeyi başarabildi: “Fakat nasıl?”
“Orasını bilmiyorum,” diye yanıtladı annesi: “fakat seni defalarca uyarmadığımızı söyleyemezsin!... Şimdi baban...”
“Ben onu bağlamıştım... Ben onu bağlamıştım...”
Ve Mario alel acele giyindi; elleri titriyor, sanki odaya duman dolmuş gibi gözleri bulanık görüyordu.

Doru Tay

Durum tam bir felâketti. Tay bu kadar kötülük yapmaya asla cesaret edemezdi. Bu kez, salt çiçek yatakları (canteros) tarh’ını çiğnemekle kalmamış, üzerinde taze bir asmanın zerafetle tırmandığı bir bambu direği çifteleri ile devirmiş ve mel’anetini, büyük bir itina ile düzenlenen bir kare alana (losange) dikilmiş nadir yetişen çok sayıda karanfil çiçeği gruplarını toynakları ile kökleyerek darma dağın etmeye kadar götürmüştü.
“Ne yaptın sen? Ne yaptın bebeğim?”
Sanki bir rüyada imiş ve ne yaptığının bilincinde değilmiş gibi, Mario ıslak zemine çöktü ve sökülmüş çiçekleri hareretle yeniden dikmeye koyuldu. “Bebeği” sefil mahlûk ise onun kişiliğine karşı müztehzî bir kayıtsızlıkla hâlâ kafası, burnu yerde bir şeyler aranır gibi yanında duruyordu.

Yumuşak bir döşekde yürüyen bir uyurgezer gibi, Mario tay’ı yularından tutarak, sonu beyaz kazıklardan yapılma tranquera’da (sığır kapısı)*** biten ve vahşi kırların münzevî heybetine açılan, iki yanı kule gibi kavak ağaçları dizili, geniş bayır yoldan aşağı sürükledi.
Çocuğun başına kan hücum etmiş, önünde sanki bir sis perdesi varmış gibi cisimleri yarı bulanık görüyor, babasının korkunç tehdidini kulakları çınlarcasına duyuyordu!...

“Şu tayı alıp onu kırlara salıvermek!”
Çelik bir pençe ile kıstırılmış gibi tıkanan boğazına gelen çığlığı bu yüzden çıkaramadı. Bir otomat gibi acayip yürüyüşünü sadece onu yan avludan (patio) gören annesi farketti...
Mario için sığır kapısının öte yanı her şeyin sona ereceği; bir kaç saniye içinde, doru tayın ayrılması ile kendisinin ve tüm varlığın ebediyen gömüleceği bir girdap olacaktı...
Mario yarı yola geldiğinde annesi daha fazla dayanamadı ve babanın koluna yapışarak inilti ile ağladı:
“Yeter, Juan, yeter”**** dedi.
Fakat, tam Leo’nun hızla yerinden fırlaması üzerine anne keskin bir çığlık attı, baba ise delicesine koşmaya başladı.
Orada, sığır kapısının yanı başında, Mario, üzerinde çadır bezinden önlüğü, bir mermi yemiş nazik bir kuş gibi çimenin üzerine yığılmıştı...

... Bir kaç gün sonra, Mario nihayet yatağında doğrulduğunda, uzun gece nöbetleri sonucu göz kapakları kızarmış, yüzleri solmuş ana-baba artık gülüyorlardı. Teşrifatlı bir biçimde doru tay’ı, yularından tutup kıçından tapışlayarak yatak odasına getirdiler...


 

*Metnin aslında bu ibare daha edebî ifade edilmiştir: “puede tanto en su ánimo=onun ruhuna o kadar hakimdi ki.”
**Trenzar; sözlük anlamı “şerit halindeki maddeleri örmek’dır. Trenzador’un buradaki özel anlamı: tabaklanmış deriden kesilmiş ince uzun şeritleri örerek “lasso” denen kement, koşum takımları vb. deri ürünü araçlar imâl eden usta’dır.
***Tranquera: sığır sürüsünü kapatıldıkları alandan dışarıya çıkarmak için yapılmış büyük kapıdır; bu İngilizce çevirisinde “cow gate-inek kapısı” diye isimlendirilmiş.
****“Yeter” ünlemi İspanyolcada “bueno=iyi” diye ifade ediliyor; metnin aslı: “Bueno, Juan, bueno,”dur.
 

Yayın Tarihi : 29 Kasım 2010 Pazartesi 00:59:16


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?