31
Mayıs
2024
Cuma
ANASAYFA

İspanyol Edebiyatından Seçkiler (65)

EDUARDO MALLEA ve eserleri V

Cemiyet’in Sütunları öyküsüne devam ediyoruz:

La Tour d’Argent restoranından Notre Dame’ın görünüşü

Düş kırıklığı dolu sessizlik yoğunlaşmıştı. Marta, olan bitenin farkına varmadan yukarı çıkıp gruba katıldı. Kol kola girmiş konuşmaları dinlemekte olan iki kadının omuzları arasından, Lintas’a baktı. Adam olumsuz bir ilgi odağı olduğu için sert kan dolaşımından beyni zonklar gizli bir öfkeye kapılmış hâlde idi; karşılaştığı tüm bu budalalığa, kaba gazaba tepkisini artık engelleyemeyecek dereceye gelmişti. Sesindeki alaylı ve dik tonu bastırmada çok zorlanarak: ”Señora, benden gerçeği söylememi istediniz,” dedi: “şimdi ise keyfiniz kaçtı ve hiddete kapıldınız, sanırım. Size bu yapıtların çağının göstergesi gibi gelen işaretler bana daha çok bir fantazi üretmeye yarayan bir becerinin göstergesini ifade ediyor. Gerçeğin huşunetine karşı sahte tabloların huzur vericiliğini tercih etmenize benim de ikna olmamı mı istiyorsunuz? Benden başka ne bekleyebilirsiniz? Bir komedyada benim de rolümü nazik bir itaatle, gönüllü bir biçimde oynamamı, kuşkusuz. Ama- bağışlayın beni- böyle bir komedya ortamında benim soluk almam olanaksız; açık söyleyeyim, tahammül edebileceğim bir şey değil. İnsan, iradesini başkasına devredince kendinden nefret etmeye başlar; bu da kişiliğinin sonu demektir.”

“ ’Böyle bir komedya’ demekle neyi kastettiniz?”

“Bu sözcüğün ifade ettiği anlamdan başka neyi kastetmiş olabilirim? Pandekt hukukunu *(1) bilme erdemi sayesinde dünyanın bir cennet olduğu iddiasını ben yeni işittim. Tour d’Argent’da *(2) servisi yapılan nefis yemeklerden nimetlenmek, ancak, sınırlı sayıda bir gruba imtiyaz olarak tanınmıştır. Keza, klasik resmin bazı otantik örneklerini elde ettiğinize, her ne pahasına olursa olsun inanmam gerektiğini de şimdi öğrendim, daha doğrusu inanmam gerektiğine sizin karar verdiğinizi öğrenmekteyim. Her hâl ve kârda. Malgré n’importe qui, quoi.*(3) Bunun için her şeye “evet” diyeceğim, oyunu yarım bırakmamak için her şeyi onaylayacağım bir kulüp ortamına üye olarak kayıt olmam gerekecek. Aksi hâlde bir uzlaşmazlığın, bir ihtilâf yaratmanın suçlusu olacağım. İhtilâfı karşılıklı anlayışla çözüme ulaştırmanın bir yolunun bulunmadığı bir kulüp... Sanki, bir kapı açmış ve içeri her şeyi altüst edecek, herkesin keyfini kaçıracak bir fesat tohumu bırakıvermişim. Birinin kalkıp kapıyı kapaması gerek; fakat bunu yapacak ben değilim. Benim eğilimim aksine kapıyı daha fazla açmaktır. Birinin daha fazla kapı ve pencere açma cesareti olsa muazzam bir rüzgâr dünyayı silip süpürecek. Bu da Tour d’Argent müdavimlerini öldürerek büyük bir üzüntü yaratır. Ya da, çok gıpta ettikleri büyük bir şenlik içinde ölmek şansını yakalayan pek az kişinin kaybından çok memnuniyet duyulacaktır.”

Jarcelín: “Bu sözleri çok münasebetsiz buldum!” derken gözlerinde ve sinir bozucu ifade taşıyan dudaklarının etrafında yaradılıştan gelen bir erdem düşmanlığı pusuya yatmıştı.

Laurence Olivier ve Jean Simmons 1948 yapımı Hamlet filminde

Lintas’ın yüzündeki müstehzi tebessüm daha da yaygınlaştı: “Hiç de münasebetsiz değil. Zat-ı âlilerinin fikrine göre şimdi ne duymamız gerekirdi? Kanıt gösterilmesi sizin kanaatinize göre münasebetli bir durum yaratmaya yetecek midir? Kuşkusuz paniğe kapıldınız, siz de rüzgârdan korkanlardansınız.”

Jarcelín’in dudakları kıpırdadı fakat bir şey söylemedi. Asabî bir tavırla, yakasına iliştirdiği beyaz kamelyayı kopardı.

Lintas onu sükûnetle süzdü: “Sayın beyefendi, bu jestinizden pek bir şey anlaşılmadı,” dedi: “Beni onama mı, yadsıma mı, sarih değil... Aslında beden dili güven verici beyanlardan yoksundur. Bizler ise, nedense jestlere çok fazla itibar ederiz. Bu alışkanlığımızı terk etsek çok daha isabetli olur. Hamlet’in şikâyet ettiği: ‘sözler, sözler, sözler,’e kulak asma artık sorun olmaktan çıktı ama, bugünlerde, tersine, insanlar gûya yanılmamak için pür dikkat muhataplarının jestlerinden anlam çıkarmaya çalışıyor. Salt dış görüntü veren hareketlerden bahsetmiyorum. Asıl tehlikeli jestler ruhlarımızın içinde yapılandırmış olduklarımızdır.” Bir an duraladı, sonra düşünceli bir tarzda konuşmasını sürdürdü: “Görüyorsunuz, efendim, siz Tour d’Argent’da yemek yemeği sevdiğinizi dürüstçe söyleyen istisnalardan birisiniz. Sizin sınıfınızdan pek çok insan orada ne kadar muhteşem yemek servisi yapıldığını ağızlarına bile almazlar. Onlara en büyük zevki veren yemeği yemenin zarif jestini sergilemektir. Aynı eğilim başka ve çok daha önemli alanlarda da mevcuttur. Bugün imparatorluklar bile jestlerle kurulabilir.”

Señora Ragùe yumuşak bir müdahale ile söze girdi: “Bütün bunlar kulağa çok hoş geliyor da,” dedi: “benim şu anda işime yaramıyor.” Boynunu geriye uzattı. Bir defne ağacının alçaktaki bir dalı onun haşmetli başı ile temasa geldi.

Lintas: “Büyük olasılıkla sizin durumunuza uygun değil” diyerek onu tasdik etti. Yüz hatları gevşemiş; büyük bir samimiyet ve sükûnet kazanmıştı: Zaten sizin durumunuza uyar diye de söylememiştim. Durumun uygun olması genellikle kilitli bir kavramdır ve yaratıcılığı da ifna eder, öldürür. Ben fırsat arayan bir insan değilim; sadece size, kendim dahil herkese dürüst davranmak isterim. Sizin komedyanız hakkında (ki ben de tümüyle bu komedyanın içinde yer almış bulunduğumdan benim komedyam da sayılır) böylesine haşîn derecede çiğ bir görüş beyan etmekten esef duyuyorum. Fakat aksini yapsaydım bu gece yatağıma huzur içinde gidemez, asla rahat uyuyamazdım. Bu bakımdan ben sizin tavırlarınıza münasebetsiz ve kaba ve hattâ belki de yabanî sayılabilecek karşıt bir tavır koymak durumundayım. Böylece, benim küçük yalanımı diğer küçük yalanlara ilâve etmek yerine huzur içinde kalabiliyorum.”

Kimseden yanıt gelmedi; kibar insanların oluşturduğu bütün grup hem şoka uğramış hem gazaba gelmiş bir görüntü içindeydi.

Lintas gülümseyerek devam etti: “Şimdi hepimiz yatağa huzur içersinde gideriz; sizler de benim, kullandığım ve harabiyetten başka bir şey getirmeyen sözcük ve jestlerle sergilediğim bu nahoş konuşma ve davranış bozukluğumla umutsuz bir maganda olduğumu düşünerek rahatlık duyarsınız... Böyle lâtif bir bahar gecesi, elbette, çok daha güzel, gerçek olması kolayca kabûl edilebilecek bir şeye lâyıktı. Dahası, buna inanmağa beni zorlayan bir içgüdü var. Hepimiz tan yerinin ağarması ile uyanıp yatağımızda doğrulduğumuzda odada güvenli bir şekilde kapanmış olmamıza karşın bedenimiz sanki bir yere sürükleniyormuş gibi ürkünç bir hisse kapılırız. Kalkar kapıyı kapamak isteriz ama bir işe yaramaz; zira tenimiz üzerinde ölümcül bir esinti gezinmektedir, âdeta!.. Bu sürüklenme içinizde cereyan ediyordur... Esinti içinizden geliyordur... Evet, siz, aslında sağlığınıza yararlı olacak bu hafif esintiden korkar; bunu öldürücü bir tehdit zannedersiniz. Geldi, geliyor endişesi içindesinizdir.

‘Dörtyüz yıldan fazla bir zaman boyunca Dünya böyle boğucu biçimde ısıtılmış bir odanın içine hapsedildi. Birbirimize baskı yapıp cefa çektirdiğimiz, kendi icat ettiğimiz yalanların oluşturduğu zindanlardan kurtulmayı, soluk alabilmeyi başaramadığımız karşılıklı bir kandırmaca sistemini öylesine mükemmeliyetle tesis ettik ki... Farkındayım, bu kandırmaca sistemi sizlere pek menfur ve gaddarca bir şey gibi görünmüyor. Ama bana görünüyor. Bundan çıkış kapısının nerede olduğunu bilsem hemen ardına kadar açmaya koşarım. Fakat henüz bilmiyorum ve başka bir soluk tıkayıcı odaya açılacak yanlış bir kapıyı açmaktan çok korkuyorum. Benim açmak istediğim kapı beni temiz havaya, doğal özgürlüğe sevk etmelidir.

Gruplan bir adam: “Mecazî bir diskur!” dedi. Ses tonunda konuşmacıyı iplemeyen, uyuşuk bir karşıtlık vardı. Beyaz manşetli eli ile siyah, hoş kokulu Danneman marka purosunun külünü silkeledi.

Lintas: “Mecazî bir diskur!” diye aynı sözü tekrarladı. Dersini vermek istercesine adamın yüzüne dikçe baktı: “Kendisine atın tanımı yapılan bir eşek: “Mecazî tanım!” dermiş.

Gruptan iki kişi kasıla kasıla gülmeye başladılar. Purolu adam, duruşunu bozmadan, sözcükleri ağzından ağır ağır çıkararak: “Daha sonra bunun hakkında bana açıklama yaparsınız.” dedi.

“Bunu size asla açıklayamam; zira siz asla anlayamazsınız... Uygunsuz koşullar toplumda derin çatallaşmalar yüzünden zaman zaman dünyanın iki fraksiyona ayrıldığı görülür. Aslında bu bölünme ezelî ve ebedîdir ve basit bir nedenden kaynaklanır. İnsanların çoğunun trajedisi bu aradaki mücadelenin kaybedeni olmaktan ve ızdırabını çekmekten değil de hasbel kader yanlış tarafta savaşmasındandır. Öyle dürüst adamlar vardır ki, bilmeden kuzu kuzu günahkârların liginde yer alırlar; bazen günahkârların da dürüst insanlara göğüslerini siper etmeleri gibi... İnsanlar kendileri hakkında bilgi pek sahibi değillerdir. Bunun farkına varınca tepeden tırnağa değişme gibi çok çetin bir uğraşa soyunurlar ama vakit çok geçmiş olur.

Johann Sebastian Bach

Ebedî bölünme tutku ve iştahlarını kontrol edebilenler ile bunu beceremeyenler arasındadır. Bu başlı başına temel bir bölünmedir. Hepimiz dünyaya aynı murdar, pislik içinde gelip, ilk işi yıkanmak zorunda kalmak olan küçük yaratıklarız. Değişik düzeylerde dışsal bir yıkanma olanağı edinince yollarımız ayrılır. Bazılarımız canlı ve duyarlı olan her hangi bir şeyi tahrip etme ve incitme gibi temel bir eğilim duyarlar; diğerleri içgüdülerini kendi hâline bırakır; onları sıcak tutar ve beslerler. İlk tiptekiler saf olmayanlardır; ikincisi insanlık içinde safiyeti temsil edenlerdir. Hayatın bir gerçeği olan bu iki kesimi birbirine karıştıran, bunları böyle berbat biçimde bölüp de sonra insanları yanlış kategorilerde ayrıştıran, işte jestler komedisinin azizliği, doğruyu, gerçeği müphem hâle getiren yapmacık tavırlardır. İnsanî gelişmenin üç-dörtyüz yıl gecikmesinin nedeni budur... İnsanlığın bu uzayıp gitmiş uyuşukluğunun dışına çıkan ancak, bir kaç seçkin tutku, Rimbaud’nun bazı feryatları, El Greco’nu bazı tabloları, Dokuzuncı Senfoni, Bach’ın bazı Messleri *(4) gibi bir kaç takdir edilesi infilâk olmuştur.”

Señora Ragùe elini başına götürerek, sâkin bir biçimde dalgalı saçlarını düzeltme hareketi yaptı ve gözlerini delici bir bakışla ona dikti. Pek dostluk ifade etmeyen bir tonda: “Hâlâ uzun vaazlarınızı vermeyi sürdürüyorsunuz.”

Lintas: “Evet,” diyerek onu onadı: “Ben tümüyle iğrenç bir açık sözlüyüm.”

“Açık sözlü mü?” Bu soru Jarcelín’in yüksek ve müstehzi sesinde çıkmıştı.

Danneman purolu adam ise: “Ve nasıl!” diye güldü.

Herkes gülüyordu; loş ortamda beyaz dişler, küstahça bükülmüş kızıl dudaklar parlıyordu. Lintas’ın gözlerini kasvet, buz gibi bakışlarını aşağılama sarmıştı; ağzı acı bir ifade ile kıvrılmıştı. Titreyen eline bir sigara aldı. (Zaten bu ince, hemen hemen etsiz parmaklar her zaman titrekdi. Bu asabî zaaf yeni bir şey değildi. Sigarayı yaktı ve kendini çevreleyen suratlar dizisine telaşsızcasına tek tek yeniden baktı.

Bir bıçağı isabetle yerine saplar gibi: “Kaderin bir de üçüncü çeşidi vardır,” dedi; “daha önce zikretmeyi unutmuşum. Bu da beynindeki düşmanlık lobunun zarını yırtmayı başaramamış olanlara ait bir kaderdir.”

Asıl kökeni Giritli ve adı Doménikos Theotokópoulos olan “El Greco- Yunanlı” namı ile bilinen İspanyol uyruklu ressamın “İsanın kör adamı iyileştirirken tasvir ettiği tablosu

Bu sözlere karşı kollektif bir soluklanma işitildi. Fakat Señora Ragùe hâlâ istifini bozmamıştı, üstün kalitede bir zarafet ve mesafeli bir hoşgörü ile vakarını muhafaza ediyordu. Elinde kadeh dolusu tepsi ile gelmekte olan hizmetkârı bir el hareketi ile uzaklaştırdı; ayağa kalkıp gene zerafetle ellerini çırptı; yüzündeki ifade: “Sorun nedir Tanrı aşkına?” der gibi idi (Bu uzun ve beyaz ellerin bugüne değin, sabahları kuru sarı saçlarını yumuşatıp taramaktan, geceleri sarkık yumuşak yanaklarını kremlemekten başka fonksiyonu olmamıştı. “Partimizi berbat ediyoruz!” diye bağırdı: “Affedilmez bir şey bu. Haydi bakayım. Aynı konuya takılıp kalmayın; aynı şeyde çene çalmaya paydos!”

Grup dağıldı; ortama karmaşık konuşmalar, gülüşmeler egemen oldu. Lintas teras’a doğru yürüdü; orada kendisini Marta ile yüz yüze buldu. Kız kendisine sessiz bir dikkatle bakıyor; bu kez onun yakınında olmaktan ciddî biçimde etkilenmiş görünüyordu; ne var ki, içindeki eğilimlere karşı sık sık verdiği mücadelelere benzer biçimde ruhunda uyanan garip heyecanı bastırmak için kararlılık ve azim gösteriyordu. Lintas ona gene keskin bir sesle: “İyi geceler” dedi, fakat sanki yolunun önüne çıkan bir engel gibi etrafından dolaşıp uzaklaşmaya devam etti. Kız bu defa ardından seslenerek: “gidiyor musunuz?” diye sordu. Fakat bu seste belirgin biçimde nadir görülen bir ürperti vardı.

Lintas durup döndü; gözleri hâlâ öfke ile ağırlaşmış vaziyette kendine doğru gelmekde olan kıza baktı. Fakat kızın tartışılmaz görkemli güzelliği bu bakışa değerdi.

Marta da dikkatle süzdüğü adamın gözlerinden telafi edilmez biçimde incinmiş olduğunu fark etti. Sanki ağzından kaçırıyormuş gibi: “Gelin; sizi arabamla evinize götüreyim,” dedi.

Lintas itiraz etti. Yürümeyi tercih ettiğini söyledi. Yatağına gitmeden önce uzun yürüyüşler yapmak âdeti idi.

Kız: “Hayır,” dedi: “Sizi ben götüreceğim.” Lintas’ın yüreği öfke dolu idi; kendisine karşı; tüm bu aileye; tüm dünyaya; tüm bu yalanlar örgüsüne karşı... Elinden geldiğince kabalıkla gene itiraz etti. Ama muhatabında da sarsılmaz bir azim vardı; kabalaşmayı seçen inadı mültefit bir kararlılıkla pata gelmişti. Bu kararlılık tüm bahane ya kaçış yollarını tıkayacak bir samimiyet ve gönül açıklığı ile inşa edilmişti....

Arabanın kapısı gürültü ile kapandı. Marta’nın: “Nereye?” sorusunu içeren bakışına karşı Lintas ineceği durağın adını verdi. Evet kent dışındaki banliyölerden trenle yirmi beş dakika kadar bir zamanda ulaşılan birinde oturuyordu. Kız: “Araba sürmek için harika bir gece” dedi; Ben şimdi siz beni evime götürüyormuşsunuz gibi keyfliyim. Sizi bıraktıktan sonra ağır ağır, tüm bu güzellikleri içire içire ve yoldaki başka yayaları da toplayarak geri döneceğim.”

Lintas bu kadınla ne yapacağını kendine sormaya başladı. Bu sıcak akşamda, bu ağırlaşmış ve yere inmiş gibi görünen semanın altında bulanık düşünceleri kadınla arasında bir yakınlaşma olduğu yönünde evrimleşti. Şaşkınlıktan çok dayanılmaz bir huzursuzluk ve gazap hissetti... Kentin beyaz duvarlarının ışıldadığı, pırıl pırıl aydınlık baş döndürücü merkezinden geçiyorlardı. Koca bıçaklar benzeri ışık huzmeleri kara asfalt gölünü biçer gibi idiler.

Lintas’ın içinden saldırgan bir duygu yükseldi; dilinin ucuna sert ve kırıcı sözler geliyordu. Bu tarz hayata karşı sürekli ruhunu sarmış, hiç kurtulamadığı öfke ve aşağılama hissini olanca gücü ile etrafa saçmak istiyordu. Öfke duyduğu bu yaşamı şu anda, yanındaki trafik risklerine karşı başını sola sağa çevirirken esmer boğazının güçlü tendonlarını sergileyip büyük bir ustalıkla araba süren kadın simgeliyordu.

Kadın: “Kendinize de çok garip gelmiyor mu,” dedi:”karakteriniz çok güçlü görünüyor ve-evet güvenilir; fakat hercai bir dünyanın zırva zıpırlıklarına niye bu kadar önem veriyor; zihninizi takıyorsunuz?”

“Önem mi veriyorum? Hiç de değil.”

Kız ısrarla: “Önem veriyorsunuz. Veriyorsunuz.” Dedi.

Gece vakti, kentin birbirine karışıp bir tek ses olarak harmanlanan binlerce sesten oluşan, uzaktaki sürekli patlamalar gibi hiç değişmeyen, keyifsiz yankılanması daha berrak biçimde kulaklarına geldi. Artık, kent merkezini, tiyatron bölgesi ve zengin sınıfa özgü mahallelerin temiz caddeleri ile ardlarında bırakmışlar; geniş banliyö bulvarlarının birinde hız azaltarak yol alıyorlardı.

Alis De Sola’nın İngilizce çevrisinden.


*(1) Pandekt Hukuku: İtalyada XI. Yüzyıl sonlarından itibaren başalayan Roma Hukuku araştırmaları sonucu Ortaçağ sonlarında Batı Avrupa ülkelerinde alıntılanan Roma Hukuku düzenine verilen isim; aslında Corpus Iuris Civilis’in (Medenî Hukuk Kod’u) Digesta bölümünün Yunanca karşılığı olan bu isim altında tüm hukuk düzeni kurulmuş; bu düzen XVI. Yüzyıldan itibaren Alman kültürünün egemen olduğu ülkelere de girmiştir.

*(2) La Tour d’Argent (Gümüş Kule): Paris’de Notre- Dame katedrali ile Botanik Bahçesi arasında 1582’de kurulmuş olup zamanın kralı Henri IV. tarafından devamlı ziyaret edilen bir lüks restoran. Marcel Proust’un ünlü “À la recherche du temps perdu_Yitik Zamanın İzinde” isimli eserinde “Çiçeklerle bezenmiş genç kızların gölgesinde yeni gonca vermiş bir koruluk” olarak tarif edilmiştir.

*(3) Malgré n’importe qui, quoi: Fransızca “Her şeye rağmen; ne olursa olsun!” Huzurdaki snob grubla alay için “Gallisizm” yapılıyor (züppelik olsun diye Fransızca tabir kullanmak).

*(4) Mess : En çok Alman Johann Sebastian Bach ve Fransız Antoine Charpentier adındaki Barok dönemi kompozitörlerinin en güzel örneklerini verdikleri bir Kilise âyin müziği türü.
 

Yayın Tarihi : 28 Haziran 2011 Salı 10:34:54


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?