24
Mayıs
2024
Cuma
ANASAYFA

Lazarillo de Tormes (4)

Sabah oldu, kalktık. Efendim pantolununu, cepkenini ve serpuşunu fırçalayıp temizledi ve acele etmesini gerektiren bir uğraşısı olmadığından çok ağır tempoda giyinmeye başladı. Ellerine su döktüm. Saçını taradı. Kılıcını kemerine takılı kınına koyarken: “Evlât, bir bilseydin, bu meret ne keskindir. Kucak dolusu altına onu satmazdım.” Sonra, onu kınından çekip parmakları ile yokladı: “Görüyor musun? Bahse girerim onu elime alıp bir yün demetini anında kırpıveririm.” dedi. Ben de içimden: “Benim dişlerim çelik olmasa da 2 kilolok bir somun ekmeği anında kırpıveririm.” dedim.

Adam kılıcını kınına koyarak kemeri beline doladı; sonra dikleştirdiği bedenine ve başına son derece zarif bir eda takınarak pelerininin bir yanını omzuna attı, sarkan tarafıını da koluna doladı; sağ elini yanına sarkıttı ve kapıdan çıkarken: “Lazarus ben âyinde iken eve göz kulak ol. Yatağı topla. Irmakdan bir testi su alıp getir. Irmak hemen aşağıdadır. Aman, kapıyı kilitlemeyi unutma; bir şey çalınmasın.” dedi.

Sonra, olaganüstü zarifâne bir tavırla sokağa çıktı. Onu tanımayanlar Arcos Kontunun çok yakın akrabası, en azından Kontun giyimine hizmet eden nedîmi olduğunu zannederlerdi.

“Beni bu Efendi ile karşılaştıran Ulu Tanrım, bizi kutsama senin takdirindedir.” diye söylendim: “Marazı da tedaviyi de sen bize verirsin! Ama, tavırlarından kendisi ile barışık olduğu anlaşılan bu adamın gece karnını adamakıllı doyurması, temiz bir yatakda uyuması, erkenden evden çıkmadan iyi bir kahvaltı etmesi de senin takdirine kalmamış mı idi? Derin Hikmetinden suâl olunmaz, Tanrım, senin kulların Hikmetinin isabetinden emindir! Ama, kim bu adamın pelerinini ve gösterişli serpuşunu giymesindeki üstün edaya hayran olmaz? Ve, böyle gururlu bir soylunun, dün, Lazarus’un verdiği bir lokma ekmekden başka bir şey yemediğini kim akla getirebilir? Oh, Tanrım, Dünyada onun gibi şeref denilen şu sefil nesne için azap çeken başka kaç kişi vardır?

Bu düşüncelerle efkârlanarak, onun dar ve uzun sokağı geçip gözden kaybolmasına kadar kapı eşiğinde dikildim, kaldım. Sonra evin içine geriye döndüm; sizlerin sabah âyininde ‘İman Tazeleme-Credo’ törenini bitirmenizden önce, durmaksızın oradan oraya koşuşturup ev hizmetlerini sonuçlardırdım. O sert, kara yatağı topladım; testiyi alıp ırmağa koştum; orada bir bahçenin içinde, etrafda çok sayıda görülen türden iki peçeli kadınla sohbet etmekde olan Sahibimi gördüm. Bu tip hatunların yaz sabahları, yanlarına yiyecek bir şey almadan civarda dolaşmaya çıkıp kendilerine memnuniyetle kahvaltı ikram etmeyi âdet edinmiş yerel hidalgoları kollama gibi bir itiyadları vardı. Evet, bizim Efendi de yanındaki hatunlara bir Macias* tavrı ile, Ovidio’yu** kıskandıracak edebî tad’da iltifatlar yağdırıyordu. Onun ihtiraslı bakışlarını gören kadınlar, mutad bedel karşılığı, kendilerine kahvaltı ikram etmesini istemekden çekinmediler.

Fakat, açlıkdan büzülmüş mideye mukabil boş kesesini düşündüğünden panik içinde, şakaya bozarak bir takım sudan özürler ileri sürmeye başladı. Deneyimli ve eğitim almış olduğu anlaşılan kadınlar da, onun sıkıntısının ne olduğunu hissedip üstüne düşmediler; kendi hâline bırakıp ayrıldılar.

O arada ben oradan buradan aşırdığım, yegâne kahvaltımı oluşturan bir kaç bitki sapını kemiriyordum.Yeni bir hizmetkâr olarak gayret ve telâşla eve döndüm. Efendim meydanlarda yoktu. Ev çerden çöpten geçilmediği için etrafın süpürülmesi gerektiğini düşündüm. Ama, bu işi görecek bir araç yoktu. Ben de düşünmekten vazgeçip, gün yarılanıncaya kadar, yiyecek bir şey bulup getireceğini umut ettiğim Efendimi beklemeye karar verdim ama,bu konudaki dünkü beklentim boşa çıkmıştı.

Ne zaman ki saat iki olmasına karşın o meydanda görünmeyip benim de karnımda ziller çalmaya başlayınca, dışarı çıkıp kapıyı kilitledim; anahtarı onun bana tembihlediği yere koydum ve sokaklardaki eski mesleğimi icraya koyuldum. Ellerimi kâlbimin üzerinde kavuşturup, sesime hastalıklı ve cılız bir ton vererek, gözlerimin önünde Tanrının görüntüsü, dudaklarımda adı, büyük ve gösterişli olanlarından seçtiğim evlerin kapılarında ekmek dilenmeye başladım. Ana kucağında – daha doğrusu, benim büyük üstadım kör adamdan- yetenekli bir öğrenci olarak eğitimini ve deneyimini kazandığım mesleğim sayesinde, bu kentin hayırseverlikden nasibini almamasına, üstelik o yıl üretimin kesat gitmesine karşın, saat dördü çalmadan önce , iki kilo kadar ekmeği göğsüme, bir kilo tutan iki parçayı da gömlek yenlerime istif etmiştim.

Eve dönmeye karar verdim; yolumun üstünde bir işkembeci dükkânına rastladım; orada yalvardığım kadınlardan biri bana bir inek paçası ve birkaç küçük parça kaynamış işkembe verdi.

Eve vardığımda benim saygı değer Efendimi gelmiş, pelerinini katlayıp bankın üzerine yerleştirmiş, avluda volta atarken buldum. Ben içeri girereken o da bana doğru geldi. Geciktiğim için azarlayacağını zannettim. Sadece nerede olduğumu sordu. “Saat ikiye kadar buradaydım. Siz görünmeyince kente çıkıp, karşılaştığım iyi insanların merhametlerine sığındım; onlar da bana bu gördüklerinizi verdiler.” dedim gömlek eteğine sardığım ekmeği ve işkembeyi gösterdim; yüzü aydınlandı.

“Haa, neyse,” dedi: “ben de, birlikde yemek için senin eve gelmeni beklemiştim; sen gecikince gelemeyeceksin diye yalnız yedim. Fakat, bravo, bir soylu gibi davrandın. Tanrı aşkına, dilenmek hırsızlık yapmaktan daha hayırlıdır. İki gözüm Tanrım, ona lâyık olduğum sürece bana destek olmuştur. Aman, sakın kimseye benimle birlikde yaşadığını söyleme-benim için çok vahim bir onur konusudur. Şimdi, küçük günâhkâr yemeğini ye bakalım. Tanrının inayeti ile daha fazla muhtaç durumda kalamayacağız. Sana söylemek istemezdim ama, ben bu eve girdim gireli şanssızlık yakamı bırakmadı. Bu mahaâlle bana uğur getirmedi. Baksana buradaki evlerin tüm sakinleri mutsuz; burası kimseye yaramıyor demek ki… Eminim bu yöğümsüzlük buraya özgüdür; bu ayı geçirdikden sonra buradan taşınacağımıza sana söz veriyorum. Buranın tapusunu verseler bile artık kalamam.

Gotik mimarîsi ile tarihî Toledo kenti

Beni aç gözlü sanmasın diye bankonun öbür ucuna oturdum. Sakin sakin yiyeceğimi yemeye başladım. Bir yandan ekmek ve işkembemi ısırıyor bir yandan göz ucu ile benim perişan durumdaki efendimi dikizliyordum. O da, benim bankoya tepsi imiş gibi yayıp üzerinde yemek yediğim gömleğimin eteğinden gözlerini ayıramıyordu. Galiba, Tanrı bana benim duygularını anlayabildiğim efendime acıdığım kadar acıyordu. Ben de defalarca onun geçtiği yollardan geçmiş; aynı biçimde davranmıştım. Onu bana katılmağa davet edip etmemekde tereddütde kaldım. Bana yemek yediğini söylediği için benim ikramımı reddedebilirdi.

Tanrı bu arzumu yerine getirdi; çünkü sanırım o da benden davet bekliyordu. Ben yemeğe başlamışken etrafda dönenip duruyordu. Bir ara bana gelip dedi ki: “Lazarus, takdirle yemek yeyişindeki uslûba hayran olduğumu belirtmeliyim, Başka kimsede bu inceliği görmedim. Seni yerken görenlerin, tok olsalar bile iştahları açılır.”

İçimden: “Benim yemek tarzımı beğenmişsen, sanırım senin iştahın yerinde” dedim; -ona yardımcı olmak için bir girizgâh yapmayı da düşünüyordum- o da buna yol açmış oldu. Dedim ki: “Bu ekmek çok lezzetli, Efendim; bu inek paçası da öyle güzel pişirilip yumuşatılmış ki dayanılmaz bir aroması var.”

“İnek paçası mı dedin?” “Evet, Efendim.”

“Ah, bu cennet taamıdır. Onu yetiştiren köylüler bile onun tadının değerini benim kadar anlayamazlar.”

“O zaman tadın, bakalım, Efendim, beğenecek misiniz?” Paçayı onun eline tutuşturdum; beyaz ekmeğin en güzel yerinden üç dört lokma da sundum. Yanıma oturup, bir aç kurttan daha ustalıkla paçanın en ince kıymığını sıyırıp yemeye başladı: “Sarmısaklı . sosla harika bir şey olurdu” dedi.

“Yediğinize kullandıkları daha da güzel bir sos” yanıtını verdim.

“Tanrım,” dedi: “öyle bir tad ki, sanki bütün gün bir şey yememişim duygusu uyandırdı.”

Benden su testisini istedi. Ağızağıza doldurmuş olduğum testiyi ona verdim. Su içtik ve bir önceki gece gibi neşe ile yatmaya gittik.

Bu uzun öyküyü kısa tutmak için, sadece, bizim günâhkârın, gözünü boyamaya çalışıp istismar ettiği zavallı Lazarus’a sırtını dayamanın rahatlığı ile, sabahları muntazaman piyasaya çıkıp talimli adımlarla yürüyerek geniş geniş soluklandığı bir yaşam düzeni içinde bir hafta on gün bu minval üzere vakit geçirdiğimizi söylemekle yetineyim.

Çektiğim azap üzerine uzun uzun düşündüm; durumumu ıslah için o korkunç, zalim efendilerimden kaçmış; bu kez benim bakımımı üstlenmek şöyle dursun, benim ona bakmak, beslemek zorunda kaldığım birine çatmıştım. Ama, gene de, içi temiz olmasına karşın elinden daha fazlası gelmediği için onu çok sevmiştim. Ona karşı nefret değil acıma hissi duyuyordum.

“Bu adam fukara,” dedim: “ihtiyaç duyduğu şeyi kimse ona temin edemez. Daha önce yanlarında bulunduğum tamahkâr kör adama ve cimri papaza Tanrı yeterince geçinme olanağı verdiği hâlde beni nerdeyse açlıkdan öldüreceklerdi.

Tanrı tanığım olsun, bugün bile, onun kalibresini, onun azametli tavırlarını taşıyan başka birini görsem ona da acır ve sevecen davranırım ama, onun da kendine acıyıp acımadığını çok merak ederim. Başkalarına hizmet etmektense, değindiğim nedenlerden dolayı, tüm yoksulluğuna karşın ona hizmet etmekden zevk alırım. Onda sadece şu küçük kusuru gördüm: keşke daha az gururlu olsaydı; gitgide azıtan sefaleti karşısında gururunu biraz dizginleyebilseydi.


*Macias: 1360-90 yılları arasında yaşamış ve kıskanç bir kocanın kılıcı ile can vermiş Galicialı bir trubadur (gezgin çalgıcı); Efsaneleşmiş olan bu adamın adı kompliman zerafeti olan erkekler için benzetme deyimi olmuştur: “hecho un Macias= bir Macias gibi”

**Ovidio
; En ünlü yapıtı “Ars Amatoria-Aşk Sanatı” olan Latin ozanı Ovidius (Ovid

NOT. İspanyol dostlarımızın 2010 Dünya Futbol Kupası Şampiyonluğunu kutlarız.
 

Yayın Tarihi : 15 Temmuz 2010 Perşembe 18:42:52


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?