KANIN GÜCÜ (LA FUERZA DE LA SANGRE)- Miguel de Cervantes (III.)
Oğlana, dedesinin adı “Luis’i verdiler. Güzel yüzlü, yumuşak tavırlı idi; zeki, uyanık bir kişilik taşıyordu. Duyarlı ergenlik çağında bir sorun çıkarmadığı gibi çekici görüntüsünden ve büyük ana-babasına karşı sevgi ve saygı ile davranışından soylu bir babanın oğlu olacağının işaretlerini veriyordu. Yaşlı çift ise, bu durumu, kızlarının başına gelen bahtsızlığı telâfi eden bir şans olarak telâkki etmeye başlamışlardı. Çocuk yolda yürürken ona rastlayanlar üzerine binlerle kutsama duası yağdırırlardı. Kimi güzelliğinin kutsardı; kimi onu doğuran anaya, kimi onu yetiştiren babaya, bazıları da yetişmesinde emeği geçen herkese hayır dua ederdi. Çocuk yedi yaşına gelmiş; pek fazla varlıklı olmayan büyük ana-babanın, ona zenginlik değil erdem ve beceri kazandırmayı tercih etmelerinin sonucu çocuk daha o yaşta Latince ve İspanyolca okuma yazma öğrenmiş, ilgisi sanata, güzel yazmaya yönelmişti.
![]() |
Bu anlayış içinde bir gün büyük annesi onu akrabalarından birine ziyarete gönderdi. At yarışlarının düzenlendiği bir caddeden geçerken duraladı ve caddenin, yarışları daha iyi izleyebileceği, karşı tarafına geçmek istedi; caddenin tam ortasına geldiğinde, gemi azıya aldığı için binicisinin dizginleyemediği bir at tarafından çiğnendi. At, yerde yarı ölü hâlinde serilip kalmış, başından oluk gibi kanlar boşanan çocuğun üzerinden yıldırım gibi geçti. Çok geçmeden yarışları gözlemlemekte olan yaşlı bir binici atını ona doğru sürdü, çocuğu kucaklayarak onu kendi atının terkisine yerleştirdi ve hemen evine götürdü. Hizmetkârına, çocuk için bir doktor çağırması emrini verdi. Kaza kurbanın Luisito (Luiscik) olduğu haberi ağızdan ağıza büyük ana-babanın ve gizli ananın kulaklarına kadar ulaştı. Ciğerparelerini görmek için, onu kurtaran soylu adamım evine gittiler; çocuğu sağaltan hekim yaraların ilk görüldüğünde korkuttuğu kadar ciddî olmadığını söyledi. Tedavi sırasında Luisito ayılmış, heyecanla kendisini nasıl hissettiğini soran yakınlarının yanında görmekle çok mutlu olmuştu. Onlara başının ve vücudunun bayağı zedelendiği ve ağrıları olduğu yanıtını verdi. Hekim de onları, istirahata gereksinimi olan çocuğu lâfa tutmamaları konusunda uyardı.
Büyük baba, evin sahibine bu büyük iyilikseverliği için teşekkür etti. Muhatabı da nezaketle, yaptığının teşekküre değer bir şey olmadığını, atın çiğnediği çocuğu yerde yatarken gördüğünde, canından çok sevdiği kendi oğluna benzettiğini, bundan duygulanarak onu hemen kendi evine aldığını, tedavi sürdüğü müddetçe, azamî dikkatle bakım altında tutacağını söyledi. Keza, kendi gibi soylu olan eşi de aynı duyguları paylaştığını ifade ederek, çocuğun iyileşmesi için ellerinden gelen en büyük özeni gösterecekleri sözünü verdi. Büyük ana-baba muhataplarının bu asîlâne jestlerine hayran kalmışlardı. Fakat öte yandan, hekimin görüşlerini alıp içi rahatladıktan sonra etrafa göz atan anne bazı sürprizlerle karşılaştı. İçinde bulunduğu salonun, onurunun ayaklar altına alınıp acı günlerini başlatan aynı zemin olduğunu kesinlikle saptadı. Gerçi, pencereyi süsleyen Şam işi perdeler yerinden alınıp değiştirilmişti ama mobilyalar düzeninin aynı olduğunu fark etti. Kendisine mezarı imiş gibi gelen yatak, demir ızgaralı pencere, gümüş haçı aşırdığı yazı masası aynen duruyordu. Gözüne çarpmış başka ayrıntıların da eski gözlemlerine uyduğunu irdeleyip kesin hükmünü verdikten sonra, annesine durum hakkında uzun uzadıya bir açıklama yaptı. Evde gördüğü nezaketin etkisindeki büyük anne, torununa kucağını açmış beyefendinin gerçekten bir oğlu olup olmadığı hakkında nazik ve ihtiyatlı ifadelerle bir soruşturma yaptı. Ev sahibinden, o anda İtalya seyahatinde bulunan Rodolfo adında bir oğlu olduğunu öğrendi. Rodolfo’nun İtalya gezisi için İspanyayı terkettiği yedi yıllık ara da torununun yaşını tutuyordu. Tüm bu öğrendiklerini kocasına anlattı; karı-koca ve kızları arasında bekleyip sonucu görme anlaşmasına varıldı.
Luisito iki hafta içinde hayatî tehlikeyi atlatmış; bir ay sonra da sağlığına tümüyle kavuşup yataktan çıkmıştı. Bu süre içinde annesi ve anneannesi onu aksatmaksızın ziyaret ettiler; iyi kâlpli ev sahibi de, kendi oğluymuş gibi devamlı, onu okşayıp hatırını sordu. Onun, Doña* Estefania adındaki eşi de, çeşitli vesilelerle, Leocadia’ya çocuğun kendi oğluna son derece benzediğini: ona baktıkça kendi oğlunu görüyor gibi olduğunu vurguluyordu.
Bu söyleşilerden birinde, baş başa kaldıklarında, Leocadia kadının oğlunun kendisinin onuruna karşı işlediği iğrenç günahı, kendisini nasıl kaçırdığını, gözlerini bantlayıp odasına götürerek tecavüz ettiğini ve odada dikkatini çeken işaretlerden kuşkusunun teyid edildiğini açıklama fırsatını buldu. Söylediklerini kanıtı olarak göğsündeki gümüş haçı çıkarıp gösterdi ve dedi ki:
“Ey, Tanrım, bana gösterilen şiddetin tanığı olan Sen, bana bunu telâfi edecek bedelin de yargılayıcısı ol; yazı masasından aldığım haç’ın varlığı sayesinde bana yapılan günahı daima hatırlayayım; bu ağır aşağılanmanın yüküne tahammül ve teselli için bu haçdan sabır gücü alayım.”
Sonra Doña Estefaniaya hitap ederek şunları açıkladı: “Madam, asîlâne bir hayırperverlik gösterdiğiniz bu çocuk sizin gerçek torununuzdur. Göksel bir güç onu bir kaza vesilesi ile karşınıza çıkardı; evinize getirdi. Bu kaderde, bahtsızlığımın tesellisini ve tedavisini buluyorum.
Leocadia elindeki haçı göğsüne bastırırken, bir erkeğin zulmü ne denli doğalsa, yüreğindeki şefkât ve acıma hissi o kadar doğal olan bir soylu hanımefendiye benzeyen Doña Estefanianın kollarına düşüp kendinden geçti. Hanımefendi seller gibi göz yaşı akıtarak yüzünü kızın yüzüne yapıştırdı.
*Doña; soylular arasında “Hanımefendi” demek. “ñ” n üstündeki işarete “enye” denir; bu harfi “ny” okutur (Señor, Señora, Señorita gibi).