16
Haziran
2024
Pazar
ANASAYFA

İspanyol Edebiyatından Seçkiler (51)

SALVADOR DE MADARIAGA ve eserleri

Salvador de Madariaga y Rojo

Pasifistliği ile tanınmış olan İspanyol yazar, tarihçi, diplomat Salvador de Madariga y Rojo Temmuz.1886’da, İspanyanın kuzeybatısındaki özerk bölge Galicia’nın La Coruña eyaletinin aynı isimli başkentinde doğdu. Subay olan babasının isteği ile Parisde mühendislik öğrenimi gördü, Birleşik Krallık Oxford Üniversitesinde master derecesi aldı. Ülkesinde Kuzey İspanya Demiryolları Şirketinde çalışmaya başladı; fakat kısa zaman sonra Londra’ya gidip “The Times” gazetesinde İngilizce yazılar yazmaya başladı. İlk deneme yazılarını bu sırada yayınlamaya başlamıştır. 1921’de Milletler Cemiyeti Sekreterliğinde basın üyesi olmuş; 1922 yılında ise bu teşklilâtın “Silahsızlandıma” seksiyon şefi olmuştur. 1928’de Oxford’da üç yıl sürecek İspanyolca profesörlüğü aldı. Bu süre içinde “Ulus Psikolojisi”, “İngilizler” ve “Fransızlarla İspanyollar” adlarında üç kitap yazdı. 1931’de ABD’de Büyükelçiliğe ve Milletler Cemiyeti Daimî delegeliğine atandı. 1932’de Fransada Büyükelçilik yaptı. 1933’de Ulusal Kongreye seçildi; Eğitim ve Adalet Bakanlıkları yaptı. 1936’da iç savaşın patlaması üzerine klasik bir liberal olarak İngiltereye gönüllü sürgün gitti. Oradan Franco rejimine karşı yaptığı sert muhalefet ve direnme hareketine verdiği destek kayda değer. 1947’de “liberalizm” hakkında “Oxford Manifestosu”nun önde gelen yazarları içindedir. Keza, 1949’Da “Avrupa Koleji”nin kurucuları arasına girdi. Yazarlık kariyerinde “Don Kişot”, “Kristof Kolomb” ve “Latin Amerika” tarihi kitapları vardır. Birleşmiş ve entegre olmuş bir Avrupa’nın sürekli militanlığını yapmıştır. İspanyolca ve kendi ana dili Galician olduğu kadar Fransızca, Almanca ve İngilizce yazılar yazdı. 1973’de, Avrupa ideali ve Avrupa barışına katkılarından dolayı, Avrupa’nın en prestijli ödüllerinden Internationaler Karlspreis der Stadt Aachen-Aachen Kentinin Uluslararası Şarlmayn Ödülü”nü*(1) almıştır. Franco’nun ölümünden sonra, 1976’da İspanya’ya döndü. Daha barışcıl bir Dünya yaratılmasında Birleşmiş Avrupa vizyonu geliştirmesi çabalarına anısına onu adına “Madariaga Avrupa Vakfı” kurulmuştur.

1912’de bir İskoç tarihçi Constance Archbald’la evlendi ve iki kızı oldu; evlenmiş olan 1917 doğumlu Nieves Mathews 2003’de vefat etmiştir. 1919 doğumlu Isabel de Madariaga tarih profesörü olmuştur. Salvador, ilk eşinin 1970’de ölümünden sonra, 1938’den beri sekreterliğini yapan Emilia Székely de Rauman ile evlendi. Epey uzun süren yaşamı 1978’de İsviçre’nin Locarno kentinde sona erdi.

Milletler Cemiyeti idealine bir dioplomat olarak tüm gücü ile hizmet etmiş olan bu yazardan aldığımız örnek, önceki denemeci yazarlarınkilerde olduğu gibi içinde yaşadığımız dönem’in genel bunalımlarında da ışık tutan, ayrıca savunusunu yaptığı “mutlak planda toplumsal barış”ın gerçekleştirilmesinde en azından umut beklediği kadınların savaş ideolojisi tuzağına düşmemeleri gereğine parmak bastığı için ilgi ile okunacak “Dedicated to Women-Kadınlara Adanmış” adındaki denemesi’nin kısaltılmış bir çevirisidir:

Kadınlara Adanmıştır:

Çağrımız mücadeleyi seven kadın modasına alan açtı. Bunu Rus Devrimi başlattı. Bu olguya her zaman yer yer rastlanmış ise de, çevreyi saran çatışma ortamının getirdiği fırsatlarla, hemen her evde kadınların bir savaş mücadelesi arayışında sert ve ânî bir hamlelerine tanık olduk. Yüzlerle, binlerle kadının askerî düzen ve üniforma içinde ateş etme ve hayat söndürme tâlimi alması yeni bir olgudur.

Son Savaş sırasında kadınlarda rastladığımız en hafifinden de olsa asker eğilimi bizim için neden itici gelmekdedir? Bu militan amazonların askerlik yaşındaki düşman erkeklerini siperlere kadar kovalamalarını ve evlerindeki erkeklerine savaş anısı armağan etmelerini neden sevmiyoruz?

Aslında başka şeylerden daha fazla ilgi çekici bu konu hakkında duygusallığı bir yana bırakalım. Duygusallık kadın için gelip geçici bir zihnî sitüasyondur ve hattâ bundan öte en duygusal hayvan olan erkeğe karşı çoğu kez istihza konusudur. Kadınlar özde pratikdirler ve duygusallıklarını bastırabilirler. Normal hâllerde karşılaşılan güçlükleri, soğukkanlılıkla ve eli ayağına dolaşmadan göğüsleyebilecek metanettedirler. Bir köşeye sıkıştırıldıklarında çok sert hattâ kahramanca dövüşkenliklerini gösterebilirler. Çocuk-doğurma güllerle döşenmiş bir yatak sorununa hiç ama hiç benzemez. Biz kadının askere ya da milis gücüne katılmasına böylesine huşunetle itiraz ediyorsak, bu işin içinde onların daha kırılgan, gerçeklerle yüzyüze gelmeye dayanamayacak güçsüzlükde olduklarının kabûlü gibi yanlış bir değerlendirmenin çok ötesinde daha özlü bir neden olması gerekir.

Leonardo da Vinci’nin Ana-Oğul tablosu

Sanırım, bu saplantının, erkeğin varlığının ilk dokuz ayını bir kadın bedeninde geçirmesinden kaynaklandığını kabûl etmek yanlış olmaz. Kadın doğasının pek az gizemi olduğunu düşünen Lope de Vega da bu çok cömert ev sahipliği için kadınlara karşı saygı ve incelik borçlu olduğumuzu söylerdi. Bu dokuz ay içinde onlar, tasavvur edilebilecek en nazik bir inşa faaliyetini üzerlerine alırlar. Bu ilâhî yaratma sürecinde fizik (ve olasılıkla çok büyük ölçüde bilinçaltı) enerjilerini yoğunlaştırır; başka faaliyet ve keyiflerini disipline ederler. Bir çok kadın için bu keskin bir rahatsızlık, huzursuzluk, bitmez tükenmez bir fizik ızdırap dönemidir. Tümü içinse bir varlığın başka bir varlığa boyun eğmesi, derin bir deneyim; feragat-i nefs’in (özbenliğin başkasının yararına adanılmasının) yaşayarak öğrenilmesidir. Ve nihayet, çocuk doğurma annelik cennetine işkenceli bir giriştir.

İşte çocuk, canlı bir neşe kaynağı ama aynı zamanda bir sorumluluk kaynağı... Anneyi kendine köle eder. Gece, gündüz, sağlıkda, hastalıkda kadıncağızın tüm vakdi bu çok tatlı, imtiyazlı olduğunun ve egoizminin farkına varmayan yeni efendinin emrine tahsis edilir. Endişeler, dikkatli bakımlar, tedbirler, para ve besinin çocuk için tasarruf edilmesi, sessiz fedakârlıklar, öz çıkarın sürekli gözden çıkarılması, mikrop bulaşmasına karşı ardı kesilmeyen temkinli ve huzursuz bir yaşam. Daha sonra okul çağı; artan harcamalar. Tehlikelerin daha yoğun bulunduğu bir alan. Daha derin bir kaygı; belki bir iki hastalık. Doktorun yüzünde endişeli ifadeler keşfetmeye çalışmalar. Kıvrana kıvrana geçirilen uykusuz geceler . Bir şey ifade etmez, zalimcesine sukûtî bir karanlık gibi yaşam. Bu olaganüstü değer verdiğin canın kaybedilebileceği aklına geldiğinde içine düşeceğin çöl gibi anlamsız bir boşluk. Sağlığını kazandığında nihayetsiz sevinç. Nekâhet devri; daha fazla masraflar. Daha fazla cesaret; çaba, sabır, özveri. Yaşam çevresinde ise daha bunaltıcı biteviye yıllar.. Yirmi yıllık kaygı, çalışma, özveri ve zihnî çaba dolu bir süreç. Nihayet işte değerli bir yaşam ortaya çıkmıştır; gözleri şenlendiren; sağlık, zekâ, güç ve güzellik dolu bir genç varlık.

Serseri bir kurşun darbesi onu bir saniye içinde devirebilir.Onu ortaya çıkarmak yirmi yıl almıştır; onu yok etmek için bir saniye yetecektir. Onun inşasında aşk, zahmet, zihnî birikim ve çaba, sebat, sabır, azim, cesaret, özveri elhâsıl tüm erdemler yer almıştır. Onu yoketmek için gelen belanın bir erdem ve marifete hiç ihtiyacı yoktur.

Her şeyden kötüsü de, hayatın genel modelinde bu kader hiç de tuhaf görünen bir istisna ve terslık olarak karşılanmaz. Bu doğa’nın yasasıdır: İnşa uzun ve ve zahmetli sürer. Yıkım ise ânî ve kolaydır.

Titanik buzdağına yaklaşırken

Titanic olayını ele alın. Beşer yaratıcılığının bir harikası. Matematik, metalürji, demir çelik işçiliği, gemi mühendisliği, termo-dinamik, elektrik tekniği, toplumsal sanatlar; ahşap, deri, cam sanatları, optik ve denizde seyrü sefer, dekorasyon, yaşam gustosu sanatları gibi sayısız kurumsal ve bireysel yetenek ve uygarlık hatlarının, soluk kesici bir atılımla bir araya gelerek bu dev geminin inşasında inanılmaz sofistike bir iş birliği yapıp bu sınırsız çeşitlilikdeki faaliyetlerin tükenmeyecekmiş gibi görünen çaba, özen, zeka ve uzmanlık dolu bir izleme ve denetleme sonucu köşe bağlarının tesis edilerek azameli bir bütün oluşturmalarını düşünün. Ve zafer ortadadır. Tüm bu total sabır, dikkat, uzmanlık ve yetenek ürünü bir güzellik ve haşmet anıtı yola çıkmış, Okyanusları açacaktır.

Bir buzdağı, kayıtsızca ve düşüncesizce sakin görünüşüne aldanılan bir buzdağı için bu haşmetli anıtı denizin dibine yollamak için yarım saatten az bir zaman yetecektir.

Tablolarına aşık olduğunuz, Tanrı vergisi yetenekleri milyonlarca insandan birine bağışlanan, benzerlerini tüm Dünya Sanat okulları ya da akademilerinin tüm zamanlar boyunca ancak bir kaç adet çıkardığı Titian ya da Tintoretto’yu aklınıza getirin. Venediklilerin, yeşil ve altın renklerinin kucaklaştığı o ışıklı ve ülkelerinde kuşaklar boyunca, farkedemedikleri güzelliği faltaşı gibi açılmış gözleri önüne tuvaller içinde bir şenlik rüyası ve birer plastik şiir gibi sunan bu ustaları. Onların bir müzikal ahenk içinde sundukları renk ve şekil armonisini. Fakat her hangi bir budala bunları bir kaç dakika içinde yakma marifetini gösterebilir.

İnsanlığın şanssızlığı, tahrip güçlerini keşfetmesinde Doğa’nın ona olanca gücü ile destek vermesindedir. İnsan yetiştirmede olduğu gibi, ağaç, gemi, bina ya da her hangi bir tür kurum, velhasıl insanın büyük bir şevk ve cömertlikle vaktini, gücünü, yeteneğini ve tüm hasletlerini vakfettiği bir değer bir anda bir kazaya, dikkatsizliğe, duyarsızca bir tepkiye, gaddarlığa, doğa gücüne, mikroba, ya Tanrı korkusu olmadan düzenlenmiş veya önlenemez bir felâkete ya da her hangi bir kader’e kurban gidiveriyor.

Gene de Dünya bir inşa harikası. Sonuç olarak yıkım güçleri kazançlı çıkmıyor. Ama sorun burada. İnşanın yıkıma galebe çalması yolları da öylesine engelli ve engebeli ki. Bunun yanıtı inşa’nın bir amacı olması, yıkımın bir amaç taşımaması... İnşa durum tesbiti, süreklilik, sebat, yöntem, işbirliği, yaratıcı donanımların işbirliğini öngörür; dahası, inşa edilecek nesnenin toplumsal anlamda amaca uygunluğunu gerçekleştirecek genel bir plan öngörür. Örneğin, yapılacak bir bina konut işlevini görecekse o binanın ulus ve dünya ikamet sistemi içinde yerini alması düşünülecek ahenk içinde toplu yaşamak için gerek ev içi gerekse altyapı standardları oluşturulacaktır. Bu da, sağlık, kamu düzeni, tasarruflu ısınma vb. ögeleri ile “örgütlenme” dediğimiz komplike bir mekanizmayı ortaya çıkarır ki bu dinamik hali ile inşa faaliyeti sonu gelmeyen inşa üzerine inşa gibi bir süreci doğurur.

Yıkımın belirli bir amacı yoktur. Dalgın sigara tiryakisi kibriti elinden atarken bir evi yakıp kül edeceğini düşünmemiştir. Bir düşmanının çiftliğini ateşe veren kriminal kişi bile bir ormanın yokolmasına sebep olduğunu görünce yürek sızısı duyabilir. Özetle yıkımda amaç ile sonuç arasında direkt bağ bulunmamaktadır. Yıkıcı ateşin Dünyanın her yerinde çeşitli nedenlerden ortaya çıkması gibi genelde tahribat dağınıktır; inşa’da olduğu gibi denetleme ve yönlendirme çabaları ile sonuca giden bir aksiyon değildir; enerjinin denetlenemez, anarşik patlamalarıdır. Bu bakımdan, bir tüm olarak ele alındığında inşa faaliyetleri ile başedilebilen, zararı ortadan kaldırılabilen bir olgudur.

Uygar dünyanın bu tüm bu harikası, kentler, kara ve yolları, telgraflar, telefonlar, deniz hatları, kitaplıklar, klûpler, okullar ve üniversiteler, parlamentolar, bakanlıklar ve evrende, insanlığı benzersiz bir deneyim ve benzersiz bir başarı süjesi haline getiren tüm bu kollektif etkinlik, yerel olsun, genel olsun,ulusal olsun, dünya çapında olsun, bir bütün olarak, gözleri sürekl açık bir ruhun “Büyük Tasarım”ı çerçevesinde bilinçle ve istikrarla yürütülmektedir.

Peki, yıkımın inşadaki yeri ve değeri için ne diyebiliriz? Yenilerinin inşası için yerle bir edilen eski evler. Devrimci kalabalıkların şiddeti karşısında yıklıan kurumların yer açtığı daha yeni, daha amaca uygun olanları: özgürlük, adalet ve daha gönençli insanlık için yapılan savaşlar, yitirilen canlar. Bu her devirde yıkıma dayanak yapılarak “civcivin kabuğunu kırması gerek” özdeyişi ile simgelenmiş bir zihniyettir. Sanki yumurta kabuğun açığında başka bir varlıkmış gibi. Çoğu kez yıkımın inşadaki değeri düşüncesi insandaki kafa karışıklığından doğan bir bahaneden ibarettir.

Büyük Fransız Devriminde Bastille zindanının yıklışı

Evet, Bastille kalesinin saldırıya uğrayıp taşlarının sökülerek yıkılması onun müstebit krallar tarafından baskı ve zulûm işlevi gören bir zindan haline getirilmes gibi tahripkâr bir amaca yöneltilmesi sebebine dayanır ama yanlış-karşıtı bir saik her zaman doğruya hizmet ediyor değildir. Buna benzer tavırlar inşaî bir olgu değildir. Savaşlar, İnsanlığın erdemli ilerleyiş ve yüceliş patikasından ayrıldığı tarihî yol sapakları öyküleridir. Devrimler de keza çaresi olan hastalık ya da hastalığa çare arama evresi kategorisine girer. Eğer bir politik-beden kuşaklar boyu dirayetsizlik, yolsuzluk, zulûm, baskı hastalığıından muzdaripse bu hastalıkdan felâha çıkmak için yüksek ateşli bunalım dönemi geçirir. Bunalım sonucu iyileşme mi olacaktır, ölüm mü her zaman belli olmaz. Yıkıcı etmenlerin yıkım faaliyeti zorunlu olarak şeytanîdir ve bizatihî iyi de değildir, yapıcı da değildir.

Kuşkusuz, şiddetin kaçınılmaz olduğu durumlar ortaya çıkabilir. Fakat şiddeti sevmeyen makûl güç olabildiğince sabırla beklemeyi bilir. Ne zamana kadar. Buna genel bir kural konamaz. Şiddete başvurulmadan önce zemine göre gösterilecek karşılıklı entellektüel bir sağduyu yaklaşımı, inatçı bir nizadan kaçınma yıkım felâketinin biricik önleyici devasıdır. Zira yıkım aklın olumsuz hâlidir; aklın yokluğudur. Talihsiz koşular yüzünden şu veya bu insan ya da ulus, isteyerek olsun ya da olmasın, tahribat uygulama zorunda kalmışsa ilgili taraflar için, şeytanî bir ruhun etkisi ile, kötü bir kader yazılmış demektir.

Erkekler için doğru olan tüm bu anlattıklarım kadınlar için neden doğru olmasın? Biyolojik olarak kadınlar insan ırkının gerçek modelleridir. Sosyolojik olarak gelişmeyi gerçekleştiren, çoğu hâlde de kollektif yaşamın, temizlik, nezahat, düzen,komfor, güven, güzellik, görgü kuralları gibi; diğer bir deyişle de insanların toplu yaşadıkları yerleri domuz ahırı, arı kovanı, mağara düzeyinin üstüne çıkaran tüm değerlerinin yaratıcısıdırlar; özellikle mutluluk verici bir yaratıcı ruhu temsil ederler. Kadın erkekden daha az sistematik fakat daha azimkârdır; daha az makûl fakat tutarlıdır; daha az meşgûl fakat daha aktifdir. Daha az tutkulu ama daha metindir, daha az planlıdır fakat amacına daha bağlıdır, daha az bilgi ile donatılmış fakat bilgisinden daha emindir; kendisini tanıdığından daha az emin fakat dünyayı bildiğinden daha emindir. Kadınlar ‘Büyük Tasarım’ın’ gözde araçlarıdır. Bu bakımdan bir kadının yıkım güçleri ile ittifakı itici bir görüntü verir. İnsan denen varlıkları tahrip hedefinin gerçek kadın ruhundan tümüyle uzak olduğu kabûl edilir. Elinde bir tüfek bulunan bir kadın görüntüsü tiksinti vericidir. Savaşda, iç savaşda bir kadının ölüm naraları atması canavarlıktır. Bir kadının rôlü savaş önleyici olmalıdır. Hangi nedenle olursa olsun, erkekleri şiddete tahrik eden kadın cinsiyetine ihanet ediyor demektir.

II.Dünya Savaşında Alman güçleri tarafından asılmış Sovyet partizanları

Büyük Savaş insan yaşamını inanılmaz derecede ucuzlattı. Başka hayatlarla oynamayı, doğuştan gelen bir eğilimle kendisine uğraş edinen ve canî olarak tanınan erkekler daima olmuştur. Ama şimdi kimini “komünist” kimini “faşist” olduğu gerekçeleri ile öldüren kişiler kendilerini normal insan kabûl eder oldular. İnsan alt bilincindeki hayvanlığın âniden ortaya çıkışına entellektüel ve politik bir soyluluk atfedenler var. Aslında bu olgu vahşetin yıkımını haklı çıkarma sahtekârlığından başka bir şey değildir. Siyasal bölünmeler zihnî kategorilerdir; bunlara kanlı bir düşmanlığın fizik tahribatının yöneltilmesinden hiç bir yarar gelmeyecektir. Lenin ve üç şakirti (öğrencisi) Stalin, Hitler ve Mussolininin siyasal statülerine giydirdikleri şiddet zırhı sonunda çatladı; hedeflerini hızla kaybettiler. Onların yarattıkları trajik kargaşanın en büyük kurbanı kadınlar oldular.

Burada yıkıma karşı reçetenin, salt faşizm, komünizm gibi karşımıza âniden çıkan siyasal şiddet öğretilerinin önünü kesmekden geçebileceği gibi bir yanılgıya da düşmeyelim. Çoğu kez tarihsel evrimleşme ağır gelişir. Faşizm’in ve komünizm’in aktif şiddeti, adalet ve gerçek barışın yollarına mayın döşendiği uzun pasif şiddete karşı patlamalar olduğunu akıldan çıkarmayalım. Kadının rôlü aktif şiddete karşı sâkin muhalet gibi bir konuma indirgenmemeli, onu besleyen pasif şiddeti berteraf etme gibi çabaya yönlendirilmelidir. Şiddete bahane ararken erkekler, herhâlde atalarından irsen aldıkları yamyamlığın etkisi altındalar. Fakat, bir erkek amaçlarının bir başkasının hayatı pahasına elde ediyorsa, ister tek sert bir darbe ile aktif şiddet kullansın, ister tedricen ömür tüketen pasif şiddet yoluna gitsin, hiç bir şekilde bir yamyamdan farklı hareket etmiş olmayacaktır. Canını değilse onun ruhunu yeyip bitirecektir.

Gerçek bir kadınlığa da böyle ruhsal bir yamyamlıkdan daha karşıt bir davranış olamaz. Kadınlar hayat üreticidirler; hayat tüketici değil. Ve şayet tüm yaşam tekse, kadınlar yaşam üretme melekelerine uygun olarak “Büyük Tasarım”ın en etkin ögeleri olma işlevlerini sürdürmelidirler.
 

Yayın Tarihi : 18 Nisan 2011 Pazartesi 11:57:56


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?