29
Mayıs
2024
Çarşamba
ANASAYFA

İspanyol Edebiyatından Seçkiler (52)

PIO BAROJA ve eserleri

Pio Baroja y Messi

İspanyanın Bask bölgesinde (Bask’ca “Euscadi”, İspanyolca “Pais Vasco”) San Sebastian kentinde 28.Aralık.1872’de Bask aileden doğan Pio Baroja y Messi, döneminin en öndeki İspanyol romancısı sayılmaktadır. Tıp öğrenimini tamamladıkdan sonra Kuzey İspanyanın küçük bir Bask kasabası Cestona’da kısa süre hekimlik yapmış; 1895’de Madrid’e dönerek kardeşi Ricardo’nun işlettiği fırında çalışmaya başlamıştı. Fırın iflas edince 1898’de Revista Nueva-Yeni Görüş” dergisinde makaleler yazmaya ve Paris gezilerine başladı. Kişilik olarak mahcup ve derbeder olan Baroja düzene isyancıdır, ABD-İspanya Savaşının ortaya çıkarıdığı 98 kuşağının bir militanı olarak yönetimin İspanyol halkını bönleştirmesine karşı isyanını ifade etmiştir. Yazılarını genellikle üçleme (triloji) sistemi içinde yazmıştır. İnsanları tahrik edici etki taşıyan ilk iki kitabı, “Vidas sombrias-Kasvetli Yaşamlar” adlı öyküler kitabı ve alkoloik bir ailenin harabiyetini anlatan ”La casa de Aizgorri-Aizgorri’lerin Evi” romanı 1900 yılında yayınlanmıştır. Bu roman ile “El mayorazgo de Labraz-Labraz’ın Ağası” (1903) ve en güzel romanı kabûl edilen “Zalacaín el aventurero-Bir Maceracının Anıları” (1909) “Tierra Vasca-Bask Ülkesi” adı ile ilk üçlemesini oluşturur. Herkesin yakalamaya çalıştığı mutlak gerçeğe mukabil gerçeği müphem ve kopuk kopuk olarak tanımlayan Baroja bu anlayışı romanlarında en parlak biçimde yansıtmıştır.

İsyankâr ve non-konformist kişiliğini vurgulayan yazarın kaleme aldğı 11 trilojiden) en ünlüsü “La lucha por la vida-Yaşam Savaşı”ında (1904) Madrid’in fukara semtlerindeki sefaleti betimler. “El árbol de la ciencia-Bilgi Ağacı” (1911) temel olarak öz yaşam öyküsüdür. Yazdığı 100’e yakın romanın içinde en iddialı projesi olan “Memorias de un hombre de acción-Bir Eylem Adamının Anıları” ise (1913), 14 romandan ve 8 ciltlik kısa anlatılarının oluşturduğu bir külliyat olup XIX. Asır olaylarını ve devrimci tipini işler. Genelde kahramanları, hep yeraltı kişilikleri, serseriler, fahişeler. maceraperestler, anarşistler gibi bir husumet ve zırvalıklar dolu dünyada gerçek pozitif tavır içinde olanlardır. Ancak, Dine ve düzene karşı görüşleri, kötümser ve agnostik tavrı yüzünden romanları popülerlik kazanamadı. Baroja 1935’de İspanya Kraliyet Akademisine kabûl edilmiştir. Ölümüne yakın bir tarihde Madrid’de kendisini ziyaret eden Ernest Heminghway, onun sade ve konuları ciddiye almayan stili ile kendisini etkilediği söylemiştir.

Baroja, 30.Ekim.1956’da,Madrid’de 83 yaşında vefat etti.

Yazılarından örnek olarak biraz kısaltılmış bir pasajının 1950, The Dial Press-New York basımı ‘The Worlds Best’ antolojisinden alıntısını yapacağımız ve İngilizceye Jacob S. Fasset Jr. Ve Frances L.Philips tarafından “Youth and Egolatry” adı ile çevrilmiş olan eserinin İspanya iç savaşı sırasında yazıldığı anlaşılan orijinalinin kesin yazım tarihi bilinmemektedir. 2004’de, ABD’nin nadir bulunan kitapları basan Kessinger Publishing yayınevi tarafından yeni bir çeviri basılmıştır. Genelde fikirleri ile birlikde çocuklukdan itibaren yaşam öyküsünün, gezilerinin ve hayranlık duyduğu şeylerin ve kişilerin anlatıldığı kitabın her bölümü ayrı bir deneme yazısı değerini taşımaktadır.

Juventud y Egolatria-Gençlik ve Özbenliğe Tapınma:

Dört cephem ile değilsem bile en azından dörtde üçbuçuk oranda Bask’ım. Geri kalan dörtte yarım porsiyon Lombardiyalıyım. Sekiz aile ismimim dördü Guipúzcoan’dır; onladan ikisi Navarra’lı (Baskca: Nafarroa), biri Alaves’li ve diğeri İtalyandır. Bana göre soyadları, etnik soyundan bireylerinin memleketlerinin işaretidir. Soyadları bireyler üzerinde etnik soylarıın ataların orantısı hakkında da fikir verir. Durumu böyle ele alırsak, benim üzerimde atalarımın fiilen etkisi, Alplerle Pireneler arasında bir coğrafî çizgiye parelellik gösterir. Bazen ben, Alplerle Pirenelerin Avrupada Avrupalı olan her şey olduğunu düşünme eğilimi gösteririm. Bana göre bu hattın ötesi Asya, aşağısı Afrika’dır.

Irmak kenarındaki Navarra’lıda, Katalanlarda ve Cenovalılarda olduğu gibi Afrikalı olan şeyler vardır; Merkezî Fransanın Galyalısından ve de Avusturyalıdan Çinli izlenim almam gibi...

Pireneler üzerinde oturmak ve Alplerden parça koparmakla kendimi Avrupa Zafer Takı’ının altında duyumsuyorum.

Dionisius’un Yanında Olmak mı; Apollo’nun mu?

Ben, acz içinde bir serseri gibi dolaştığım zamanlar bir Dionisoscu olduğuma inanmıştım Hâl ve harekâtıma çalkantı, şamata ve teatrâl davranışlar egemendi. Bunun doğal sonucu şimdi bir anarşistim. Azar azar bu çalkantı duruldu; her halde bu kabarma pek de büyük bir şey değildi. Ardından kendimi Apollo’ya adamakdan vazgeçip Dionisios rüzgârının peşinden gitme tutkusuna kapılmasaydım ezelî ve ebedî bir form ahenginden kendimi yoksun kılmış olurdum. Her iki Tanrının da, haz ve soyluluk dengesini birlikde kurdukları için gözümde değerleri ve dayanılmaz çekicilikleri var.

ŞER VE ROUSSEAU’NUN ÇİNLİSİ

”Güç istenci” “Üstün insan” gibi kuramları ile tanınmış varoluşcu filozof Friedrich Nietsche.

İnsanın onulmaz derecede yoksun ve güçsüz olduğuna inanmıyorum; keza büyük erdemlere de, yaşamın gerçeklerinde hayrın ve şerrin ötesinde bir şeyler olduğuna da... Aşırı gelişdik, giysimiz dar geliyor. Günah bağlamında adamakıllı inkişaf ermiştik ama coğrafî nirengi noktalarının ötesine sıçramayı içeren biçimde hayır ve şer vadisi ötesine geçemeyiz. Güzide bir ozan ve olaganüstü bir psikolog olan Nietsche, kendi yapımı olan bir sıçrama tahtası aracılığı ile hayır ve şer vadisi üzerinden yüceliğe atlayıvereceğine kendini inandırmıştı.

Oysa, ne bu tramplenle ne de başka bir araçla, biz ahlâk yaşamının Kuzey-Güney zıd kutup sisteminden yakamızı kurtarabiliriz. En sert kötümserliğin bir ürünü olan Nietsche; bu konuda, şahsen sefil ruhlu, pinti biri olmasına ve yaşamın gerçeğine karşın erdemden, duyarlıkdan, gönülden ve ruhun yüceliğinden söz eden Rousseau’nın tam karşıtı, kâlben iyi bir adamdır.

Cenevreli filantrofist (insaniyetçi) Rousseau ise zaten arada sırada şeytan pençesini ortaya çıkarıverir. Örneğin, şöyle sorar : “Hiç görmediğimiz, sesini hiç işitmediğiz, Çin’in en ücra köşelerinde yaşayan bir adamın servetini tevarüs edebilmemiz için ihtiyacımız olan tek şey onun ölümüne yol açacak düğmeye basıvermektir; kim bu düğmeye basmaktan kendini alabilir?”

Siyaset, toplum ve eğitim anlayışını geliştirerek Fransız Devriminin temelini hazırlayan filozoflardan Jean Jaques Rousseau

Rousseau herkesin düğmeye basabileceğine inanmıştı ama uygarlaşmış insanların çoğunluğunun bu tür şer uygulamalarının içinde girmekden çekinecekleri için bu hükmünde yanılmıştı. Benin fikrime göre bu demek değildir ki insanlar iyidirler.

Kestirmeden söylersek, Roussea’nun anlayışı ile insanın ahlâkî yapısını analiz etmeğe kalkışmak çok engin bir alan içinde arayış gerektireceği için hem insanın nefret edilesi yanlarını görmek hem de insaniyetçi coşku içinde onu kucaklamak eylemi içinde olduğunu ifade edebiliriz. İnsanın içindeki şer böyle eylemsel, teatral, böylesine ego’ya dönük bir şer değildir; insan denen hayyvanın derinlikleri içinde latent (uykuda), pasif bir şer olduğundan pek şer de denemez.

DUYARLIK

Çoğu çağdaş eserler gibi benim kitaplarımda da, hayata ve topluma karşı tarif edilemez bir kırgınlık vardır. Hayata karşı kırgınlık topluma karşı olandan çok daha eskiye dayanır. İlki filozoflar arasında daima ortak bir münazara alanı olmuştur. Hayat anlamsızdır, hayatta yön belirlemek güçtür, hayat bir hastalıktır argümanları filozofların hayat hakkında söyledikleri en iyimser şeylerdir.

İnsan husumetini topluma çevirince hayatı yüceltmek trendine girildi. “Hayat güzeldir; insan doğasında soyluluk vardır. Toplum onu berbat etti” denmeye başladı. Ben yaşamın ne iyi ne kötü; sadece Doğa gibi zorunlu olduğuna ikna oldum. Toplum da ne iyi ne kötüdür. Yaşına göre aşırı duyarlık içinde olan insana göre kötüdür; çevresi ile uyum içindeki insana göre iyidir. Bir zenci, hararetin gölgede elli santigrad dereceye ulaştığı, her su damlasının milyonla bataklık mikrobu ile dolu olduğu, tüm florayı, ısırıkları vücutta habis abseler oluşturan böceklerin örttüğü bir ortamda sere serpe dolaşır durur. Kentin sığınak altı yaşamına alışmış bir Avrupalı ise, bir korunma önlemi almadan böyle tropikal bir iklimle karşılaştığında kaderi hemen ölüm olur.

İnsan dönemine ve çevresine uyan bir duyarlıkla donanmış olmalıdır. Onda böyle bir duyarlık noksansa bir çocuk gibi dış korunmaya muhtaç olacaktır. Kendisini ihata eden koşullara uyan ölçüde duyarlı ise bir yetişkin olmanın avantajını bulacaktır. Fazla duyarlı ise malûl olur.

DEĞİŞİMİ ÖZLEME

Siyasetçilerin hedeflerini sabit ve tutarlı tutma çabalarına mukabil sanatçılar ve yazın adamları değişiklikden zevk duyarlar. Peki, birinin zevk ve arzusunun ötekininki ile uzlaşması ve ortak dil kullanılması o kadar kolay mı? Değişim! Gelişim! İlk kişilikden farklı bir kişiliğe bürünme! Böyle bir mazhariyet sadece dahilere ve azizlere bahşedilen bir mevhibedir. Caesar, Luther ve Aziz Ignatius’un işte böyle birbirinden ayrık çifte yaşamları oldu; ya da birbirini karşılıklı gözlemleyen iki cepheli tek yaşamları vardı. Resim sanatçıları arasında da buna benzer olgular yaşanır. Resimde El Greco evrimi tüm sanat kuramlarını alt üst etmiştir.

Johann Wolfgang von Goethe

Eski edebiyatta olsun çağdaşda olsun transformasyon (ânî değişim) anlarına rastlanmaz. Buna benzer bir değişiklik Goethe’ye atfedilmiştir; fakat ben bu müellifde yüceltilmiş duygu oluşumunun kısa bir hazırlık döneminden başka bir şey görmedim; bunu da yaşam boyu onun yazın hayatına egemen olmuş güçlü bir çalışma ve kapsamlı bir kavrayış izlemiştir. Diğer yazarlarda ise değişime en ufak bir gönderme bile olmamıştır. Shakespear tüm eserlerinde kendine benzer; Calderón ve Cervantes daima aynı kalmıştır; çağdaş yazarlar için de aynı şey söylenebilir. Dickens, Zola ya da Tolstoi kendi kendileri ile değişim yarışına girmemişlerdir.

Victor Hugo’lar, Gautier’ller, bizim İspanyol Zorilla’lar gibi en seçkin belagat sahibi ozanlar hiç bir şekilde kendi retoriklerinin dışına çıkmamışdırlar.

BAROJA SEN ASLA BİR ŞEYE ULAŞAMAYACAKSIN

Baroja hiç bir şeye ulaşamaz; sanıyorum ulaşamayacaktır da... Ortega y Gasset’in Spectator dergisinin ilk nüshasında açıkladığı gözlemidir bu. Benim de kendim hakkında böyle bir kuşkum var. Hiç bir yere ulaşmayacağım. Beni tanıyan herkes de böyle düşünür.

Dört yaşımda, San Sebastian’da ilk kez okula başladığımda bütün gün seller gibi yağmur yağıyordu. Öğretmenimiz Don Léon Sánchez y Calleja elindeki ince uçlu gösterge değneğini sallayarak bizleri aşağılama uygulamasına geçmişti (Ah, şu atalarımızın kutsanmış gelenekleri). Bana baktı ve dedi ki: “bu oğlan da ağabeyi gibi suratsız biri olacak; bir yere varamayacak.

Bir süre Pamplona Enstitüsünde okıudum; Komutan Don Juan Tenorio’ya benzeyen beyaz sakallı yaşlı bir beyefendi olan matematik hocamız Don Gregorio Pano donuk ve mezardan bakıyormuşa benzer yüzü ile beni işaret ederek: “Sen baban gibi bir mühendis olmayacaksın. Sen hiç bir yere ulaşamazsın” demişti.

San Carlos Üniversitesi’nde de tedavi dersleri görürken hocamız Don Benito Hernando bir gün önüme dikildi ve dedi ki: “Senin tebessümün pek ufak sırıtmadan ibaret. Arsızca bir görüntü. Bu alaycı sırıtma ile benim yanıma gelme. Olumsuz ve yararsız olanlar dışında sen bir yere ulaşamazsın.” Omuzlarını sallamıştım.

Beni tanıyan kadınlar da hep aynı şeyi söylemişlerdir. Amerikaya gitmeye hazırlanan bir arkadaşımız da grubumuz bireyleri arasında değerlendirme yaparken: “...yirmi ya da otuz yıl sonra geri döndüğümde seni bu bıraktığım yerde bulacağım; aynı hayatı yaşıyor ve cebinde bir kaç kuruş taşıyor olacaksın” kehanetinde bulunmuştu.

Böylece, benim hiç bir yere ulaşamayacağım fikri ruhumda öylesine derinleşti ki; asla bir millet vekili, bir akamdemisyen; Kraliçe‘nin bir şövalyesi, bir endüstri yöneticisi, belediye meclis ya da encümen üyesi hâttâ adı dillerde dolaşan bir üç kağıtçı olamayacağıma, hiç resmî koyu takım elbise giymeyeceğime inanmıştım.

Gene de bir adam kırkını aşıp, göbeği yağ bağlamaya; oflayıp puflamaya başlayınca bir şeyler yapma, bir unvan alma, bir nişan takma, yelek giyme zorunluluğunu hissettiğini düşünebilirsiniz. Fakat, hayır tüm bu tutkular bana yabancı gelmiş; gençliğimdeki hocalarımın hayâlleri devamlı karşıma dikilmiştir: “Baroja, sen hiç bir yere varamayacaksın.”

Deniz kıyısına gittiğimde; ayaklarımın altında çalkalanan suların: “Baroja sen hiç bir yere varamayacaksın” diye mırıldandıklarını duymuşumdur. Geceleyin Itzea Kitaplığının damında tünemiş, arada sırada havalanıp turlar atan bilge baykuşun tepeden durmaksızın, kafamı oyurgalar gibi: “Baroja, sen bir yere ulaşamayacaksın” uyarısını duyarım.

Velhasıl, bir yere ulaşamayacağına ikna oldum.

YURTSEVERLİK VE BENİM YURTLARIM

Pek yurtsever sayılmam, bununla birlikde yurdumu severim de. Ancak, Dünyaya bakarken benim İspanyol ya da Bask kanımı istisnaî bir kriter olarak göremiyor ve Dünyanın başka yerlerindeki insanlarınkinden farklı bir yere oturtamıyorum. İspanyayı Dünyanın en iyi ülkesi, Bask yöresini de İspanyanın en iyi bölgesi olarak görmek; insanın vatanı için en hayırlı şeyi gerçekleştirmek saplantısı zihnimi zorluyor ama yurtseverlikde riyakârca bir tavır çıkarsama da gene zihnimden uzaklaştıramadığım bir doğal saplantı. Fakat şu belirgin ki açıklaması ne kadar zor da olsa yurtseverlik her insan için çok doğal ve ortak bir duygudur. Bir yere yerleşik olmakdan gelen bu doğal duygu ne ölçüde yurtseverlik diye adlandırılabilir? Ve başka tür bir yurtseverlik olmaz mı?

Benim yurdum sayılan iki küçük ülkem var: Bask eyaletleri ve Kastilya (Kastilya’dan kasdım eski Kastilya). Ayrıca, Dünyaya baktğım iki seyrangâhım var: biri Atlantik kıyısındaki yuvam, diğeri Akdeniz kıyısındaki gene baba evine çok benzer barınağım. Edebî esinlerimi ya Bask vilayetlerinden ya da Kastilya’dan alırım. Ne Galicia (Galego) ne de Katalan dilinde roman yazabilirim. Okuyucularımın tümünün Bask ve Kastilyen olmasını dilerim. İspanyada yaşayan başka etnik gruplar beni az ilgilendirirler. Amerika kıtasında yaşayan İspanyollar ya da Latin Amerikalılar hiç ilgilendirmezler.

 

Yayın Tarihi : 23 Nisan 2011 Cumartesi 12:02:40


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?