Hâl böyle iken, yâni tarif ettiğim gibi bir ömür geçirirken, benim bed talihimin (salt benim kendi yakamı bırakmamasından doğan hoşnutsuzluğumdan değil) bize dikte ettiği meşakkâtli ve azap dolu hayatın daha fazla sürmeyeceğini düşlüyordum. Nitekim bu düşüm gerçekleşti; o yıl ekin hasadı hemen hiç alınamayınca, kent meclisi, dışardan gelmiş fukara halkın kentten çıkarılması kararını aldı ve hemen o günden itibaren sokakda yakalacak dilencilerin dövüleceğini ilân etti. Duyuru sonrası, hemen yasanın uygulamasına geçildi; dört gün boyunca, dilencilerin toplanarak, Cuatro Calles (Dört Sokak) Meydanına götürülüp kırbaçlanma işleminden geçirildiğine tanık oldum. Bu beni öyle bir paniğe düşürdü ki bir daha dilencilik yapmaya cesaret edemeyeceyim sandım.
Evimizin haraplığı, içinde yaşamakda olan ve iki üç gün boyunca ağızlarına bir lokma girmemiş bizlerin sessizliği dışardan bakanların kolaylıkla dikkâtlerini çekerdi. Komşu evde, pamuk eğirip, ipliklerinden başlık ören kadınlar sayesinde hayatta kalabildim. Azıcık kazançlarından verdikleri çok küçük payla yaşama sarılmayı başarabildim.
Bir hafta bir lokma yemek yememiş olan efendimin verdiği üzüntü ise kendime duyduğum acımadan daha fazla idi. Ev içinde ağzımıza hiç bir şey girmiyordu. Onun nerelere, nasıl gittiğini, nafakasını bulup bulmadığını bilmiyor, soramıyordum. Öğle vakti, onun bir tazıdan daha sıskalaşmış dik vücudu ile sokakdan eve dönüşü kâlbimi hüzünle dolduruyordu. Geldiğinde, şu onur denilen sefil duyguyu bir yana atıp eline geçirdiği bir samanı (ki, evde o da bulunmazdı) dişleri arasına alıp çiğnerken, her zamanki gibi, yaşadığımız mahâllenin uğursuzluğundan şikâyet ediyordu;
“Bu evin üzerindeki lânetin nasıl bir sefalet ürettiğini görmek insanı çileden çıkarıyor. Görüyorsun nasıl kasvetli ve karanlık. Biz burada kaldığımız sürece iflâh etmeyiz. Bu ayın bitiminde buradan çıkacağız.”
Biz bu korkunç açlık işkencelerini çekmekde iken, bir gün, bilmiyorum, nasıl bir şans ya da tılsımın eseri ise, zavallı Efendim eline bir real* geçirmiş; ağzı kulaklarında, sanki Venedik Hazinesine sahip olmuşçasına bir övünçle eve geldi. Onu bana uzatarak dedi ki:
![]() |
Lazarillo ve Hidalgo-Öykünün Alcalá de Henares baskısından bir taş basma resim |
“Gördün mü, Lazarus. Tanrı artık rahmetini esirgemez oldu. Çarşıya git ve biraz şarap ve et al; Şeytanın ayağını kıralım.** Seni sevindirecek başka bir şey daha söyleyeyim. Yeni bir ev de kiraladım. Ayın soundan itibaren artık bu mezbelilikde kalmayacağız. Buraya ve bu eve ilk tuğlayı döşeyene lânet olsun. Tanrıya yemin olsun, burada yaşadığım sürece ağzım ne bir damla şarap ne bir lokma et gördü; ne de bir gün istirahat yüzü görebildim; öylesine murdar. çirkin, iç karartıcı.. Git ve çabuk dön; bugün soframız kontlarınki gibi donanacak.
Real’i ve sürahiyi kaptığım gibi adımlarımı hızlandırıp kendimi sokağa attım. Kentin çok parlak ve şenlikli bir yerinde olan Pazar yerine doğruldum. Ama ne çiledir ki, bir sevinç ışığının belirmesi ile bir aksiliğin de ona eşlik etmesi benim kara kaderimde var. İşte, tam öyle bir an geldi, çattı. Kafamda elimdeki parayı en elverişli biçimde nasıl kullanacağımı tasarlayarak ve efendimi birden zengin ediveren Tanrıya sonsuz teşekkürlerimi sunarak yolda giderken kalabalık bir rahip grubu ve halkın bir sedyede taşıdıkları bir cesetle karşılaşma bahtsızlığına uğradım. Cenaze alayının geçmesi için kendimi duvara yapıştırdım ve mütevaffa tam önümden geçerilirken, sedyenin hemen yanında bulunmasından ve üzerindeki matem giysilerinden onun eşi olduğu anlaşılan ve başka kadınların refakat ettiği bir kadın çok yüksek sesle âh-ü vah ediyor, şunları söylüyordu:
“Sevgili kocacığım ve efendim, seni nereye götürüyorlar? Elemli ve yöğümsüz, karanlık ve kasvetli bir eve; otun, ocağın, yiyeceğin, içeceğin olmadığı bir eve!”
Ben kadının ağzından bu sözleri duyunca semanın ve arzın üstüme çöktüğünü zannettim. Bu tarif bizim eve uyuyordu; “Vah olsun bana!” dedim: “Ölüyü bizim eve götürüyorlar.” Hemen yolumu değiştirip kalabalığın arasından dalarak, ayaklarımın tüm gücü ile geriye, eve yöneldim.*** Eve girer girmez büyük bir telâşla kapıyı kilitledim ve efendimin eteğine yapışarak, ev girişini savunmada bana yardımcı olmasını diledim. Aklına başka şeyler gelmiş olacak ki, adam afalladı ve sordu:
“Nedir sorun, evlâdım? Ne bağırıp duruyorsun? Kapıyı neden böyle şiddetle kilitledin?”
“Ah, bir şeyler yapın, efendim. Mevtayı bizim eve getiriyorlar” diye bağırdım.
“Nasıl, yâni?”
“Onunla tam sokak üstünde karşılaştım. Karısı: ‘Ah, kocam, efendim, seni nereye götürüyorlar? Karanlık, kasvetli bir eve, elemli, bahtsız bir eve. Yiyeceğin, içeceğin olmadığı bir eve!’ diye yas tutuyordu. Demek ki onu buraya, bizim eve getiriyorlar.”
![]() |
Madrid’in özerk bir bölgesi olan ve şimdi UNESCU’nun Dünya Mirası Sit’iilân ettiği Alcalá de Henares’deki “Alcalá La Vieja-Eski Kale” ( (Alcalá, Arapça Âl Kâl’a- yani “kale” adından gelir) |
Efendim, hiç sevinecek şeyler olmayan bu sözlerimi duyunca öyle bir kahkaha kopardı ki; bir süre katılıp kaldı, konuşamadı. O arada ben kapının sürgüsünü çekmiştim. Buna ek bir önlem olarak da kapıya omuzumu dayadım. Eskiden cenazeyi evde tutma âdeti varmış, bu geçmişde kalmış; fakat ben hâlâ eve getirmelerinden korkuyordum. Neden sonra, yemeğe değil ama kahkahaya doymuş olan sahibim konuşabildi: “Lazarus, bu dul hanımın söylediklerini öyle anlamakda haklısın. Fakat Tanrı bizi bir sıkıntıdan artık korudu. Bunlar eskide kaldı. Haydi şimdi kapıyı aç da bize yiyecek bir şeyler getir.”
“Evvelâ, şunlar bizim sokakdan geçip gitsinler, Efendim,” dedim.Nihayet, Efendim sokak kapısına gelip açtı, dışarıyı göstererek, çok korkmuş ve evhamlanmış zavallı Lazarillo’yu yatıştırmak zorunda kaldı. Sonra beni pazara yolladı. Fakat, o gün karnımızı çok iyi doyurdu isek de yemeğin tadını hiç çıkaramadım. Kendimi, ancak, üç günde toplayabildim. Efendim, benim bu evhamımı hatırladıkça çok gülerdi.
Benim üçüncü ve en fakir efendim, escudero ile birlikde olduğum bir kaç gün de böyle geçti. Onun bu kente hangi amaçla geldiğini ve burada ikamet nedenini her zaman merak etmişimdir. Ona çalışmaya başladığım ilk günden itibaren onun bu kentin yabancısı olduğunu, yerel halkla tanışıklığı olmaması ve onlarla ilgisinin çok zayıf kaldığından anlamıştım.
Sonunda, ereğime ulaştım, öğrenmek istediğim sırrı keşfettim. Karnımızı yeterince iyi doyurduğumuz, onun da keyfinin yerinde olduğu bir gün bana kendisinden söz etti, Eski Kastiyalı**** olduğunu ve şapkasını komşusu ola bir soyluyu şapkası ile selam vererek onurlandırma vermek zorunda kalmamak için yurdunu terkettiğini anlattı.
“Fakat, Efendim,” dedim: “dediğiniz gibi bir soylu ise ve sizden rütbece üstünse önce sizin onu selâmlamamanız yanlış değil mi? Ayrıca onun sizi selamladığını söylediniz.” “Sen çocuksun,” yanıtını verdi: “onur meselelerinin ne olduğunu hissedemezsin. Sen de biliyorsun, ben bir escudero, bir hidalgo’yum; sana şunu öğreteyim ki, bir hidalgo Tanrıdan ve Kraldan başka kimseye borçlu olamaz, bir soylu olarak öz saygısını da bir an bile ihmâl etme hakkını kendinde bulamaz (anlaşılan hidalgo kendisinin bir caballero’dan aşağı rütbede olmasını içine sindiremiyordu).
Efendim, bana değerli kişiliğinin muhasebesini yaptıkdan sonra, ters talihine küserek kendi bildiğini okudu. Bu söyleşi sırasında bir adamla yaşlı bir kadın kapıya gelmişti. Adam evin, kadın da yatağın kira bedlini istiyorlardı. Tahsile geldikleri iki aylık bir dönem için çıkardıkları fatura tutarı Efemdimin bir yıllık kazancından fazla idi. Sanırım oniki ya da onüç realdi. O da onlara çok güzel bir yanıt verdi; o an dışarı çıkıp bir ochava’yı (o zamanın yüksek değerde bir para biri mi) bozduracağını,***** öğleden sonra gelirlerse gerekli ödemeyi yapacağını söyledi. Fakat çıktıkdan sonra hiç dönmedi.
Alacaklılar eve geldiklerinde çok gecikmişti. Onlara gelmediğini söyledim. Gece oldu, Efendim meydanda yoktu. Gece evde yalnız kalmaya korktum ve komşulara geçtim, onlara durumu anlattım, o evde uyudum.
Sabah alacaklılar gelip efendimi soruşturdular. Benim kaldığım evdeki kadınlar: “İşte hizmetkârı ve kapı anahtarı” dediler. Efendimin nerede olduğunu bana soranlara bilmediğim, parayı bozdurdukdan sonra dönmediğine göre beni de onları da atlatmış, para ile uzaklara gitmiş olabileceği yanıtını verdim.
İspanyol öykücülüğünden başka örnekleri TÜYAP 2010’a kadar yetiştime uğruna, bir hayli uzun olup, kısmen alıntıladığımız “Tormesli Lazarillo” öyküsünü burada kesiyoruz. Lazaruscuk el ulağı olma kaderini bir Katolik papaz (frer), bir endujans taciri (bedel karşılığı günah affına yetki verilmiş din adamı), bir kurum rahibi ve bir baş piskapos yanında sürdürecektir.
*Real: İspanyada o sıralarda geçerli para birimi “duro”nun sekizde biri değerde gümüş sikke (“duro” daha sonra kullanıma giren “peseta”nın beş katı değerde idi).
** “guebremos el ojo al diablo-Şeytanın gözünü çıkaralım” deyimi bizdeki “Şeytanın ayağını kıralım” deyimini karşılıyor (İngilizceye “let’s shoot the works=işlere mermi sıkalım-anasını satalım” gibi bir deyimle çevirmişler).
***Bizim lejandlarda da aynı fıkrayı Nasreddin Hocaya ya da İncili Çavuşa atfederler.
****Eski Kastilya (Castilla la Vieja-Kastiya la Vieha) dört Vizigot krallığının birleşip İspanyaya kurmasına kadar İberik yarımadasının kuzey batısındaki bağımsız krallık. Eski İspanyanın diğer bir krallığı Leon bölgesi ile 1983’de birleşip yeni bir eyalet oldu. Başkenti Toledo’dur.
*****Para bozdurmak ya da değiştirmek İspanyolca “cambiar”dır. Bizim “kambiyo” sözcüğünü aldığımız İtalyanca “cambiare” gibi. Burada kullanılan “cambiar” sözcüğü “para” gibi “ikamet” değişikliği anlamına da gelir. Escudero, edebiyatta “tevriye- iki anlamlılık” sanatı ile, aslında “cızlamı çekeceğim” demek istemiş.