15
Mayıs
2024
Çarşamba
ANASAYFA

Mitoloji Kaynaklı Sözcükler -55-


DAPHNE: Başka bir bitkiye dönüşüm ve aşk öyküsüdür. Yazılı olarak, yalnız Ovidius’un “Metamorphosis”inde yer almıştır. Zaten stil olarak Romalılara özgü bir gusto taşımaktadır. Bir orman nympha’sını zarif giysiler ve saç yapımı ile betimleme Yunanlıların aklına gelmezdi. Ancak, Teselyalı Irmak Tanrsı “Peneios”un kızı Daphne mitosunun kökeni, elbette Yunandadır. Öyküyü Ovidiusdan alıntıladığımız için özel adları Latince karşılıkları ile kullanacağız.

Daphne, mitoslarda sıkça yer alan, bağımsız ruhlu, aşk ve evlilik düşüncesinden nefret edercesine uzak kalan bir avcı genç kızdı. Apollo’nun sevdalandığı ilk kız olduğu söylenir. Ama ondan da bucak bucak kaçmasında, kulağının, genç kızları intihara, hattâ çocuklarını öldürmeye zorlayan tanrıların tecavüzleri ve sadakatsizlikleri ile dolu dolu olmasının güçlü etkisi olmuştur. Salt, tanrılara değil ölümlü erkeklerin de yanına yanaşmazdı. Onun için yanıp tutuşan pek çok seçkin ailelerin çocukları, yakışıklı talipleri reddettiği için babası, ırmak tanrısı Peneus’u (Peneios) bir kaygı almıştı; “benim bir torunum olmayacak mı?!.” Diye yakınıp duruyordu. Fakat, kız kollarını onun boynuna dolayıp: “sevgili babacığım, bırak da Diana gibi dokunulmaz kalayım.” diye tatlı tatlı ikna ediyordu. Ormanların derinliklerinde serâzad yaşamakdan çok mutlu idi.

Bir gün, onu, dizlerine kadar kısa tuniği, elinde kullanılmaya hazır ok ve yayı, rüzgârdan dağılarak vahşi bir cazibe kazanmış saçları ile koştururken gören Apollo’ya yaramaz çocuk “Aşk Tanrısı” Cupid (Eros) okunu acımasızca atar. Delphi’nin Pitonları öldüren kahraman efendisi onulmaz aşk yarasını alır: “Bu kız, bir de düzgün giysiler giyse ve saçlarını toplayıp süslese kim bilir nasıl bir afet olurdu” der ve duraksamadan peşine düşer. Daphne yetkin bir koşucu olduğu için yıldırım gibi kaçar. Apollo sporculuğuna karşın soluk soluğa kalır; saatlerce süren bir kovalamacadan sonra yetişir; sesini alabildiğine yumuşatarak “Korkma, dön de bak; ben kimim; kaba bir çoban, bir yaban adamı, bir eşkıya falan değilim. Delphi’nin, Klaros’un, Tenedos’un ve Patara* krallıklarının Efendisiyim; Jupiter’in oğluyum; mazi, hâl ve istikbal’in kaderini ben belirlerim; tüm âlemin coşkusu müzik benim lirimin tellerinden fışkırır ve seni çılgınlar gibi seven en güçlü tanrıyım.” der. Fakat Daphne daha da çok korkar; uçarcasına koşar. Apollo onu yakalamaya kararlıdır. Kız da ona teslim olmamaya azimlidir. Tanrının pençeleri omuzlarına yapıştığında ağaçlar aralanır; babası Peneus’un ırmağı ortaya çıkar; “Baba, bana yardım et!” diye yakarır ve anında bir uyuşukluk, ayaklarının toprağa gömüldüğünü; bedeninin kabuklara büründüğünü ve iri yapraklar çıkardığını hisseder. Hızla bir ağaca dönüşmektedir. Yüreğine kor düşen Tanrı: “Benim gelinim olmadın ama mutlaka benim ağacım olacaksın; saçlarımı, lir’imi, ok kılıfımı Daphne (Defne) yaprakları ile süsleyeceğim; başıma keza senin yapraklarından yaptığım tacı sürekli başımda taşıyacağım. Kapitolde zafer resm-i geçitlerinde muzaffer generaller başlarına “Defne tacı” geçirerek yürüyecekler. İmparatorlar, şairler, olimpik oyunlarda utku kazanan sporcular defne çelengi ile ululanacaklar. Augustus’un kapı eşiklerindeki sütunları sen süsleyeceksin.

Ovidius’un öyküsü burada biter; “Defne”nin ünü tüm zamanlarda sürer gider; bir başarı metafor’u olur. Ortaçağlarda da (hattâ yeni çağlarda) sanatçıların, bilginlerin başalarına da “Defne çelengi” konur. Defne’nin bitki olarak botanikdeki Latince adı (Batı dillerine benzer sözcüklerle geçmiş) “Laurus”dur. XVI. yüzyıldan itibaren Fransa üniversitesinin bazı fakültelerinde doktoralarını veren lisansüstü öğrencilerin başlarına “bucca laurea - defne yanağı” denilen defne meyvaları ile süslü bir taç konurdu. Bunlara “buccalaureatus”dan Fransızcalaştırarak “baccalaurérat” dendi. Bize de, Osmanlıdan beri bu ad “bakalorya” girmiş, zamanına göre farklı öğrenim derecelereni belirten bir statü olmuştur.

Bir Lakonia (Sparta) masalında da, Daphne, Artemis kült’üne bağlı hırçın bir bakire olarak gösterilir. Eleia kralının oğlu Leukippo ona aşık olur; kadın kılığında yanına yaklaşır; erkek olduğu anlaşılınca Daphne ve arkadaşları tarafından öldürülür.

*Burada Apolloya adanmış “kehanet merkezleri sıralanmıştır. “Delphi”nin (Delphoi) Yunanistanda, Phokis’de Parnassos dağının güneybatı yamacında olduğundan söz etmiştik. Klaros’a Türklerin elinde Gâvurköy, Ahmetbeyli isimleri verilmiştir; Ion Birliğine bağlı olup bugün İzmir Değirmenderesi denilen Kolophon kenti yakınlarında olduğu için Klaros’daki tapınağın Apollo’suna “Theos Kolophonios-Kolophon’un Tanrısı” denmekde idi. Tapınak 1913 kazılarında bulunmuştur. “Tenedos” bilindiği üzere şimdiki “Bozcaada”dır. Patara, Antalya ili, Kaş ilçesinin Kalkan beldesi “Gelemiş” mevkiindedir; eski tarihçi Strabon “Patara”nın Pataros tarafından kurulduğunu bildirir, burada bir Apollo tapınağı olduğunu teyid eder.

PYGMALION VE GALATEA: Dizimizi, gene Ovidius’dan küçük aşk öyküleri ile sürdürüyoruz.

Gene, en eski yazılı kaynağı Ovidius’un Metemorphosis’i lan bu öykünün, Yunan mythographia’sında ilk kez Apollodoros’a ait olduğu söylenir ama buna dair bir iz bulunamamıştır.

Kıbrıs’ın yetenekli genç yontucusu Pygmalion kadınlardan nefret ederdi. Kıbrıs’ın Limasol yakınlarında bugün ören yeri bulunan “Amathus” kentinin mukimi Propoetos’un kızları Propeotides’in, “Venus” kült’üne ibadeti reddetmeleri üzerine, o yörenin epitet’i ile anılan (Venus Amathasusia) Tanrıça onları utanma duygularını kaybettirerek fuhuş batağına sapladı. Pygmaliondaki kadın nefretinin, bu iğrenç örnekle kadın iffet ve sadakatine güvenini yitirmesiden kaynaklandığı söylenir. Ona göre sanatı her şeyin üstünde idi ve yeterdi. Ne var ki, yontularının konusu tümüyle kadınlara aitti. Ya yaşamından sildiği bu yaratıklara gönlünde gizli bir yer ayırmıştı ya da gördüğü tüm kadınları defolu ve eksik buluyordu ve sıradan kadınlara kapılan erkeklere yetkin ve ideal kadın güzelliğinin ne olduğunu gösterme savaşımında idi. Bir gün, bu ikinci olasılığı doğrulayan bir sonuç gereçekleşti. Bir fildişi üzerinde kendini çılgıncasına verdiği çalışması sona ermiş; ortaya, özen ve ustalığın doruk noktasına vardığını kanıtlayan, göz kamaştırıcı güzellikdeki bir kadın heykeli çıkmıştı (efsaneyi kendi yorumları ile yeniden ele William Morris’in “Dünyadaki Cennet”, F.Schiller’in “İdealler” öykülerinde heykelin ana malzemesi mermer kabûl edilir). Şimdiye kadar doğmuş hiç bir kadın bu kadar güzel olamaz, hiç bir yontu bu denli tanrısal hüner eseri bir yaratı olamazdı. Göreni canlı olduğuna ikna ediyordu; sanki, bir an için hareketsiz kalmış, yaşam sıcaklığını koruyan, etli canlı bir kadındı; yüz ifadesinde bir masumiyet, hicap ve tevazu vardı; “Propoedites”in yırtık, arsız bakışlarından eser yoktu. Her şeyi küçümseyen genç sanatçı’dan kadınlar intikam alacağa benziyordu. Canlı bir kadını sevip de reddedilmiş hiçbir aşık, Pygmalion’un düştüğü umutsuzluğa düşmemişti. Heykelin baştan çıkarıcı dudaklarını öpüyor; karşılığını alamıyordu. Ellerini, yüzünü okşadığı, kolları ile bedenini sardığı, zarif sözlerle kompliman yaptığı muhatabı soğuk, edilgen duruşunu bozmuyordu. Bir süre oyuncakları ile oynayan çocuklar gibi hareket etti; heykelin ayaklarına egzotik deniz salyangozu kabukları, cilâlı çakıl taşları, küçük kuşlar, renkli, rengârenk çiçekler, Phaeton’un kız kardeşlerinin gözyaşlarından oluşmuş kehribarlar serdi. Süslü giysilerle donatarak onu hoşnut edeceğini umdu. Bu yaklaşımları ile, en azından konuşamayan kızın içinden kendisine teşekkür ettiğini hayâl ediyordu. Geceleri onu yatağına alıyor; küçük kızların oyuncak bebeklerine sarılmaları gibi incitmemeye çabalayarak sarıyordu.

Bu çok sıra dışı aşk Tutkulu Aşk Tanrıçasının bilgisi dışında kalamazdı. Venus bu değişik aşık tipine belki bir yardımım dokunur ümidi ile yola çıktı. Bilindiği üzere, Tanrıçanın bir köpükden hasıl olduğu diyar Kıbrıs olduğu için ona adanmış festivaller en görkemli biçimde orada kutlanırdı. Tapınaklar tıklım tıklım dolar; Venus’a adanmış, boynuzları yaldızlı, bembeyaz heifer öküzleri bölük bölük sunaklara götürülürdü. Pygmalion bu kez festivali izlemeye büyük bir heyecan ve umutla katıldı. Cesaretini toplayıp tapınaktaki mihraba çıktı. Ellerini uzatıp: “Tanrıçam, sevdiğim kadını bana bağışlar mısın?” diye yakardı. Duraksadı; sevdiğinin fildişinden bir heykel olduğunu söyleyemedi; “fildişine benziyor” dedi. Venus onun derdini anladı; ilahî varlıkların duaları kabûl ettiklerinde gösterdikleri işareti verdi. Mihraptan üç kez ard arda alev yükseldi. Pygmalion bu hayırlı işarete çok sevinerek evine koştu; doğruca heykele yöneldi; onu dudaklarından öptü. Sıcak olduğunu hissettiği heykelin bileğini tuttu; kızın nabzı atıyordu; gözlerindeki gülümsemeyi gördü.

Galatea adını verdiği kızla düğünleri Venus’ün huzurunda yapıldı. Oğulları Paphos Kıbrıs’ın ilk kralı Kinyras’un babası imiş. Adonis bölümünde andığımız Kinyras’a tekrar döneceğiz.

Bir heykelin anime edilmesi (canlandırılması) ya da tersine insana doğal yetenekleri dışında ve üstünde mekanik güçler kazandırılması fantezisi müteaddit mitoslarda yer almış. Tüyler ve balmumu ile kanatlar yaparak uçan Daidalos efsanesi; ses veren, yürüyen heykeller (automata’lar) imâl eden Vulcan (Hephaestos); Zeus emri üzerine kilden yapılan Pandora gibi “Antikythera mekanisması” denilen ilk makinalaşma hayâlleri çağdaş robot teknolojisi çığırını açmış. “Antikythera mekanizması” “Antik dönemde makinalaşma düşüncesi ve çabaları” olarak da anlaşılabilir; ayrıca, “Antikythera” Giritle Kythera adaları arasındaki küçük bir Yunan adasıdır; 1901’de bu ada yakınında bir gemi batığından antik döneme ait büyük sanat değeri olan hazineler çıkarılınca o zamanlar teknoloji çabalarının ciddî boyutlarda olduğu görülmüş. Özellikle, Rodos adası bu tür mekanik mühendislik ve automata (robot) çalışmalarında ünlü imiş. Pindaros, Rodos’u ziyareti münasebeti ile yazdığı Yedinci Olimpik Od’unda “Tüm sokakları, nefes alan, ayakları kımıldayan, canlandırılmış figürlerin süslediğini” yazıyor. Bu bakımdan “Pygmalion” öyküsü de asırlarca bu tür arayışlara yol açmış. Kaynağı nedir bilinmez ama, klasik dönemin son yazarları “Galatea” ya da “Galathea” adında devinen bir deniz nymphası heykelinden söz etmişler. Goethe, Galatea’yı, Vergilius’un “Aeneid” destanındaki (Pygmalion’un kardeşi) Ellisa (Dido) ile karıştırarak “Elise” diye anar.

Ortaçağlarda “Pygmalion” aşırı putlaştırmanın bir örneği oldu. İskenderiyeli Clement’in “Pygmalion”un bir Aphrodit yarattığı iddiası özellikle 18. asırda ilgiyi çok çekmiş ve bu mitos etkisini çok arttırmış; Rousseau’ya da bir müzikli oyun yapma esini verimiş. 19. asırda “Galatea” adı soğuk tavrın ve ulaşılmazlığın bir simgesi oldu. İtalyan yazarı Collodi ünlü “Pinokyo”sunu (Pinocchio) yaratarak bu mit’i çocuk edebiyatına soktu. Pinokyonun Galatea’dan farkı önceden duygu sahibi olması, kendisini çok seven yapımcının duasını duyan perinin yardımı ile hareket etmesidir. 19. asır Amerikan romancısı Nathaniel Hawthorne “The Birthmark - Beden Lekesi” isimli romanında Pygmalion’a gönderme yapar. İtalyan yazarı Tommaso Mandolfi’nin “La Moglie di Gogol - Gogol’un Karısı” ındaki küçük hikâyesinin kahramanı, kendi yapımı olup Caracas adını verdiği şişme bebekle karı koca hayatı yaşıyor. Ancak, bebek giderek insana benziyor ve başkaları ile zina yapması sonucu Gogol’a zührevî hastalık bulaştırıyor. Gogol da onu fazla pompalayıp patlatarak imha ediyor.

Yazında çok ilgi çeken bu öykü ikonografyada da sayılamayacak adette esere ilham kaynağı olmuştur. 1763’de Fransız Etienne Maurice Falconet “Pygmalion ve Galatea”yı bir arada gösteren heykel grubu ile; Boris Vallejo “Galatea’nın elini zerafetle öpen Pygmalion” tablosu ile, Jean Léon Gérôme, Honoré Daumier, Ernest Normand, Paul Delvaux, Franz Von Stuck, François Boucher, Thomas Rowlandson ve daha bir çok ressam çeşitli motiflerle bu konuyu işlediler. Edward Burne Jones’un aynı konuda çok eseri vardır. Yontucu August Rodin’in deseni ve Madrid’deki Prado müzesinin gururu, resim dehası F.José de Goya’nın sübye boya deseni bulunmaktadır.

Jean Philippe Rameau’nun “Pygmalion” operası ile konu ilk kez 1748’de opera müziğine girdi. Gaetano Donizetti’nin ilk operası da “Il Pigmalione”dir. “Turn of the Country” rock grubu 1977’de konunun çağdaş yorumunu yaptı.

Genellikle “Gilbert and Sullivan” diye isimleri birlikde anılan İngiliz bestecilerinden W.S.Gilbert olan’ı “Pygmalion ve Galatea” adlı satirik oyununu 1871’de sahneye koydu. Elbette, bu efsaneyi çağımıza yansıtan en ünlü sanat eseri Georges Bernard Shaw’un 1912’de yazıp 1914’de sahneye koyduğu “Pygmalion”udur. “Bir kadın yarattım” olarak da anılan bu oyun bu mitos’un ve “Kral Cophetua ve Dilenci Kız” öyküsünün birlikte verdiği esinle yaratılmış: Mr. Higgins adındaki oyun kahramanı bir dilenci kızı alıp eğiterek bir ece gibi soylu hâle getirir. 1956’da bu eserin “My Fair Lady” adı ile müzikal komedisi yapıldı; bu müzikal 1964’de filmleştirildi. Mitos, Woody Allen’in “Mighty Aphrodite” filmi ve bir sürü fantastik korku çekimleri ile cıvıtıldı..


tytorun@hotmail.com
Yayın Tarihi : 3 Temmuz 2007 Salı 13:02:21


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?