16
Haziran
2024
Pazar
ANASAYFA

İspanyol Edebiyatından Seçkiler (50)

JOSÉ ORTEGA Y GASSET ve eserleri

José Ortega y Gasset

1930’da yayınladığı “La rebelión de las masas-Kitlelerin İsyanı”nda yer alan “Azınlıklar özel nitelikleri olan grup ya da bireylerdir; kitleler ise kalifikasyonsuz halk kümeleridir” aforizması ile ünlü José Ortega y Gasset 9. Mayıs.1883’de Madrid’de doğdu. 1891-97 arası Endülüs’ün Málaga kentinin banliyösü Miraflores Cizvit okulıunda eğitim aldı. Sonra Deusto (Bilbao’da) ve Madrid Üniversitelerinde yüksek öğrenim gördü. Madrid Üniversitesinden mezun olduğu 1904 yılı içinde de lisans üstü derecesini aldı. Almanyada, Berlin, Leipzig ve bir Yeni-Kantçı merkez olan Marburg üniversitelerinde 1907’ye kadar incelemelerini sürdürdü. Friedrich Nietsche’nin perspectivism’inden etkilendi. Döndüğünde iki yıl “Escuela Superior del Magisterio-Eğitim Yüksek Okulu”nda hocalık yaptı. Bu arada Faro gazetesini çıkardı. 1910’da, 1936’ya kadar faaliyet göstereceği Madrid Merkez Üniversitesine metafizik profesörü olarak atandı.1910’da Rosa Spottomo Topete ile evlenmiş, üç çocuk sahibi olmuştur.

Kurucusu olduğu dergilerden “España-İspanya”yı 1915-23 arasında, “Revista de la Occidente”yi (Batıya Yeni Bakış) 1923-36 arasında yayınlamıştır. “El Sol-Güneş” dergisinin de ortak kurucusudur. İspanya Kraliyet Etik ve Siyasal Bilimler Akademisine 1914’de üye seçildi. Siyasal Bilgiler Eğitimi Birliğinin de kurucuları arasındadır. Liberal görüşü nedeniyle Primo de Rivera’nın diktatörlüğüne ((1923-30) karşı çıkarak profesörlükten istifa etti. Monarşinin ulusu ortak bir hedefe götürmeyeceğini düşündüğünden 1931’de bazı arkadaşları ile birlikte Cumhuriyete Hizmet Grubunu kurdu. Kısa süren İkinci cumhuriyet döneminde bir yıl süre ile parlamento üyesi olmuş; fakat uğradığı düş kırıklığından bir daha siyasete karışmamıştır.1936’da İspanyanın iç savaşı başlayınca gönüllü sürgüne çıkarak Avrupa ve Arjantin gitmiş; Franco idaresinde de çalışmak istemediğinden Peru, Lima Üniversitesinde Felsefe profesörlüğü almış; ülkesine ancak II. Büyük Savaş sonunda dönmüştür. Almanya, İsviçre, ABD’de konferanslar verdi. 1949’da ABD.’de Colorado, Aspen “Center for the Humanities-Beşerî Araştırmalar Merkez”ine davet edildi. Ekim 1955’de Madrid’de vefat etti.

Ortega y Gasset felsefe tarihinden felsefe, metafizik, tarih, estetik, siyaset’, sanat eleştirisi, etik, epistemolojiye kadar çok çeşitli alanda yazılar yazdı. Başda andığımız Kitlelerin İsyanı 20.Asır Toplumunu, Karl Mannheim, Erich Fromm, Hannah Arendt gibi diğer “kitle toplumu” kuramcılarına benzer biçimde sıradan kitlelerinin ve seçkinler dışındaki bireylerin egemenliği ile tanımlar ve yönetimin özgür ve bağımsız düşünceli aydın sınıfa bırakılması gerektiğini vurgular. Aşağıda bir pasajını vereceğimiz bu kitap 1930’da yayınlamasına karşın yıllar boyu çok okunmuştur. İspanyol denemeci ve filozof, kitle zihniyetinin etki gücü yüzünden Avrupa kültüründeki bunalımı ve farklı değerlere itilmeyi analiz eder. Bugün (yazarın tâbiri ile) “Hiper Demokrasi” ve sosyal barış hatırına hoş görülmeye ve fakat çoğu kez coplar, tazyikli sular, biber gazları ile bastırılmaya çalışılan kitle hareketleri, gerçekten bazen sosyal barışı tehdit eden boyutlara gelir ve kesinlikle de sanatta ve kültürde popülizmin egemen olduğu bir ortam yaratır. Bu konunun günümüz toplumbilimcileri tarafından daha geniş analizleri yapılıyorsa da I. Büyük Savaş dönemi dönemi sonunun bir düşünürünce ele alınması ilgi çekici olabilir. Kitabın önsözü yazarın uslûbu hakkında örnek bir fikir vermektedir. Çoğu kitapları makale ve denemelerinin kolleksiyonudur. Bunlardan Adán en el paraíso-Adem Cennette (1910), Meditaciones del Quijote-Kişot Üzerine Düşünceler (1914) ve El tema de nuestro tiempo-Zamanımızın Konusu (1923) ile Almanyada karşılaştığı Yeni Kantçılık akımından ayrılıp Martin Heidegger’i de etkilediği egzistansializm’e kaydığını göstermiştir. Diğer önemli yapıtları arasında España invertebrada-Omurgasız İspanya(1922). Geniş biçimde ele aldığı, derslerinde de parçalarını takrir ettiği fakat vefatı yüzünden bitiremediği kitabı 1957 yılında “El hombre y gente-Adam ve İnsanlar” adında yayınlanmıştır. Edebî eleştirleri ise en geniş biçimde “Ideas sobre la Novela-Roman Üzerine Düşünceler”de verdi. Örneğin Dickens romanlarındaki insanî karakterlere yer vermeyen Pirandello’yu eleştirmiş.

Şimdi, “Kitlelerin İsyanı” kitabından “Viene de las masas-Kitlelerin Yürüyüşü” bahsini kısaltarak naklediyoruz:

Hayra mı yoksa şer’re mi yormalı bilinmez ama bugün Avrupa’nın kamu yaşamında en hayatî öneme sahip bir olgu vardır. Bu da kitlelerin sosyal iktidara tümüyle geçme olgusudur. Kitle kendi kişisel varlıklarını yönetemeyen ve keza yönetmemeleri gereken cüzler topluluğu olarak tanımlandığından genelde toplum yönetimine en düşük düzeyde katılırlar; Kitle’nin fiilen siyasal güç kazanması Avrupa’nın karşılaştığı ve halkları, ulusları ve uygarlığı etkileyen en büyük krizdir. Bu bunalım tarihte çok kez baş göstermiştir. Yapıları ve sonuçları iyi bilinir; keza Kitlelerin İsyanı olan adı da... Bu bakımdan, bu korkunç olguyu tüm kapsamı ile anlayabilmek için, daha baştan “toplumsal güç”, “kitleler” ve “isyan” sözcüklerine tahsisen ve öncelikle siyasal bir anlam vermekten kaçınmak önemlidir. Kamu yaşantısı salt siyasal değil, aynı ölçüde hattâ daha öncül olarak entellektüel, ahlâkî, ekonomik, dinîdir; yani bizim, giyim ve eğlence tarzlarımız da dahil, tüm kollektif uygulamalarımızı kapsar.

Başına konmuş Baykuşu ile bronzdan bir Minerva (eski Yunanda Athena) heykeli

Belki bu tarihsel olguya bizim uygun yaklaşım hattımız görsel deneyime dikkatimizi toplamak, gözlerimizin ulaşabileceği kendi dönemimizin fenomenlerini vurgulamak olacaktır. Yalnız gerçeği tesbit olasıdır da çözümleme o kadar kolay değildir. Ben bu olguya “yığılma”, “çokluk” adı veriyorum. Kentler insanlarla, evler kiracılarla, oteller ziyaretçilerle, trenler yolcularla, kahvehaneler müşterilerle, parklar tenezzühe çıkmış olanlarla, ünlü doktorların muayene haneleri hastalarla, tiyatrolar seyircilerle, plajlar yüzmeye gelenlerle mâlamâl dolu... Artık adım atacak yer kalmadı. Alanlar taşıyor; insanlar itilip kakılma, saf dışı kalma sürecinde ve bunun korkusu içinde.. Bu olgunun tümüyle doğal ve mantıkî olmasına karşın biz daha önce olmadığını bildiğimiz şeylerin şimdi ortaya çıktığını gördüğümüz için şaşkınlığa uğruyoruz. Sürprize uğramak, şaşmak anlamak için bir başlangıçtır. Böyle şeyler, aydın insan için bir tür spor, lükstür. Onun mensup olduğu kesim için karakteristik tavır gözlerini faltaşı gibi açarak dünyaya hayranlıkla bakmadır. Dünyada olan biten her şey dört gözle seyredilecek kadar garip ve hayranlık uyandırıcıdır. Hayatın dinamiğine karşı sürekli vecde gelen entellektüel insandaki bu hayranlık yetisi bir futbol fanatiği için yabancıdır. Belki bu yeti bakmayı gören gözlerin mucizesinden gelmektedir. Antik uygarlığı yaşamış olanların Minerva’nın*(1) zekâ gücünü, onun gözleri her daim kamaşan Baykuşuna atfetmeleri gibi.

Yığılma, dolma daha önceleri sık görülen şey değildi. Şimdi neden böyle? Çevremizdeki yığınlar hiç yoktan oluşmadı. Yaklaşık olarak aynı sayıda insan 15 yıl önce Dünya yüzünde gene vardı. Savaş sonu bu nüfusun azalması doğal görülebilir. İşte burada biz asıl noktaya geliyoruz. Bu yığınları oluşturanlar mevcuttu; fakat bu türde bir kalabalık değildiler. Dünyaya küçük gruplar halinde dağılmışlar ya da tümüyle münzevî, birbirinden kopuk, farklı yaşamları vardı. Her bireyin ya da küçük grubun kırsalda, köyde ya da büyük kentin bir mahallesinde kendine özgü bir yeri bulunuyordu. Şimdi, ansızın onları yığınak hâlinde görüyoruz ve nereye baksak her yönde kalabalıklarla karşılaşıyoruz. Evet, belli bir yönde değil, fakat kesinlikle önceleri görece olarak rafine kültür tabakasının bulunduğu, daha küçük gruplara, bir deyişle azınlıklara özgülenmiş en iyi yerlerde. Bu çokluğun birdenbire toplumun en muteber mevkilerine kendisini empoze ettiği görülür hale geldi. Önceleri toplum sahnesinin arka planında dikkati çekmez durumda idi. Şimdi ramp ışıklarına çıktı ve başkarakter oldu. Artık oyun kahramanları yok; salt koro var.

Çokluk kavramı niceldir ve gözle görülür. Sosyoloji terminolojisi ile “doğasını değiştirmeyen diyelim. Bundan da “toplumsal kitle” nosyonuna varırız. Toplum, daima iki bileşen etmen “azınlıklar” ve “kitleler”’in dinamik bileşimi olagelmiştir. Azınlıklar özel nitelikleri olan grup ya da bireylerdir; kitleler ise kalifikasyonsuz halk kümeleridir. “Kitle” deyimi ile salt ya da ilk safda olarak “çalışan kitleler” anlaşılmaz. Kitle ortalama insandır. Bu yoldan salt nicelik olan “kalabalık” nitel bir belirleyene dönüşür; bir insanı diğerlerinden tefrik edemeyeceğimize göre ortak toplumsal bir kalite’yi ifade eder; kendini tekrarlayarak jenerik bir tip ortaya çıkarır. Niceliğin niteliğe dönüşmesinden bizim kazancımız ne olur? Sadece şu: İkincisinin aracılığı ile ikincisinin tıynet’ini kestirebiliriz. Normal oluşumu arzuların, fikirlerin, yaşam koşullarının benzeşmesinden doğan bir yığınağın bayağılık ve zorbalık sınırında hareket edeceği açıktır. Bunun, ne kadar seçkin olmasına özen gösterilse de her sosyal grup için aynı olduğu itirazı gelebilir. Doğrudur ama özde bir fark vardır. Yığılma ve kitle olarak karakterize edilmeyecek gruplarda, bunların üyelerinin hangi tür olursa olsun bir azınlık teşkil etmek için, evvelâ o grubun her bir üyesinin özel ve görece olarak kişisel nedenlerden kendini yığınlardan ayrı tutmayı bilmesi gerekir. Bir azınlık teşkili için bir araya gelmede her bireyin tekil bir tavır alması, rastgele bir toplaşmanın söz konusu olmaması; salt belli olumsuz tavırlarda ortak hedefin bulunmasıdır. Özellikle günümüzde kendilerini “nonconformist-düzen karşıtı” *(2) diye tanımlayan İngiliz gruplarının salt düzene olumsuz bakmadaki ortak yan gibi, onları sınırsız yığınlardan ayıran tekilci yapısı örnekleri var. Mallarmé, kaliteli bir müzisyeni dinleyen sınırlı bir grubun yığınların yokluğunu vurguladığını isabetle belirlemiştir.

Simgecilik akımının öncüsü Fransız ozanı Stéphane Mallarmé

Direkt söylemek gerekirse, kitle, kendi oluşumu için bireysel çabaya gereksinim göstermeyen bir psikolojik vakıadır. Bir bireyin varlığında onun bir kitle olup olmadığını söyleyebiliriz. Kitle, hayır ya da şer, belirli zeminde kendi başına bir değer katkısında bulunmayan; fakat kendisini “herkes gibi” hisseden; bunda asla bir kaygısı olmayan; herkes gibi olmakdan çok mutluluk duyandır.

“Seçkin azınlıklar”dan söz edildiğinde fesat düşünenlerin bu ifadeyi çarpıtarak, kendisini toplumun geri kalanından üstün gören huysuz ukâlalara atfetmeleri olağandır. Oysa gerçek seçkinleri ayırt etmek zor değildir. Topluma karşı samimî bir görev aşkı içinde olan; kendi çıkarı için tutku sahibi olmayan; kendilerini toplum hizmetine adamış; mükemmeliyetçiliği bile bir yana atmış, salt dalgalar üzerinde cankurtaran şamandıralar vazifesi gören ülkü sahipleri yok değildir. Doyumları başarılarından duydukları gönençtir. Burada aklıma ortodoks Budizm’in; biri çetin ve zor yolları öneren, diğeri kolayı ve önemsizi seçen iki farklı inancın bileşimi olduğu aklıma geldi; Mahayana ‘büyük araç’, ‘büyük yol’ der, Hinayana “küçük araç”, “küçük yol” ile yetinir. Belirleyici ilke bizim gereksinimimizdir.

Toplumun kitlelere ve seçkin azınlıklara ayrılması ise sosyal sınıflar ayrımı değil; insan sınıflarının ayrımıdır. Bu da sınıfların “yukarı” ve “aşağı” hiyerarşisi ile örtüşmez. Ama gerçekten gruplar “aşağı”yı ya da “yukarı” temsil ediyorlarsa bu hiyerarşi mevcuttur; “aşağı” gruplar normal olarak nakıs kalitede insanları içinde barındırır. Fakat, her iki toplumsal sınıf içinde de kitle ve özlü insan karakterleri taşıyan azınlıkların bulunacağı kesindir. Böylece, temelde kalifikasyon gerektiren entellektüel yaşamda (Türk basınına “entel” deyimi bulanan) çakma entellektüel, niteliksiz ve zihnî dokusu itibariyle nitelik kazanamayacakların gelişen bir zaferi beklenmemelidir. Keza hâlâ süregiden kadın olsun, erkek olsun “asalet” sınıflandırması içi boş bir kavramdır. Diğer yandan, bizim kitle dediğimiz çalışan sınıf içinde asîlane bir biçimde disipline edilmiş zihin taşıyanların en iyi örnekleri hiç de az değildir.

Toplumda, en uç noktalarda farklılık gösteren ve her biri kendilerine özgü işlemler, etkinlikler ve işlevler cereyan eder; bu bakımdan özel bir destek görmedikçe bunların istenilen sonucu verme olasılıkları uzaktır. Örneğin: zevk anlayışının ne ölçüde artistik ve rafine karakterde olduğu ya da kamu işlerinde verilecek siyasal bir kararın isabeti mutlaka tartışma konusu olacaktır. Daha önce özel etkinlikler nitelikli azınlıklar ya da en azından bu niteliğe sahip olduğunu iddia edenler tarafından icra edilirdi. Kitle onların işine karışamazdı. Karışmak istedikleri takdirde bazı özel nitelikleri kazanmak zorunda olduklarını hesaba katarlar; bunu başarırlarsa kitle dışına çıkarlardı. Sağlıklı dinamik bir sosyal sistem içinde olduklarının farkında idiler.

Şimdi, kitlenin tavır değiştirdiği çıkış konusuna geri dönersek, sosyal yaşamın ön saflarında yer almayı aklına koymuş bir kitlenin varlığına tanık oluruz. Oysa toplumsal ve kültürel etkinliklere açılmış alanlar tüm kitleyi istiab etmemektedir. Alan boyutları öylesine dardır ki, üstelik durmamacasına kabaran kitlenin boğucu bir şişkinlik yaratması, kitle olma vasfını terk etmeden azınlıkların alanlarında yer kapması kaçınılmazdır.

Gerçi, bugün insanların, toplu etkinliklerde, eskiden olduğundan daha kalabalık gruplarla bir araya gelmekten şikâyet etmediklerini, aksine daha fazla doyum sağladıklarını herkes gibi ben de biliyorum ama azınlıklara özgü etkinliklerin kitle tarafından paylaşılması beklenirken beğeni aidiyeti bakımından tutarsızlığa düşülüp yeni bir sosyal çatışma fitili ateşlenebileceği olgusunu da gözden uzak tutmamak gerekir. Böylece, geleceğin öngörüsünü yaparken son zamanların siyasal icadlarının kitlelerin politik hakimiyetinden başka bir şey getirmeyeceği bilinmelidir. Eski demokrasi yasal çerçeve ve bolca liberalizm doz’u ile çeşnilendirilmişti. Bu ilkelere uyarak birey kendi üzerinde sert bir disiplin uygulayacaktı. Azınlıklar liberal ilkeler ve yasal kuralların koruması altında yaşam ve hareket imkânı bulacaklardı. “Demokrasi ve yasa” ile “hukuk korumasında ortak yaşam” kavramları eşanlamlıdırlar. Bugünün icadı “hiperdemokrasi”de ise kitle’nin yasa tanımaksızın, kafasına esenleri, talep adında maddî baskı aracılığı ile empoze etmesine tanık oluyoruz. Bu yeni durumu kitle’nin siyasetten bıktığı ve onun icrasını uzman kişilere devrettiği anlamına almak yanlış bir yorumdur. Tam tersine, bu yorum zaten daha önce milletvekili seçimi ile gerçekleştirilmiş demokrasi ifade ediyor. Kitle ise, şimdi kahvehanelerde kendisine gelen vahiyleri yasa haline getirme hakkı bulunduğuna inanıyor. Tarihde kalabalıkların, bizim zamanımızda olduğundan daha direkt biçimde yönetime katıldıkları dönemler olduğunu pek sanmıyorum. “Hiperdemokrasi”den söz etmemim nedeni bundandır.

Aynı şey başka alanlarda, özellikle kültür çevresinde de vâki. Belki yanılıyorum ama, bugünün yazarı, derinden derine incelediği bir konuyu işlemek üzere eline kalemi aldığında, konu ile şimdiye kadar hiç ilgilenmemiş vasat bir okurun onu karşısında gördüğünde doğrudan kendi kafasından verdiği hükümlerle onu eleştireceğini aklından çıkarmamalıdır. Liyakâtleri olmadığı hâlde Kitle’yi kendilerinin özel nitelikleri olduğuna inandırmış bireyler olgusu kişisel bir yanılgıdan kaynaklanır; toplumsal bir fesat ürünü değildir. Zamanın karakteristiği, ortak aklın, kendisinin ortak mekândan kaynaklandığını bilerek, ortak mekânın haklarını ilân ve bunları canı nerede isterse empoze etme güvencesine sahip olmasıdır. ABD.de söylendiği gibi “farklı olmak âdap dışıdır.” Kitle farklı olan her şey; üstün olan her şeyi; bireyci, nitelikli ve seçkin olan her şeyi ayağının altında ezer. Herkese benzemeyen, herkes gibi düşünmeyen bir kimse bertaraf edilme riskini üstüne alır. Bu herkes’in de “herkes” olmadığı kuşkusuz âşikârdır. Özelliği olan ikinci herkes “Herkes” normal olarak kitle’ ile “ayrımcı ve özelliği olan azınlığın” karmaşık bütünüdür. Bugünlerde “herkes” tek başına kitle’dir. İşte, zamanımızın, yüzündeki tüm acımasızlığı hiç saklamadan gösteren ürkütücü olgusu.


*(1) Minerva: Eski Romalıların Yunan mitolojisinin Zeus’un kızı ”Athena”sından esinlenmiş bakire şiir, zeka, tıp, ticaret, dokuma, sanat, büyü ve müzik tanrıçası. Sırtında keskin zekâyı simgeleyen baykuşla betimlenirdi.

*(2) Nonkonformist: Düzene uymayan anlamına gelen bu sözcük İngilterede Anglikan Kilisesine bağlılığı reddedenler için kullanılıp özel bir anlam kazanmıştır.
 

Yayın Tarihi : 13 Nisan 2011 Çarşamba 00:00:43


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?