16
Haziran
2025
Pazertesi
ANASAYFA

Lazarillo de Tormes (3)

Dahi resamm Fransisco Goya’nın fırçası ile Lazarillo’nun kör adam tarafından denetlenmesi (1808).

Kör adamın bana oynadığı çirkin oyunların üzerine tüy diken bu olaydan sonra onu kesinlikle terketmemim hayırlı olacağını düşündüm. Zaten uzun zamandan beri ondan ayrılamayı aklıma koymuştum; bu son zalimce şakası kararımı pekiştirdi. Bu imkânı hemen, sadaka toplamak üzere kasabada cerre çıktığımız ertesi gün buldum. Gece çıkan çok şiddetli bir yağış gün boyunca sürdü; bu bakımdan adam, ıslanmamamız için kasabada bulabildiğimiz önü sundurmalı, saçaklı evlerin altında avuç açıp dua etmeyi tercih ediyordu. Ne var ki, yağmur hiç dinmedi; kör adam bana:

“Lazarus, yağmur inatla yağıyor; gece ilerledikçe daha da azıtacak. Hemen han’a dönelim, sığınalım.” dedi.

Han’a varmak için, yağmur suları ile dolmuş, taşmış bir büyük çukuru aşmamız gerekiyordu. “Amca” dedim: “çukur çok geniş. Ama ben, vakit geçirip fazla ıslanmamak için iyi bir sıçrama ile üzerinden atlayıp geçebileceğimiz daralmış bir yerini görebiliyorum. Ayaklarımızı ıslatmadan geçebiliriz sanırım.

Bu fikir ona da makûl geldi; “Zeki adamsın, ben seni bunun için seviyorum.” dedi: “Şimdi beni çukurun daraldığı yere götür; bu kış zamanı suya düşmek çok tehlikelidir ama ıslak ayak daha da beterdir.”

Bu yanıtta bir yakarı vurgusu duyumsadığımdan onu han önü meydanlığındaki sıra kemerlerin altından geçirerek bir taş sütunun (ya da kazığın) yanına götürdüm. “Amca, burası selin en dar yeri” dedim. Yağışın şiddetinden adamcağız sırsıklam olmuştu. Sağanakdan kurtulma telaşı içindeydik. Dahası da, bana güvenmeye mahkûm olduğundan bilinci benim ondan intikam alma olasılığına takılacak durumda değildi. “Şimdi bana sıkı tutun; sonra selin üstünden kendin atla.” Ben onu tam sütunun önüne getirmiştim; sonra sıçrayıp kendimi, saldıran bir boğadan saklar gibi kazığın gerisine yerleştirdim. “Hazır mısın?” diye bağırdım, “Şimdi tüm gücünle sıçra, suyun öte yakasına ulaşacaksın.” Bu sözlerin ağzımdan çıkması ile zavallı körün keçi gibi zıplaması bir oldu; kendini olanca gücü ile ileri fırlattı. Hattâ, bir adım geriye basıp start için sağlam bir hız almıştı. Yaptığı bu sert hamle ile kafasını kazığa öyle çarptı ki koca bir kabak patlatmış gibi ses çıktı. Sonra, kafası yarılmış, yarı ölü sırt üstü yere yıkıldı.

Torrijos kentinde Müslümanlardan kalmış mescit ve medrese olup üzerine Hrıstiyan dinine uygun aynı amaçla inşa edilen “La Colegiata” (Külliye).

“Nasılmış; burnun sucuk kokusu alıyor, kazığınkini değil, değil mi?” dedim: “kokla, kokla onun kokusunu da öğren. Ve onu etrafdan yardıma koşanların eline terkederek oradan ayrıldım. Aralıksız uzun bir yürüyüşle kentin çıkış kapısına vardım, Karanlık basmadan Torrijos’da (“Torrihos” okunur) idim. Ondan sonra kör adamın akıbetinden hiç haber almadım; umurumda da değildi.

İyi yürekli insanların da yardımları ile adım adım ünlü Toledo’ya* ulaşdım. Kapı kapı dolaşıp yok sayılacak mikdar sadaka topladım (Hayırseverlik burada göklere kanat açmıştı). Tanrı beni, cadde boyunca yürümekde olup, düzgün tavırları, attığı zarif adımları, kendine yakıştırdığı şık giyimi ile dikkat çeken bir kasaba soylusu (escudero)** ile karşılaştırdı. Gözgöze geldik: “oğlurn, kendine bir efendi mi arıyorsun” diye sordu. “Evet” dedim.

“Öyleyse, benimle gel bakalım. Sanırım bugünkü dualarından iyi bir hâsılat çıkarmışsındır.”

İçimden Tanrıya dua ederek hemen peşine takıldım. Zira, kılık kıyafetinden tam da ihtiyacım olan bir efendiye benziyordu.

Yeni efendimle kaşılaşdığımızda henüz sabahtı. Onu izleyerek kentin çok büyük bir bölümünü tanıdım. Ekmek ve diğer besin maddelerinin satıldığı tezgâhların bulunduğu meydanları geçtik. Artık tam alış veriş ve yemeğe gitme zamanı olduğu için buralarda satılan şeylerden alıp kucağıma dolduracağını düşünüyor, hattâ kuvvetle umut ediyordum. Fakat, o hızlı ve sert adımlarla buraları ıskalayıp geçti. “Belki, buralarda kendine uygun şeyler bulamadı, başka bir yerde alış veriş yapacak” dedim kendi kendime. Saat onbire kadar böyle aylâk gezindik. Sonra bir katedral’e daldı; ben de peşinden... İbadetin bitimine ve tüm cemaatin orayı terketmesine kadar, “Ekmek ve Şarap Takdisi” âyinine ve diğer kutsal törenlere büyük bir huşû içinde katıldığını gözlemledim. Kiliseden en son biz çıktık.

Caddeden aşağı çok kuvvetli ve hızlı adımlarla inmeye başladık. Ben, yeni efendimin toptan büyük mikdarlarda alım yapıp kilerini doldurmuş olacağını, bu bakımdam yiyecek içecek kaygısı bulunmadığını, çok geçmeden arzuladığım mükellef bir sofraya oturacağımızı düşünerek çok mutluluk hisssetmeye başlamıştım.

Tajo (Taho) Irmağı üzerinden görülen “El Alcázar de Toledo-. Toledo Şatosu” Alkazar Arapça “Âl Kasr”dan alınma; yani “Hisar, Kasır” demek.

Tam o sırada kentin saati öğlen bir’i çaldı. Ve nihayet, efendim bir evin önünde durdu, ben de durdum. Pelerinini bir tarafından tutup sol omzuna attı ve kol yeninden bir anahtar çıkardı; kapıyı açtı; eve girdik. Methâl öyle karanlık ve kasvetli idi ki, karşımıza küçük bir avlu ve etrafında temiz odalar çıkmasına karşın insanı korkutuyordu.

Odaya girer girmez pelerinini çıkardı; benden ellerimi temizlememi istedi; sonra pelerini silkeledik, katladık; sonra itina ile üfleyip, süpürüp tozunu aldığımız taştan küçük peykenin üstüne serdik. Bu işi yapıp peykenin bir yanına da yerleşen soylu adam, nereden ve nasıl bu kente geldiğim hakkında uzun uzadıya sorular sormaya başladı. Her şeyden önce bir sofraya oturup karnını doyurma ihtiyacında olan ben de tahammülümü aşan ayrıntılı açıklamalar yapmak zorunda kaldım. Mamafih, kıvırabildiğim yalanlarla ve bir misafir odasına yakışmayacağını düşündüğün asıl ihtiyacımın ne olduğu konusuna girmeden kişiliğim hakkında onu tatmin etmeyi başardım. Bu söyleşiden sonra bir süre sessiz kaldı; saat ikiye yaklaştığı hâlde onun bu sessizliği artık hiç hayre alâmet değildi. Bir ölü adamdan daha fazla yemeğe iştahı olmadığı açıktı.

Onun kapıyı kilitlemesi ve evin içinde, ne aşağıda ne yukarda her hangi bir canlının ayak sesinin duyulmaz oluşu üzerine kara kara düşünmeye başladım. Artık, duvarlardan başka hiçbir şey, üzerine oturulacak ne bir küçük tabure, ne bir kütük, ne peyke, ne masa görülebiliyordu. Nihayet: “Evlât, sen yemek yedin m?” diye sordu.

“Hayır, siz aziz efendimle karşılaştığım sabah sekiz öncesi idi.” yanıtını verdim.

“Evet, gerçi erkendi ama ben kahvaltımı etmiştim. Sabah karnımı doyurunca, senin de göreceğin gibi gece vaktine kadar tok kalırım. En iyisi, daha sonra seninle çorba içelim.” dedi.

Tapılası muhterem efendim, bunu işittiğim zamanki hâlimi tasavvur edebilir misiniz? Dengemi yitirip yıkılacak gibi oldum; salt ölesiye açlıkdan değil, şu kötü kaderime aynı şiddetle gene toslayışımdan… Orada, benim zalim geçmiş yaşamıma ve hızla yaklaşan ölümüme göz yaşları döktüm.

“Efendim, ben pek yemeye kafamı takmış biri değilim.” “Evet, bu bir erdemdir,” dedi, “işte bunun için ben seni sevdim. Domuzlar gibi ha babam tıkınmak yanlıştır; soylu insanlar gereği kadar yerler.” “Mükemmel anladım,” dedim kendi kendime, “erdemin ve bizim Sahibin kendini açlıkla tedavi etmesinin Tanrı belasını versin.”

Kapı çıkışının bir köşesine gidip, gömleğimin içinde sakladığım artık ekmekden birkaç parça koparıp ağzıma attım. Adam bunu gördü: “Gel buraya Evlât. Ne yiyorsun?” dedi. Yanına gittim, ekmeği gösterdim. Elimdeki üç parçadan birini, en büyüğünü, en gevreğini aldı.

“Tanrı hakkı için, güzel bir ekmeğe benziyor.” dedi.

“Ha, öyle mi, efendim? Güzel mi?”

“Nefis, nereden aldın? Temiz ellerle mi yoğurulmuş, bari?”

“Orasını bilemem, ama, tadı bana hiç tiksindirici gelmedi.”

Zavallı Sahibim: “Bunun için de Tanrıya şükür” dedi ve ekmek parçasını ağzına götürerek, saldırırcasına hırsla ısırmaya başladı; aynen benim gibi... “Evet, çok lezzetliymiş” dedi.

Onun bu görüntüsünden telaşa kapıldım. Elindeki parçayı benim payımı bitirmemden önce haklarsa elimde kalanın bitmesine yardım teklif edeceğinden emin olmuşdum. Bu yüzden ben de elimdekinin tehalükle icabına baktım. Sonra bizim Efendi çenesinden üstüne dökülmüş çok minik ekmek kırıntılarını silkelemeye başladı. Küçük bir odaya girip rengi kararmış boyunsuz bir çömlek çıkardı; ondan içtikden sonra içmem için bana da uzattı. Mazbut bir çocukmuşum numarasına yatarak: “Ben şarap içmem, beyim.” dedim. “Bu su,” dedi, “içebilirsin.” Çömleği aldım ama derdim susuzluk olmadığı için az içtim.

Bana sorduğu sorulara becerebildiğim en uygun yanıtları vererek geç vakitlere kadar çene çaldık. Sonra beni, su içtiğimiz çömleği sakladığı odaya yolladı: “Evlât, orada şu yatağı nasıl döşeyeceğimizi öğren de bundan sonra bu işi sen yaparsın” dedi. Kir pasdan kararmış palaspare yatağın bir ucundan ben ötekinden o tutarak yere serdik; üzerinde özenle çalışılacak başka da bir şey yoktu. “Lazarus,” dedi, “vakit çok geçti, Zaten çarşı da çok uzakda, üstelik etraf bizi çarpacak yolkesen haramî kaynıyor. Artık bu akşamlık durumu böyle idare edelim. Sabaha Allah kerîm. Ben yalnız kaldığım son bir kaç gün, bana bakacak kimse olmadığı için yemeğimi dışarda yemeğe alıştım. Artık bundan sonra farklı bir düzen kurarız.”

“Efendim,” dedim: “benim için kaygılanmayın; bir gece, gerekirse daha da fazla yemeden dayanabilirim.”

“O zaman, sen daha uzun ve sağlıklı yaşayacaksın.” diye yanıtladı: “oburluk yapmamak gerek, az yiyen uzun yaşar.”

Kendi kendimi: “Durum böyle ise ben hiç ölmeyeceğim.” diye avuttum: “Çünkü benim yemek regulam yüzünden hep böyle çok az yemeğe zorlanmışımdır; anlaşılan kara bahtım tüm ömrüm boyunca bana böyle bir düzen çizmiş.”

Adam cepkenini ve pantolonunu katlayıp yastık gibi kullanarak yatağa uzandı; benim de ayaklarının ucuna yatmamı söyledi. Ben de yattım ama çektiğim cefalardan, yorgunlukdan, kaygılarımdan, açlıkdan gözüme uyku girmedi. Tüm bedenimde yarım kilo bile et kalmadığını sanıyordum. O gün hemen hemen hiç bir şey yememiştim. Açlıkdan gözleri kararmış bir kurt gibi uykuya da düşman olmuştum. Tanrı beni bağışlasın, gece boyunca kendime ve korkunç talihime binlerce kez lânet ettim. Hepsinden berbatı da adamı uyandırırım korkusuyla bir yanımdan ötekine dönmeye cesaret edemememdi. Defalarca Tanrıya canımı alması için yakardım.
 

*Toledo: İspanyanın ortasındaki Castillia-La Mancha Eyaletinin merkez kentidir. Latince “Toletum”, Arapça “Tuleytıla” denen bu kent Müslüman , Hrıstiyan, Musevî kültürlerin en fazla kaynaştığı yerdir. Hattâ Endülüs Emevîleri döneminde (712-1085) kentte “Mustarib” denen önemli bir grup Arapça konuşan Hrıstiyan halk vardı.

**Escudero: kasaba eşrafından kimse; sözlük anlamı: (escudo=kalkan’dan) kalkan taşıyıcısı; yani şövalye (İsp. “caballero”) silahtârı… Caballero’dan sonra ikinci derece soylu olan “Hidalgo”nun kasaba versiyonu. “Caballero”, “b” harfi Yunancada olduğu gibi dudaklar birbirine pek değdirilmeden ‘b’ ile ‘v’ arası telaffuz olunur. “Kab(v)elyero” gibi… İsp. “caballero”, İt. “cavaliere”, Fr. “chevalier” hepsi atlı demek olup Latince “caballus” (at)’dan türemişlerdir.

NOT. İspanya’nın, Bask azınlığı yerleşimi olan Kuzey Eyaleti “Navarra”nın (Baskça “Nafarroa”) Pamplona kentinin geleneksel “Boğa Festivali” başladı. Boğa güreşleri gibi vahşi ve tehlikeli sayılan bir eğlence değilse de en azından festivale katılan tüm halka keyifli bir heyecan verip adrenalin yükselten bu festivalin İspanyol (Bask) dostlarımıza hasarsız gerçek bir eğlence olmasını dileriz.

Yayın Tarihi : 10 Temmuz 2010 Cumartesi 20:24:28


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?