DAEDALION’un DEĞİŞİMİ: Peleus’un Trakhis’i ziyareti sırasında, Ceyx’in ona bahsettiği kardeşi Daedalion’un acı öyküsüne dönelim.
Aurora’nın oğullarından Ceyx’in barışseverliğinden söz etmiştik. Fakat Daedalion onun tam tersine bir vahşi kuş gibi yırtıcı, zalim savaşlardan, her an şiddet gösterilerinden zevk alan bir adamdı. Ceyx’in tüm çabalarına karşın şiddetten vazgeçmemişti. Bahadırlığı ile güçlü hükümdarları, ulusları dize getirmişti. Ondört yaşındaki kızı “Chione” yaşının çok üstünde bir fizik olgunluğa ve tanrı vergisi nadir bir güzelliğe sahipti. Peşinde binlerce genç koşuyordu. Bir gün, hemen birbirinin ardı sıra iki çapkın tanrı ile karşılaştı: bunlarda biri Delphi’den dönmekte olan Phoebus Apollo, öteki, Cyllene’nin doruğundan yeni inmiş Mercurius idi (Hermes’in bir eptieti de Kyllene dağın yerlisi demek olan “Kyllenios”dur). İkisi de aynı anda Chione’yi görüp ona âşık oldular. Apollo, ona yaklaşmak için gecenin gelmesini bekledi; ama Mercurius sabırsızdı; değneğini kızın yüzüne tuttu. Bu güçlü tılsımla uyuşan kız sessiz ve hareketsiz kaldı; fakat Tanrının haşin ve hırpalayıcı kucaklamasından çok canı yanıyordu. Gece olup gökyüzü yıldızlarla donanınca, Phoebus Apollo yaşlı bir kadın görünümüne girerek ipnotize olmuş kızın yanına yattı ve onun keyfini çıkardı. Zamanı geldiğinde Chione ikiz doğurdu. Bunlardan “Autolycus” adlı olanı, ayaklarındaki kanatları, şeytan çekiciliği, üç kağıtçı doğası, devamlı siyah-beyaz renk değiştirmeleri ile kurnaz ve hilekâr bir babanın sûlbünden geldiğini kanıtlıyordu. Öteki oğul “Philammon” ise elindeki lir’i, güzel sesi ve kehanet yeteneği ile Apollo’nun modeli idi.
Işıldayan bir yıldızın torunu, bahadır ve dürüstlük simgesi bir babanın kızı olarak, Chione’nin durup dururken ikiz çocuk sahibi olmasının hikmeti ne idi? Seçkin olmanın bedeli olarak üzerlerine bir lânet mi gelmişti? Kız kendini adadığı Diana’nın sorumlu olabileceğini düşündü; onu suçladı. Tanrıça müthiş bir öfkeye kapıldı: “Benim amellerimde hiçbir hâta yoktur” dedi; yayını ve okunu çıkararak, kızın, kendini eleştirme küstahlığını gösterdiğini kabûl ettiği dilini parçaladı. Chione konuşmak istiyor; fakat ağzından ne bir ses ne bir söz çıkıyordu. Bir şeyler söylemeye çabalarken bir yandan da kanını ve canını kaybediyordu. Amcası Ceyx, kalbî parçalanarak onu kollarına aldı. Bir yandan çılgına dönmüş kardeşini yatıştırmaya çalışıyordu. Daedalion yatışacak gibi değildi; kara bahtına ve yitirdiği kızına lânetler yağdırıyordu. Kız odun yığının tepesine konup yakılmaya başlandığında yaslı baba dört kez kendini alevlerin içine atmak istedi, fakat her defasında gizli bir güç tarafından geriye püskürtüldü. Ne olduğu anlaşılamadan bir kızgın boğa görünüşü ile kanatlanmış gibi koşmaya başladı. Başka bir ölümü seçmişti. Ölüme yaklaşmak istediği hızla, Parnassus’un doruğuna ulaştı. Kendini boşluğa atmaya hazırlanırken Apollo ona acıdı; onu bir kuşa dönüştürdü. Korkunç pençeleri, kancalı gagası ile Daedalion, insan olduğu zamanki kadar saldırgan, yırtıcı bir kuş, şahin oldu; ortama neşe veren barışsever kuşlar arasında dehşet yarattı.
Chione’nin ikizlerine gelince, Autolycus, babası Hermes gibi hırsızlığı ile nam salmış (Yun. “Autolykos” yalnız kurt demektir; “auto= kendi başına”, “lukos= kurt” - Latincesi, öteki Latin dillerindeki karşılıklarının kaynağı olan “lupus”) Sisyphos’un sürüsünü ve tolgasını çalmıştı. Bu tolgayı, kızı Anticlea tarafından torunu Odysseus, Troya savaşında giyecektir. Autolycus Argonautlar seferine katılmış yoldaşlardandır. Hırsız ünü ile, bir çok komik roman ve zamanımızda filmin kahramanı (aslında, kahraman karşıtı- antihero) olmuştur. Shakespear “Kış Masalı” oyununda onun adını dalga dubaracı bir hırsız’a vermiş. “Hırsızlar Kralı” filminde “Autolycus” adı ile Bruce Campbell çok hünerbaz bir hırsızı canlandırmaktadır. Calude Rains’in oynadığı 1934 tarihli “The Clairvoyant - basiretli, uzgörülü; parapsikoloji’de gözünün önünde cereyan etmeyen olayları hisseden” filminde “Autolycus” düş ürünü bir yarış atına verilmektedir. Ay’da, göktaşı çarpması ile oluşmuş kraterlerden birinin adı “Autolycus”dur.
Apollo’dan olan oğul Philammon’un Lerna ayinlerinin ve kadın korolarının kurucusu olduğu söylenir. Başka bir müzisyen olup Musalarla yarışmaya kalkışınca gözleri kör edilen Thamyris’in babası imiş.
ALPHEUS ve ARETHUSA: Bu öykü de bir bütün olarak Metamorphosis’de vardır. XVII. Asır İngiliz ozanı John Milton’un, “Hyakinthos” mit’inde değindiğimiz “Lycidas” şiirinde bu efsane modern biçimde işlenmiş ve yorumlanmıştır.
Bugünkü İtalyada, aşağı tabakadan kolonist Yunanlılarca işgâl edilen ve en düzeysiz kaba Elea kültürünün götürüldüğü, bunun için Elea (Lat. “Velea”) denilen alanlardan Sicilya’nın en büyük kenti Sirakuza’nın bir parçası sayılan Ortygia adasında “Arethusa” denilen kutsal bir pınar vardı. Ovidius hikâyesini Bu pınarın nympha’sının, bir gün, başını pınar havuzundan uzatarak, civarından geçen Ceres’e “Ey mısır ürünlerinin büyük annesi” diye seslenmesi ile başlatır: “Sen ki, yıllarca hicran içinde, her türlü eziyete katlanarak kızını aradın; gurbet acısını bilirsin. Ama ben de buranın yabancısıyım; Sicilya’nın yerlisi değilim. Asıl ülkem Elis, doğum yerim Pisa’dır (Olympia “Pisa”sı). Ne var ki, Sicilyanın yerlisi olmadığım hâlde, ben burada çok mutluyum. Artık burası Arethusa’nın yuvası; ne de olsa gün yüzünü görüyorum. Yeraltından geçme deneyimi de yaşadım. Senin kızın Proserpina (Persephone) ile kaşılaştım. O orada bir ece; karanlıklar dünyasının hükümdarının eşi; ama o kadar mutsuz ki; hâlâ korku içinde.” der Arethusa. Gerçekten, o daha önceleri, Achaea’da (Yun. Akhaia - Yunanistan), Peloponnesos’un Elis denen batı kıyılarında Dyctynna* kültüne bağlı genç güzel bir avcı kızdı; ismi, henüz bu suya verilmediği gibi bir su nymphası da değildi. Tanrıçası Diana gibi, onun da erkeklerle hiç ilişkisi yoktu. Kendini, elinde hayvan avlamak için bulundurduğu ağı ile ormanlarda serâzad dolaşmaya vermişti. Buralarda, bir zamanlar Hercules’in (Herakles) güç ve becerisini kanıtlamak için altını üstüne getirdiği Boeotia ve Arcadia topraklarından, Cyllene ve Maenalus (Mainalon), Erymanthus (Erymanthos) dağlarının ayaz kesen eteklerini aşarak geçen Peneus (Peneios) ve Alpheus (Alpheios) ırmakları akardı.
Arethusa, bir gün, avdan yorgun, ter içinde, Stymphalion ormanından dönerken yolu gümüş renkli söğüt ağaçlarının gölgelediği billur gibi berrak bir ırmak kenarına düştü. Av peşinde koşturmanın verdiği harareti giderecek serin bir banyonun yapılacağı daha keyifli bir yer bulunamazdı. Soyundu ve nefis suya daldı. Bir süre ileri geri kulaç attı; sonra altında bir şeylerin kendine dokunduğunu hissederek ürktü. Sahile sıçradı. Hemen bunun üzerine bir sesin: “Dünyalar güzeli kız, neden telâşlandın?” dediğini duydu. Ardına bakmadan, tüm hızıyla kaçmaya başladı. Ondan daha hızlı ve güçlü olduğu, hemen kulağının dibinde duyduğu soluk seslerinden anlaşılan yabancı, kaçmamasını yalvararak, Alpheus Irmağının Tanrısı olduğunu, bir zarar vermeyeceğini, sadece ona aşık olduğunu söyledi. Arethusa’nın o anda hiçbir erkek umurunda değildi; kaçmaktan başka bir şey düşünmüyordu. Kovalamaca çok uzun sürdü; ama sonunda biçare kız bitkin düştü. Tanrıçasını imdada çağırdı. Diana onu hemen bir su kaynağına çevirdi ve deniz altından Yunanistan Sicilya arası bir tünel kazıverdi. Arethusa tünele daldı. Onu kaybeden ırmak tanrısı bir süre “neredesin, Arethusa?” diye bağırdıkdan sonra, kızın ayak izlerini gördü ve o da kaynağa atladı; bir kurdun kuzu peşine düşmesi gibi, tüm hızı ile akarak yetişti. Deloslu bakire (Diana) gene imdada yetişerek kzı da bir akarsuya çevirmiş. Arethusa farklı bir kovukdan, (Citta Vecchia-Eski Kent diye de bilinen) Ortygia’da yeryüzüne çıktı. Buna rağmen, Alpheus’dan yakasını kurtaramadığına; bu ırmak tanrısının tünelden kızın peşinden gelerek sularının Ortygia pınarının havuzunda birbirine karıştığına inanılır. Yunanistanda Alpheus Irmağına atılan bir tahta bardağın Sicilyada, Arethusa havuzunda bulunduğunu; aynı yerde Yunanistan’a özgü çiçeklerin sudan yukarı çıktığını söylerler. Burası Dianaya adanan kutsal bir pınar olmuştur.
Milton’un, denizde boğularak ölen ozan arkadaşı Edward King için yazdığı “Lycidas-kurdun oğlu, “lukos=kurt, idas=oğlu” şiirinde deniz sevdalısı arkadaşını Arethusa’nın peşine düşen Alpheus’a benzetir. Yalnız, suların birbirine karışması, ona göre Arethusa’nın bekaretinin ihlâli olmuştur ve tekrar yeryüzüne çıkması tanrısal bir olgudur; bir tanrı ile birleşerek “Apotheosis -Tanrı olma” mertebesine yükselerek, belki bu şekilde reenkarnasyon’a (yeniden yaşama) kavuşmuştur. Bu reenkarnasyon’un, “Varılığın kaybolmayacağı” inancını getiren Parmanides’in ülkesi Velea’da gerçekleşmesi ayrıca anlamlıdır. John Dryden’in, Homeros ve Vergilius ile birlikde üç büyük mitos destanı yazarından biri kabûl ettiği Milton, hemen tüm mit’lerde yer alan “reenkarnasyon”u, özellikle Tanrı-Şeytan ikilemini tahlil ettiği “Paradise Lost-Yitik Cennet” ve “Paradise Regained-Yeniden Bulunmuş Cennet” isimli destansı şiirlerinde özellikle vurgulamaktadır (XX. yüzyılın başlarının Fransız yazarı Marcel Proust de “Le Temps Perdu-Kaybolan Zaman ” ve “Yeniden Bulunan Zaman” isimli eserlerini Miltondan esinlenerek kaleme almıştır). Metamorphosis”in 10 kitabını İngilizceye çeviren ozan Georges Sandys ise farklı bir yorum getirerek, Alpheus’un ya kimseyi lekelemeden denize aktığını ya da Arethusa ile soylu ve tanrısal birlikdeliğe girdiğini iddia eder.
*Dictynna (ya da Britomarti s): Diana’nın (Yun. Artemis) Girit versiyonudur.
Yayın Tarihi :
15 Temmuz 2007 Pazar 22:07:09