16
Haziran
2024
Pazar
ANASAYFA

İspanyol Edebiyatından Seçkiler (62)

EDUARDO MALLEA ve eserleri II

Eduardo Mallea adına Buenos Aires’se inşa edilmiş Edebiyat Yüksek Enstitüsünün Amblemi

Kışlık bahçeden, metal bir aracın yere düştüğünü anlatan münasebetsiz bir gürültü geldi. Kadınlar yerlerinden sıçradılar. Bayan Ragùe ise hiç bir heyecan eseri göstermedi; sadece yeni gelen konukları karşılamak için bir adım ileri attı. O anda kocası da Jilgoles ile görüşmeyi sona erdirmişti. İkisi de görevlerini yerine getirmek üzere kapıya yöneldiler. Yaşlı diplomat, iştahlı nazarlarla kucakladığı dört kadının peşinden misafir salonuna girdi. Büyük bir keyifle: “Ruskin’den söz ediyordunuz” diye mırıldandı. ‘Kuşkusuz, daima yenilik yanlısı olmuştur, ebedî bir modernizm arayıcısı diyebilirim.’

Lucretia Batros ise kendisinin coşku ile girdiği fakat ağzına tıkanan bu konunun bayatladığını fark edip şimdi gösterilen ilgiden hoşnut kalmamış; üstelik tatsız bir şaşkınlık geçirmişti. Aşırı sosyetik bir hatunun hayli işvebaz çığlığını basarak yakınındaki masanın üzerinde zarif bir yalnızlık içinde bekleyen güzel kristal kürenin üzerine hamle yaptı. Jilgoles, her şeyi anlamış bir tavırla ona gülümsedi. ‘Gongora’nın işaret ettiği gibi’ dedi: ‘yılan taştan kristal’in içinde pusuya yatar.’ Sıska hoşgörüsüz Erasmus suratlı öteki adamın, bu edebî caka satmadan canı sıkıldığı belli idi. Karısının koluna girdi ve onu salonun, duvarda Tapınak Şövalyesinin asılı olduğu ve ortama onun gördüğü işkencenin ağırlığının taşındığı başka bir tarafına götürdü.

Marta ruhsuz bir tavırla merdivenlerden iniyordu. Bakır rengi bedeninin tazeliğine yakışan çok açık renk bir kostüm giyinmişti. İri, kurşunî renkte gözlerinde bastırılmış ve yabanî bir umutsuzluk ifadesi taşıyordu. (galip geldiğini sandığı anda düş kırıklığının yarattığı isyan gözlerine yansımış gibi idi...) Banyodan sonra kurutma gereğini hissetmediği anlaşılan, ıslak kalmış, düz, kısa, parlayan saçlarını şakaklarından geriye doğru taramıştı. Merdivenlerden tamamen inmeden önce duvardaki bir ayna karşısında durup kendine baktı, saçına süratle dokundu. Birden hızlanarak, fakat sezildiği kadarı ile aklı başka yerde zemine indi.

Hepsinin yüzünün ona çevrildiği bir erkek denizinde ne yapacağının tereddüdü içinde idi; bir anda bu denize dalmalı mı idi? Yüzler, akıllar, ruhlar-bunlardan birinin ardına gizlenebilmeyi ummak da bir cesaret işi idi. Soysuzca değil, duyarsız bir tamah ötesinde içgüdüsel, samimî insanî bir mesaj, mazbut, güvenli ve kolay yaşam için bir öneri iması alamaz mı idi? Yok, böyle şeyler ondan çok talep edilmişti. Hayvanlar zekâya benzer serî bir içgüdü ile tepki verirler; sevilecek ya da tiksindirici şeyleri süratle algılarlar. Fakat şu insanlar, daima tetikte, yapmacık, bencil, şova hazır ikircikli tavırlarda kalırlar. Onların dışa taşmış görünen coşkuları iç alemlerindeki, ancak ölülerle kıyaslanabilecek duyarsızlıkları ile aynı ana rast gelir.

Marta da omuzlarını silkerek kayıtsızmış gibi göründü. Aralarına katılmaya başladığı iki yıl önce onları itici bulmuştu. Fakat bu duygu artık kaybolmuş, yerini bir tür etkin olmayan, kuru, temelde hareketsiz olduğu için teslimiyet kabûl edilebilecek bir acıma ifade eden küçümseme almıştı. Bu tür temasların verdiği kargaşa ile zihni sanki maruz kaldığı etkisini ağır gösteren ölümcül bir zehirin yıllar içinde filtreden geçirilip zararının berteraf edilmesi üzerine rahatlama duygusu içine girmişti. Şimdi bu zehire bağışıklık kazanmış gibi onların yanında olmaktan çekinmiyor; hâttâ kendi aralarında bilinen hasbıhâl tarzı çerçevesinde yavan ve basmakalıp sözcüklerle gönül almacasına konuşuyordu.

Kabûl salonuna dahil oldu. Çevresinde hemen bir fiskos başladı ve üç genç erkek gösterişli bir alâka ile yanına yanaştı. İçlerinde en genci, kekeleyerek, onu selamlamak üzere elindeki kadehi havaya kaldırdı. Onu izleyerek tüm erkek elleri zorunlu olarak ona içki kadehleri uzattılar; Marta da, nereden geldiğine bakmadan kadehlerden birini aldı. Dudakları susuzluktan kurumuştu. İçmeden önce içine soluduğu kadehteki cin ve limonun karma rayihası, amonyak ruhu gibi canlandırıcı etki yapmıştı. Elinde kadeh, konukları selamlamağa yürüdü, herkesin yanından birer tebessüm ve sözcükle geçiyor; arada bir gül’e, fresias’a, yerli yasemine göz atıyordu.

Bu serî ve yan bakışlar, ayrıca salonu çepeçevre sarmış bu zarif floranın bütününün teşkil ettiği genel manzaranın keyifle bir defa daha seyredilmesi ile tamamlanıyordu. Salonun bir ucunda tecrid edilmiş ve birbirlerine asîl bir soy bağı ile irtibatlı, Pieláride, Muniagurri, Ugué gibi ün kazanmış isimler bulunan konuklar küçük bir grup oluşturmuşlardı. Diğer uçta, bizzat Büyükelçiden kançılaryanın sır kâtibine kadar diplomatlar grubu vardı ve onlara katılmış Bay Rague’ın, aşkın bir hararet fakat pek anlaşılmaz bir dille naklettiği o meşum San Bartelomeo katlîâmının kalıntıları içinden kurtarıldığını iddia ettiği değerli bir vazo’nun hikâyesini dinliyorlardı. Velhasıl tüm salon zengin burjuazi kaynıyordu. Onların en kötüleri, Patou ve Coco Chanel’in isim hatırına kurbanı makyajlı, tombul bayanlar, kısa frak giysilerine sığamayan fakat Eugenia Ragùe tarafından hiç birinin küçümsenmediği erkekler en proto terziler tarafından giydirilirdi.

Bay Ragùe: “Marta! Hazinem!” diyerek, merasim görevleri için kızını yardıma çağırdı. İnsanlar: “herkes burada hazır değil mi?” diye homurdandılar. Yemeğe gitme vakti gelmişti. Bay Ragùe: “biraz daha bekleyeceğiz,” diye mırıldandı. Gözleri kapı ile karısının dikilip durduğu yer arasında geziniyordu. “Ah, Ráices bir gelebilse,” diye düşünüyor fakat dudakları tümüyle farklı şeyler söylüyordu: “...elbette, politikanın konulara radikal bir görüş açısından bakması gerek, yani hiç kuşkuya yer bırakmayacak, meselenin tam kâlbine nüfuz edecek radikâllikde. Tereddüde düşen bir kişi politikayı derhal terketmelidir...” Yüzü yeşilimsi bir renk almıştı, ama tavrını mükemmelen idare ediyordu; kimse inkâr edemezdi ki basiretin ve sağduyunun, hatta bilgeliğin tam bir somutlaşmış hâli idi. Alnı ve üst dudağında biraz nemlenme hissetti. Beyaz keten mendili ile bu ıslaklığı sildi.

Tarpeia kayasından kutsal yola bakış

Mavi kan kesiminden gelen bir beyefendi, çok ölçülü vurgulamalar yaparak, üç genç kız ve iki ciddî tavırlı erkekten oluşan dinleyici grubuna: “Netice olarak...” diyerek konuşmasını bağlamaya çalıştı. Onun başının arkasında, tamamen tesadüfî oluşmuş bir fon, “Çarmıhtan İndiriliş”i betimleyen halının asılı oluşu bu final sözünü toparlamasına yardımcı oldu: “Böyle anlar için hemen akla gelecek eylem toptan imhadır. Tasfiye, silip geçme...” Durdu, cin tonikten bir yudum aldı. “Dünya seçkin sınıfa aittir. Daha güzel bir geleceğe kavuşması için, toptan, tarihleri ve özel gelenekleri ile duru kanlarına güveneceğimiz bu ırklara ait olmalıdır. Gerçekten bu yolda savaşım vermeliyiz yoksa geriye gider, zeval buluruz. En temiz çözüm Tarpeia Kayası benzeri bir tasfiye biçimdir*(1): kanındaki asalete uygun davranmayan bunun bedelini kötü bir sonla ödemelidir. Kader inşa edilemez; onunla doğulur. Yönetmek için doğmamış olan imha edilmek için doğmuştur. Bir bon entendeur (Fr. “bilge”).....”

Marta gözlerini yana çevirdiğinde, hemen yakınında yalnız başına ayakta duran ve kendini tümden içkiye veren Drabble’ı gördü. Üç ay önceki, zavallı mutsuz bir kadının gece kulübünde intihar etmeye kalkıştığı, akşamı hatırladı. İkisi, kendi ve Drabble onu kahramanca engellemeye uğraşmışlar, nihayet kadının aklını başına getirmeyi başarmışlardı. Başka gözlerden kaçmış bu hüzünlü öykünün ışığında algılayabildiği kadar Drabble ona dürüst, idraki yerinde, olgun bir adam gibi görünmüştü. Şimdi onunla sohbet etmek isterdi ama, buna nasıl fırsat bulacağını tasarlayamadan, yeniden etrafı, saçma sapan fıkralara kahkahalarla gülen geveze geri zekâlılarla sarıldı.

Briyantinle ışıldayan kara ya da sarışın kafalar parfüm kokusu içinde dalgalanıp duruyorlardı. Yay gibi beller, zarif dudaklar, ışık altında parlayan dişler. Çene çalan centilmenler, şuh kahkahalar atan kadınlar, işveli cazibeleri ile insanı huzursuz bırakan genç kızlar. kemer tokasının ayrılmaz ögesi kakma ikişer inci ile bezenmiş zincir halkaları biçiminde imâl edilmiş kemerleriyle yaşlanmış şişkin göbekler. Fırsat kolluyormuş gibi çevresini süzen yüzler, frijid kadınların yüzleri; saklanamayacak beyhude bir ihtiyatla salon boyunca av peşine düşmüş bakışlar. Cilâlanmış siyah zemin, siyah pantolonların ve yerlerde sürüklenen ipek eteklerin hiç durmayan devinimi altında nerdeyse hiç görünmez olmuştu.

Cümleler, cümlecikler, ibareler, anlam yüklenmeye çalışılan soyut sözcükler. Marta salonda dolaştıkça kulağına gelenler hep bunlardı. Kulakları bu zırva siren*(2) korosuna, kulaklarında isteksizce düşsel bir akort vererek tahammül etmeye çalışıyordu. Bu korodan kulağına çalınan birçok bildik konular; kitaplar, sanat, bitmez tükenmez konuşmalar, aynı bildik usanç, işe yaramazlık ve acı veren duyguları uyandırıyordu. Şimdiye kadarki tüm hayatı, artık ona temelde bir kalıptan çıkma yaşam anlayışına gereksiz ve içi boş ve üstelik sürdürme şansını yitirmiş bir adam ile geçmiş gibi geliyor, kendini bu klişe yaşama kurban etmiş addediyordu. Bu düşünce beynini, enstrüman tellerinin kabarırcasına, koparcasına gürültü çıkardığı, hiç durmaksızın tekrarlanan ayarsız ve giderek keskinleşen bir marş parçası gibi oyurgalıyordu. Bir tür mahkûmiyetin, köşeye sıkıştırılmışlığın marşı; yabanî heybette bir ses çıkaran, aynı zamanda tarif edilemez çelişkilerle dolu itici güzellikte bir marş. Çocukluk ve gençlik, belki de hâttâ yaşlılık düşünceleri; yıvışık bir tatlılık onun elinden çekiyor, sanki melaslı tuzak kâğıdına yapışmış kalmış sinek gibi aktivitesi engelleniyordu. Sinek azap veren bir çaba ile bir bacağını kaldırabilirdi, ama serbest kalma girişimi de yararsızdı; bedeni ve kanatları kâğıda zamklanmıştı. Sonuçta bacak yorulacak, sinek melasın koyu tatlı gücüne teslim olacaktı.

Kız babasının salonda koşuşturduğunu ve neşe ile kollarını Ráices’in sırtına doladığını gördü. Güzelll! Artık içeri yemeğe gidebilirlerdi; bu öteki konuklarla daha az temas demekti. Küçük bir kızken annesinin onu, donuk ve ciddî bir suratla nasıl yemek masasına oturmaya zorladığını ve kendisinin nasıl bir iştiyakla sokakta oynayan çocuklar arasında olmaya can attığını, çiçekleri, havuzdaki balıkları, öğlen rüzgârında hışırdayan yaprakları hatırladı. Dışarıdaki yaşam alabildiğine canlı ve özgürdü. Orada tutkuları, korkuyu, zevki, gerçek acıyı, kentleri, insanları, yangını, suyu, toprağı ve havayı tatmak ve tanımak vardı; Tüm doluluğu ile deneyim kazanmak vardı.

Şimdi elinde kadehi, ışıklar, zengin desenli perdeler, ağzı kalabalık insan izdihamı arasında derin düşüncelere dalarak gene, melasların, gösteriş yozluğunun olmadığı başka bir evren, başka bir dış dünya tasarlıyordu. Geçmiş olsun, hâli hazır olsun, gelecek olsun yaşadığı ve yaşayacağı günlerin saçmalığı onu ürkütüyor, yeise düşürüyor; bulunduğu bu özgürlükten yoksun samimiyet ortamında acayip, takıntılı bir öfke yaratıyordu.

Marta kadehini kaldırdı ve içkiyi son damlasına kadar ağzına yuvarladı. Frak giyinmiş, saçları ağarmakta ve azalmakta olan uzun boylu bir adam kendisi ile tanışmak için izin istedi. Kızın yanında bir Prusyalı gibi dimdik ayakta duruyordu; aniden gülümsedi; gene birden ciddiyetini takındı. Sigara tabakasını çıkararak önce etrafındakilere uzattı, sonra kendisi bir sigara yaktı, daha sonra hiç bir şey söylemeden yanıt bekliyormuş gibi bakışını kızın yüzünde sabitledi.

O anda, Bay Ragùe sağ kolunu kaldırmış, tüm konuklara yemek salonuna yönelmeleri için işaret ediyordu. Öteki kolu ile hâlâ Ráices’in bükülü zayıf kolunu sımsıkı yakalamış durumda idi. Oturmakta olan konuklar otomatik bir kurgu ile kalkıverdiler ve sofraya yönelen toplu yürüyüşe katıldılar. Marta “şimdi de” diye düşündü; “sofradaki rezervasyon sırasını gösteren yaka kartına göre yanımda oturacak adamla soğuk bir kolkolalığa sıra geldi”.

Salona nüfuz etmiş lavanta çiçeği rayihası, parfümler ve neftyağı kokusu, toplu yüründükçe giderek ağırlaşıyordu. En önde Bayan Ragùe’un iskelet gibi dikilmiş figürü ile sıra halindeki fraklıların ve hafif giysililerin ayrı diziler halinde yemek salonunu doldurmaları biraz da düğün merasimi havası veriyordu. Çeliğe benzer küçük gözleri masanın üzerini süratle dolaştı, hizmetkârların işleri başında olup olmadıklarını yokladı. Verdiği bu partiden, çok hayranlık ve saygı duyduğu Amiral Nelson’un Trafalgar’da duyduğu sevinci ve gururu duymuştu.

Sürecek

*(1) Tarpeia Kayası (Lat. “Rupes Tarpeia” ya da “Saxum Tarpeiun”): Eski Romada Capitol Tepesinin Roma Forumuna bakan güney 24 m. yüksekliğindeki yar’ı. Yargıçlar tarafından hüküm giymiş katiller, vatan hainleri ve hırsızlık yapan köleler, bazen de Tanrıların gazabına uğradığı sanılan zihin beden engelli kişiler oradan aşağı atılarak infaz edilirlerdi.

*(2) Siren: okuyucularımızın da pek çoğunun bildiği üzere, Yunan mitolojisinde güzel sesleri ile denizcileri kandırıp kayalara çeken meşum periler. Genelde “canavar düdüğü” anlamında kullanılır. Burada bu sözcüğe kinayeli bir gönderme yapılıyor.
 

Yayın Tarihi : 8 Haziran 2011 Çarşamba 16:09:36
Güncelleme :17 Haziran 2011 Cuma 11:14:15


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?