16
Haziran
2024
Pazar
ANASAYFA

İspanyol Edebiyatından Seçkiler (64)

EDUARDO MALLEA ve eserleri IV

Cemiyet’in Sütunları öyküsüne devam ediyoruz:

Konuklar coşku ile alkış tutuyorlardı. Valsin tekrarını istiyorlardı ve istekleri yerine getirildi. Maestrosunun sınır tanımaz keyfi kırmızı ve şişmiş yüzünde infilâk etmişti. Kollarını kaldırdı, müziğe yeniden başlamadan bir vaadde bulunacakmışçasına bir an duraladı; bu vaadin, sanki,: “sizler tanrılar katına çıkacaksınız”ı ifade ettiğini hissettirmek ister gibi hâli vardı. Gerçekden, güzel bir yemek ve şaraptan sonra, yüreği hafiflemiş, biraz da sersemlemiş ve valsın durmak bilmez dönüşleri ile dans eden konuklar kendilerini küçük tanrılara benzettiler.

Lintas süratle arkasına döndü- fakat hayır, gelen sadece elinde tepsisi ile garsondu. Kadehini parlayan gümüş yüzeye bıraktı. İnsanın her gün kırılan son umudunun şu küçük kadeh gibi boşalıp kenara konacağını düşündü. Evet, ertesi gün başka insanlar, başka umutlar olacaktı. İnsanın safdilliğinin sonu yoktu. Asla ezilmemiş, asla çökmemişti. Umut kaçınılmaz biçimde geri dönüyordu, kararsız, çalkantılı bir okyanusta, istikrarlı med dalgaları gibi... Ufak, çekingen bir adam: “Affedersiniz,” diye mırıldandı, onun arkasından garsonun koca göbekli kadehler içinde tepside getirdiği tarihî fines konyaklarından birine uzanmağa çalıştı... Lintas onun geçmesine müsaade etti; telaşları ne kadar gereksiz ve önemsiz olursa olsun başkalarının geçmeleri engellenmemelidir!

Ve nihayet Marta göründü, masa komşusu, sarımsı ayyaş suratlı adamla beraber bahçeden içeri giriyordu. Ancak, birbirlerini, suskun ve hemen kavgaya başlayacaklarmış gibi acayip bir şekilde süzüyorlardı. Sonra Marta gözlerini ondan uzaklaştırarak dik ve vakur bir eda ile kanepeye doğru yürüdü. Lintas’ın bakışları onu izledi. Dışarıdaki sıcak burada, büyük salonda olduğundan daha boğucu olmalı idi ki, çok bunalmış olarak içeri giren kız biraz ferahlar gibi göründü. Gene de sıcağa rağmen, kapalı olan burada bile içen, konuşan, kahkahalar atan, katılırcasına gülmekten belleri kasılıp eğilen, kendilerini güldüren tuhaflıkları paylaşmaları için muhataplarını tamamlanmamış bir okşama dürten çok fazla insan kalabalığı vardı.

Lintas duraksamadı; içgüdüsü tereddüt göstermezdi. Belki, tam da doğru zaman değildi; orkestra durmuştu; insanlar iç bölümlere göçüyorlardı. Ayrıca, ne söyleyeceği, ne yapacağı hakkında bir fikri de yoktu. Ama, gene de tereddütsüz, kıza doğru yürüdü; bir an içinde kendini ışıklı bir merakla süzen seri bakışlı gözlerin karşısında buldu. Adam içinden doruk noktadaki şiddet ve acıdan söz ediyordu; ancak keskin bir sesle “Ben Lintas’ım” diye salt ismini söyledi; ağzından başka bir şey çıkmadı. Kız ise, ailesinin asırlardan beri taşıdığı kibirli, mütehakkim ve kayıtsız sukûneti içinde çok aşırı ateşli bir jeste karşı koyuyormuş gibi oldukça soğuk, ilgisiz görüntülü yüz ifadesini değiştirmeden, belli bir reaksiyon göstermeden onu süzmeyi sürdürüyordu. ‘Evet,’ dedi: ‘Evet, evet...’. Yemekte huzursuz bir tecessüsle baktığı, şu an ise kendisine el uzatmakta olan ve ikna etme azmine ilgi göstermediği bu adamın, belleğinde bir sanatçının çok zayıf çağrışımını yaptığını duyumsuyor fakat bunu kabûle yanaşmıyordu. ‘Evet, adınızı biliyorum.’ diyerek yanındaki kendisine refakat eden adamı takdim etti; bu adam önce dikilip sonra kaba bir küçümseme ile eğildi.

Hiç biri tavırlarını değiştirmeye niyetli değillerdi. Lintas da kız da aslında içe kapanık; mahcup tabiatta idiler. Lintas, kendi tercih ettiği mağrur münzevîliğinden feragat ederek, beraber olmaya can attığı kızın yanına gelmişti. Kız’a ise, sanki buzdan bir kale idi; kendi nefsine ve onuruna kıskançlıkla gösterdiği saygıdan bu yabancının açıktan gösterdiği yakınlığa karşı ılık bir yanıtı esirgeyerek muhalefet gösterisini yeğliyordu. Onun samimiyet arayışına karşı irade zaafı ile yumuşama göstermesi halinde kendinden nefret ederdi. İkisi de kalabalıklar içinde yalnızlıkları derinleşen, kendi güvensizliklerini yenmeyi hemen hemen imkânsız gören kimselerdi. İyi kâlpli olmalarına karşın sessiz, kuşkucu, çekingendiler. Hangi uygarlık içinden böyle hava geçirmezcesine kapalı ve mühürlenmiş yaratıkları çıkarır; böyle temiz fakat gizemli canları koca insan okyanusunun dalgalarına serbestçe bırakıverir? Belki de hiç biri...

Durumu orkestra kurtardı; onları içine daldıkları akıl karıştırıcı sessizlikten çekti, çıkardı. Müzik enstrümanlarının çok gümrah bir hezeyanla gacırdamağa başlamaları anında konuşmak Lintas’a zaten budalaca ve yersiz görünmüştü. Kızı dansa davet etti; o da kalktı. Kurşunî renkteki gözler sadece altı yedi santimlik bir mesafede idi. Kızı kendine iyice çekerek esmer teninin yumuşaklığını, göğüslerinin narinliğini hissetti. Ve dans ederlerken, bu sert, canlı, hassaslaşmış ve titreşim yapan etin, kollarındaki tümden mahcup, hayat dolu ve sevimli bedenin hiç ağırlığının olmadığını fark etti. Kendini onun kokusu, cildinin teması ile istilaya uğradığını, etrafında yaşayan bir çit örüldüğünü hissetti; evet, bu kadar yakından sarıldığı beden de onu tutmuş, kucaklamıştı.

Melodiye enstrümanlarla birlikte katılan şarkıcının derin monoton mırıltısını konuşmaksızın, ciddiyetle dinleyerek dans ettiler.

Tiziano Vecelli’nin kendi portresi

Bayan Rogùe bir süre dönendikten sora Lintas’ı, başını antik bir Mogol şalının siyah ipeğine dayamış, yakınlardaki cevizden oyma bankolardan birinde, sert erkek bakışları ile etrafı kolaçan ederek tek başına otururken gördü. Ah, ödülüne kavuşmuştu. Evet, gecesinin ödülü bu oluyordu; Lintas’dan konuşulmasını istediği sözleri alacaktı. Evde hazır bulunan pek çok antika meraklısının fark etmediği, hattâ temsilcisine Anwers’deki mütevazı bir galeriden satışı yapan adamın bile gerçek değerini bilmediği tuval üzerine yapılmış şu paha biçilmez tablolar hakkında kesin ve kategorik bilgiyi ondan alacaktı. Bu sunumdan büyük bir başarı ve ölçüsüz bir kazanç sağlayacağını umut ediyordu. Her biri alelade bir kitaptan daha büyük olmayan şu üç tablonun niteliğini belirleme için hiç bir eksper takdiri gerekmezdi-gerçek bir amatör’ün duyarlı zevkini, dürüst değerlendirmesini kullanmak yeterdi. Bir kaç bine aldığı bu tabloları kat be kat fazlasına satabilir ve yenilerini almaya sıra gelirdi. Kirli bir vernik zırhının epey sefil manzaralı mask’ın gerisindeki otantik bir Tiziano mucizesinin değerinin keşfi için güvenilir bir içgüdü olduktan sonra uzmana ne hacet vardı!

Fakat bu Lintas, yavaş, tekdüze, ılımlı sesi ve doğal bir zarafetten gelen jestlerle konuşan bu adam, burjuvazi içinde çok ama çok nadir görülen- kendisine son zamanlarda ve tesadüfen tanıtılmış bu adam, acaba, böylesine güç ve nazik meselede isabetli bir hüküm vermek için yeterli donanıma sahip mi idi? Kadın böyle düşünmeye meyilli idi. Ondan defalarca övgü ile söz edilmişti; kendisi de erkekler hakkında hiç yanılmadığını düşünüyordu. Bir hafta öncesi, sergide Lintas’a tedadüf ettiğinde onun sanat konularındaki derin sezgi ve kültürünün eleştiri götürmez olduğu kanaatine varmıştı. Artık meseleyi zihninde oluşturmuş durumda basamaklardan indi ve ona vekarla yaklaştı.

Lintas, o esnada, dans edenlerden birinin çıplak, süssüz bir masa üzerine bıraktığı siyah diyorit taşı kakmalı ayak tasviri üzerinde çok ince bir tetkike dalmıştı. Acayip bir güzelliği fakat, dış hatlarındaki kolay işlenmez sertlik yüzünden kavi bir yapısı vardı. Bir sertlikten başka bir sertliğe geçiş, taş ayaktan, Eugenia Ragùe’nin tebesssümü ardındaki taştan kararlılığa geçiş herhalde bir güçlük ya da şaşkınlığa yer bırakmadan konuyu gündeme getirecekti. Aklındaki bu düşüncelerle kadının kendisine uzattığı çilli eli resmî bir şekilde sıktı. Bayan Ragùe’nin kemikli bileğinde nefis bir zümrüt bilezik asılı idi.
“Sizi gördüğüme çok memnun oldum,” dedi. “Bu teşrifiniz bana kişisel bir zevkten tamamen öte başka bir anlamlı bir keyif verdi. Müzayedeye son sunduğum üç küçük tuval hakkındaki fikrinizi öğrenmeyi çok istedim... “ Konuşmasını kesmeden sadece geriye doğru yaptığı bir kol hareketi ile Jilgoles ve onun yanındaki hanımefendinin konuşmalarına müdahale ederek: “Sizleri Bay Lintasla tanıştırmak isterim,” dedi.

Bir yerli çobanın sürüsündeki sığırlara seslenmesindeki etkinlikte tanıştırma merasimlerini sürdürdü. Çok kısa sürede etrafında kayda değer sayıda bir konuk kalabalığı toplamıştı. Bunların bir yerde kümelenmeleri çevrede tamamen spontane bir tecessüs ortamını tahrik etmişti. Gerçekten de, bunca kadın ve erkeğin böyle hünerli bir biçimde gruba dahil edilmesi aslında, bir tür müphem beklentiden kaynaklanmıştı. Aralarında Parlamento salonlarında ciddî bir etkisi olduğu bilinen fakat siyasal konular dışında oldukça ebleh, koca burnu havada, ağzı yarı açık, gözleri olan bitenden bir şey anlamamanın verdiği ağırlığı taşıyan Senatör Velarde de vardı. Çok tanınmış tablo alıcılarından birinin kızı Señorita Cisneros da grup içinde idi.

Señora Ragùe’nin keyfi yerinde idi. En büyük zevklerinden biri gözde sanatsever dostlarının, dikkat kesilmiş bir dinleyici kitlesi karşısında gerçek sanat yapıtlarını tanıma hünerlerini ve bilgi zenginliklerini nasıl sergileyeceklerini izlemekti ve bu büyük salonun bu özel köşesinde, başka gruplara dahil kişilerden daha seçkin ve kendine daha yakın dostlarının toplanmasından büyük mutluluk duyuyordu... Onun hareketlerini merakla izleyen Lintas: “Acaba benim bu noktada sosyal yükümlülüğüm ne olabilir?” diye kendi kendine sordu: “sıradan bir takdir mi, güçlü bir destek mi yoksa şaşkınca bir hayranlık mı ifade etmem gerekiyor?” O an için sade bir bilirkişilik tavrı üzerinde karar kıldı.

Señora Raguùe konuşmasına: “Bir öğlen üstü idi,” ibaresi ile başladı: “Cannebière’de bir kafe terasında oturuyordum. Çok şık giyimli ve bir dük gibi soylu görünümlü bir beyefendi masama geldi: “Señora,” dedi: “Sizin bu mekâna gösterdiğiniz çok değerli teveccüh hakkında bilgi teatisi için izninizle bir kaç dakikanızı almak istiyorum”. Ve benim muvafakatımı beklemeden hemen karşıma oturuverdi. Çok geçmeden, yıllar önce vefat etmiş diller uzmanı bir profesör tarafından maddî mülkiyet konusunda değil de, izlenmesini ona emanet ettiği bir kuramının fikrî hakkının icracılığını üzerine aldığını öğrendim. Çok sıkıcı bir takım ayrıntıları ile uzun uzadıya anlattığı teori toplumsal belaların çok büyük ölçüde sözcüklerin uygunsuz ve yersiz kullanılışından kaynaklandığı hakkında idi. “Size kaba bir örnek vereyim,” dedi: (burada orijinal metindeki yabancı sözcüklerin bize bir şey ifade etmeyeceğini dikkate alarak, örnek için Türkçe benzetmeler yapacağım) “öd” aslında karaciğerin mideye döktüğü acı salgıdır; bunun karşılığı eski dilde Arapçadan gelme “safra” hâlâ kullanılmaktadır; mecazî anlamda “öd” cesaret, yiğitlik yerine kullanılır; “öd’ü patladı” ibaresi ile cesareti berheva olduyu anlatmak isteriz. Yâni “safra deyince “öd”ü anlarız, “öd” deyince cesaret konularına aklımız gider. Toplumun bazı kesimince doğal olarak kullanılan bazı sözcükler diğer bir kesim tarafından pejoratif, aşağılayıcı kabûl edilir. Örneğin, kentsoylularca kaba ve aşağılayıcı kabûl edilen “herif”, “karı” sözcükleri pek çok taşralı tarafından “adam”, “kadın” yerine rahatlıkla kullanılır. Bir askerî birliği teftiş etmekde olan bir general grubu içinden bir paşa askerî rütbe ve mevkiler hakkında erlere bilgi verilip verilmediğini sınamak için bir ere kendi rütbesinin ne olduğunu sormuş; er: “Paşa” yanıtını vermiş. Paşa er’e bunu nasıl anladığını sorunca er: “Ard ayaklarında kırmızı şerit var,” demiş. Paşa: “Peki burada benden başka paşa var mı?” sorusunu yöneltmiş. Er (yanyana duran biri uzun, diğeri kısa boylu paşaları işaret edip): “nah bu herif de paşa, bu alçak herif de paşa” yanıtını vermiş. İşte dünyada her şeyin allak bullak olması bu yüzdendir.

Señora Ragùe bakışlarını konuklarının yüzlerinde gezindirdi ve onları da kendi neşesine davet edercesine gülümsedi: “Ben ihtiyatlı bir tavır aldım.” dedi. “Kuşkusuz bu teori tümüyle saçma idi; şayet bugün dünyada adaletsizlik hüküm sürüyorsa bu fukaraların zenginlerin servetine kem bakışlarından ve acımasız hasetlerinden kaynaklanmaktadır; bu haset giderilip kökü kazınır ve toplum ahlakî temele oturursa her şey yoluna girer.”

Kimse onun bu mütalâalarına itiraza cüret edemedi; o da sakin sakin diskuruna devam etti: “Bu budalaca fikirlerine karşın ben de zaman zaman bu zat’ı hatırlamaktan kendimi alamam; içimde hissettiğim zaaf noktalarına karşı kendime bazı eleştirel yaptırımlar uygulama gücünü yakalarım. Tanrı bilir, o zatla aramızda geçen bu tesadüfî, sıra dışı konuşma bile bana, gerçeğin çıplak iskeletini sözcüklerin en zengin kompozisyonuna tercih etmeyi öğretmiştir. Tüm yaşamım boyunca gerçeğin, her şeyden önce gerçeğin peşinde koşmuşumdur. Bundan başka bir tutkum, belki hiç olmadı. Berta Steligmann bunu sen de bilirsin, değil mi? Benimle birlikte iki kıtada seyahat ettin; kim olduğuma sen tanık oldun. Gördüğüm her şey, işittiğim, kokladığım, dokunduğum her şey tartışılmaz biçimde otantik olmalıdır; hiç bir kuşku gölgesine bile izin veremem.”

Soğuk bakışlarını Lintas’ın üzerinde sabitledi. “Geldiğiniz yer böyle bir yerdir, Señor Lintas,” dedi: “Üstün körü konuşmalar yapmam; ağzımdan çıkan sözcükler tamamen anlatmayı murad ettiğimi ifade eder. Böylesine üstün bir sanatçı olan siz de cömert bir ruha sahip olduğunuzu gösterecek misiniz?”

Lintas tasdik makamında başını salladı ve gelişmeleri bekledi. Etraftaki gözler onun üzerinde odaklanmıştı; bir tür hayvanmış gibi meraklı ve güvensiz bakışlarla onu süzüyorlardı. Evet, kimdi bu adam?

Señora Ragùe: “Sizin tarafsız yargınıza ihtiyacım var;”: “bir akbabanın gözü gibi sert ve ödünsüz bir hüküm bekliyorum sizden. Evet, tam anlamı ile bir akbabanın objektif gözü ile bakacaksınız... Göstereceğim üç küçük nesne yukarda bizi bekliyor - evet, takdis merasimi yapılmadan mı diyelim- onları aşağıya indirmedim. Sizden istirhamım onların gerçekten göründükleri gibi olup olmadıklarını bana söylemeniz... Haydi yukarı çıkalım.”

Lintas onu, diğerleri de Lintas’ı izlediler. Señora Ragùe. “Haydi, yukarı çıkalım” talimatını salonun her kısmından duyulacak yükseklikte vermişti. Böylece çok geniş basamaklı merdivenden epey kalabalık bir güruh, çok meraka kapılmış ama neyi merak etmeleri gerektiğini sormaya da vakit bulamamış, arsızca şakalaşmalar yapmakta olan bir kervan gürültü patırdı içinde yukarıya tırmanmaya başladı. Hanımefendilerin, arada barok tırabzanlar üzerinde hafifçe dinlendirdikleri kollarındaki bilezikler birbirlerine çarpıp metalik sesler çıkarıyor, beylerin topukları ise, merdivene serilmiş sık dokulu halının tespit edildiği demir çubuklara vuruyordu. Kahkahalar atan bu rengârenk izdihamın başında Señora Ragùe vakur, ciddî ve sukûtî bir tavırla yürüyordu.

Tiziano’nun Perseus ve Andromeda Tablosu

Birinci kattaki üstü kapalı galeriye varıldı. Burası yetersiz aydınlatma yüzünden loş, hattâ gölgeli idi. Birbirinden ayrılarak itina ile sıraya dizilmiş üç büyük ressam sehpası üzerinde Bayan Ragùe’nin son aldığı üç tablo duruyordu. İlkinin önünden, sadece gözlüğünün sapı ile ona işaret ederek geçti, sonra ortadakine tam varmadan belli bir noktada durdu. Lintas öne bir adım atarak: “Bu ışıkta bunları görmek olanaklı değil,” dedi. Bayan Ragùe telaşlı bir jestle yoğun kalabalık içinden kendine yol açarak duvarda bir düğmeye dokundu. Galeriyi kuvvetli bir ışık doldurdu.

Tuvalde Tiziano’nun ‘Perseus ve Andromeda’sından, Andromedanın başını ve kelepçelenmiş kolunun bir bölümünü gösteren küçük bir ayrıntı vardı. Fakat bu ayrıntı bulutların top top sardığı gökyüzü ve müthiş çalkantılı okyanusla tablonun tümünün nasıl olduğunu hemen, hissettiriyordu. Lintas bunu, yıllarca önce Hertford House’da görmüştü... Biraz dolgun fakat kocaman siyah gözlerin gücü ile mütehakkim bir bakış taşıyan çehre bir beklenti içinde imişçesine sola dönüktü.

Lintas küçük tuvali bir süre inceledi. Sonra, bağımsız bir tecessüs’ün zaten aynı noktaya sürüklediği bir iki kişi dışında tüm grubun peşine takıldığı Lintas önce soldakine, sonra sağdaki tablonun yanına geldi. İyice yakından tetkik için üçünü de tekrar ziyaret etti. Sonra geriye adım atarak kaşlarını kaldırıp gözünü ayrı ayrı resimlere dikti.

Señora Ragùe, yarı cilveli yarı mahcup bir merakla : “Sonuç nedir?” diye sordu.

Lintas ona yanıt vermeden baktı. Ellerini pantolon ceplerine götürdü, sonra yeniden tuvallere döndü. Üçü hakkında da bir arada hüküm verecekmiş gibi bir hâli vardı. “Bu resimler hakkında size ne söylemişlerdi?” diye sordu.

Zaten bilineni tarif etme zorunda kalmış mutsuz biri edası ile: “Evet,” dedi Bayan Ragùe: ”İlk baktığınız “Perseus ve Andromeda”nın bir hazırlık çalışmasıdır. Diğerleri onbeşinci asırdan ya da daha olasılıkla onaltıcı yüzyl başlangıcından tanınmamış müptedî ressamlara ait olmalı. Otantik olduklarına dair sertifika aldığımı söylememe her halde gerek yok.“

Uzun bir duraklama yaşandı.

Nihayet Lintas: “Korkarım aldatılmışsınız,” dedi: “Çok ama çok korkarım ki sahtekârlık kuşkusu varit.” Ev sahibinin gözlerini hafif bir merakla süzerek tekrar uzun bir sessizliğe gömüldü. Señora Ragùe’nin gözlerinde öfkeli bir ışıltı, fevrî bir muhalefet kamaşması hâsıl olmuştu. Bir süre sonra sinirlerini yatıştırmaya çalışıp sakin hâline dönebildi.


Sürecek

Yayın Tarihi : 22 Haziran 2011 Çarşamba 10:38:53


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?