22
Mayıs
2024
Çarşamba
ANASAYFA

Mitoloji Kaynaklı Sözcükler -59-

BAUCİS VE PHILEMON: Bu öykü Yunan Mitografia’sında yoktur. Sadece, olay mahallinin, Hititlerin ülkesindeki “Tyana” kenti olarak gösterildiği, kıyıda köşede kalmış bir söylence vardır. Bu isimlere ibadet yapılan bir Elenik kült de yokmuş. Yazılı tek kaynağı sunmuş olan Ovidius ise, olayı Frigya’ya yakıştırmış, ayrıntıları inceden inceye işleyerek, bir peri masalını nasıl son derece duygusal, gerçekçi bir hikâye olarak göstermedeki ustalığını kanıtlamıştır. Ondan alıntılandığı için isimlerin Latince versiyonları kullanıldı.

Phrygia egemenliğindeki, dağlık, tepelik Bithynia bölgesinde, yakın, uzak dolaylarındaki tüm köylülerin dikkatini çeken acayip bir ağaç vardı. Ağacın gövdesinden ayrılan iki büyük ana dalın biri meşe, öteki ıhlamur karakterinde idi. Bu ağaç, aslında, mütevazı ve dini bütün kullarının nasıl ödüllendirildiğini gösteren kudretli tanrıların hâlkettikleri bir anıttı.

Jupiter’in, Olympus tepesinde Apollo’nun lir’ini ve şarkılarını dinlemekten, Graziaların (Kharitas)* danslarını seyretmekten, ambrosia yeyip, nektar içmekten bıktığı zamanlar, kıyafet değiştirip bir ölümlü görüntüsü ile yeryüzüne inerek halk arasında dolaşmakdan çok keyif alırdı. Bin bir hüner sahibi, nükteleri ile neşe dağıtan Mercurius, yanına aldığı en gözde refakatçisi idi. Bu gezilerinden birini özellikle, en çok ilgilendiği, aç ve barınaksız kalmış garip yabancılara Phrygya halkının ne ölçüde konukseverlik gösterdiklerinin saptanması için planlamıştı. İki tanrı bu amaçla köyden köye geçip yüzlerce ev dolaştılar. Tüm ev sahipleri, kendilerinden yiyecek ve yatacak isteyen bu iki yabancıyı istiskal edip, bin bir aşağılama ile yüzlerine kapılarını kapattılar. Umutlarını kesmiş olan tanrıların karşısına sonunda, o ana kadar gördüklerinin en sefili, üstü kamışlarla örtülmüş küçücük bir kulübe çıktı. Bunun kapısını tıklattıklarında içlerinde ferahlık yaratan bir sürpriz oldu; kapı ardına kadar açılmış; çok yumuşak, titrek bir ses onları büyük bir nezaketle buyur etmişti. Çok alçak olan harap kapıdan iyice eğilerek, zorlukla geçtilerse de içerde kendilerini çok tertipli ve temiz bir odada buldular. Güler yüzlü yaşlı bir çift çok sıcak tavırlarla onları ocağın yanına aldı. İhtiyar adam altlarına bir peyke çekti. Karısı üstlerine yumuşak bir örtü verdi. Ocağın küllerini bir çubukla karıştırarak, sönmeye yüz tutmuş közleri canlandırdı. Ayrıca, ertesi güne sakladıkları kuru ağaç kabuk ve yapraklarını da ateşe attı. Kendisinin adının “Baucis”, kocasının “Philemon” olduğunu söyledi. Dönüşümlü kullandıkları iki çarşaftan temiz olanını, o gece için konuklara tahsis ettikleri döşeğe serdi. Odanın havasını, her köşeye nane demetleri koyarak tazelemeye çalıştı. Kocasının, küçük bahçeden kopardığı lahanayı, su kaynattığı küçük tencereye attı. Kendi üzümlerinden yaptıkları şarabın tortuları içinde muhafaza ettikleri kuru yemişleri ve bahçelerinde ne kadar meyve varsa getirip, biri diğerlerinden kısa olduğu için dengesi bozuk üç bacaklı küçücük masalarına koydu. Masanın kısa ayağını bir takozla desteklemişti. Kışa sakladıkları her tür erzakı ve son kalmış şarabı da bir sürahi içinde konuklara sundu. Masanın devrilmemesi için tüm dikkatlerini sarfetmekle birlikte, çok tatlı bir söyleşi ile yemeye başladılar. Tanrılar, durmamacasına şarap içiyorlardı. Fakat boşalan sürahi kendiliğinden şarapla doluyordu. İhtiyarların gözleri hayretten faltaşı gibi açılmış; gördükleri bu mucizeden çok korkmuşlardı. Bu tansıklı konukların onuruna lâyık bir ikramda bulunmak istediler. Philemon bahçeye koşup, çok fakirane varlığı olan bahçede şamatacılığı ile bekçilik yapan tek kazı yakalayıp, pişirdikten sonra onu da sofraya getirmek istedi. Fakat bir şeyler hissetmiş gibi kaçan kazı yakalayamıyordu. Kaz, tuhaf bir çekimle konuklara sığınmak istiyordu. Zeus ayağa kalkarak “Ona dokunmayın, biz tanrıyız!” dedi: “Sizin, insaniyetten anlamayan, hayırsız komşularınız müstahak oldukları cezayı görecekler; ama korkmayın, onların uğrayacakları felaketten sizler bağışlanacaksınız. Hemen evi terk edin, bizimle birlikte tepeye çıkın.”. İhtiyarlar onun dediğini yaptılar. Baston gibi kullandıkları sopalarına yaslanarak, titreyen bacakları ile tırmanmaya koyuldular. Bir ok atımı mesafeye ulaştıklarında dönüp aşağı baktılar; korkunç bir tufan çıkmıştı. Gözyaşları ve hayretler içinde, terk ettikleri toprakların çamurlu suların istilası altında kaldığını gördüler. Kendi kulübeleri ise, kamıştan örtü yerine altın damı, harikulâde oymalarla süslenmiş muhteşem kapısı, ağaç payandalar yerine mermer sütunları, kapı önünde, keza, mermer basamakları ile görkemli bir tapınağa dönüşmüştü.

Saturnus’un oğlu (yani Uranos’un oğlu Zeus): “İyi yürekli ihtiyar, muni ve şefkatli eşinle birlikde dile benden ne dilersin?” diye sordu. Karı koca, kısa bir süre, aralarında danıştılar; sonra Philemon Tanrı’ya dönerek: “Yüce tapınağına hizmet için senin rahiplerin olmak istiyoruz. Bir de, tüm hayatımızdaki mutlu beraberliğimizi bozmamak için ölüm ikimize aynı anda gelsin; ne ben eşimin cenazesini göreyim ne de o beni gömmek azabına katlansın.” dedi. Dilekleri kabul olundu. Tüm yaşamlarını tapınağa nezaretle geçirdiler.

Gün geldi; kutsal basamaklar önünde birbirlerine dayanarak dururlarken ikisinin de kollarından yapraklar hâsıl olmaya başladı. Vücutları birleşti; başları yan yana kaldı; ikisinin de ağzından aynı anda veda sözleri çıktı: “Elveda, canım!”. Bunu söylerken dudakları kabuklarla örtülüyordu. Bithynia köylüsü, o diyara gelen yabancılara, bir zamanlar iki insan vücudu olan bitişik iki ağacı gösterip, öyküsünü anlatırdı.

Philemon’un, çağdaş Yunancadaki “philira-philamuria” ve bizdeki “ıhlamur”un kökeni olduğu açık. Baucis’in (Baukis) ise, Türkçedeki “meşe” sözcüğünün alındığı Farsça “BÎŞE - meşe ormanı” ile etimolojik bağlantısı olduğu, bana göre güçlü bir olasılık. Bu bağlantı, öykünün asıl kaynağının Anadolu’nun doğusunda, Kapadokya bölgesinde kurulu, Hint-Avrupa kültürüne sahip Hitit ülkesindeki Tyana kenti (Thiana, Thyana, Tauna, Thyanus, Thyanaeus biçimlerinde de yazılmış) olduğu görüşünü doğrulamaktadır. Bu öyküyü, Fransız “fable” yazarı La Fontaine de “ailenin kutsallığı ve konukseverlik” ilkesi bağlamında işlemiştir. Öykü ile ilgili en ünlü sanat eseri: Adam Elsheimer’in 1608’de yaptığı tablosudur (Dresden).

*Grazia ya da Gratia’lar (Kharit’ler) : Zeus’un, güzelliği, sevimliliği, lûtufkârlığı simgeleyen, her yıl bitkileri yeniden yeşerten kızları... Sayıları bilinmiyor; Hesiodos: “Euphrosyne”, “Aglaia”, “Thaleia” olarak üçünün adını veriyor. İlkçağdan günümüze kalan tek eser, onları birlikte çıplak gösteren bir grup heykeli “Siena Güzel Sanatlar Akademisi”nde sergileniyor. Rönesans’la birlikte çok sayıda tabloları yapıldı. Batı dillerindeki “lütufkârlık” anlamındaki benzer sözcüklerin kökeni.

ENDYMION: Egenin güneyinde, Miletos, Büyük Menderes Ovası, Bafa Körfezi, Milas Ovası, Çine Çayı vadisi arasında Beşparmak Dağı vardır. Antik Karya’da “Latmos” Dağı denilen bu dağın güney batısında, şimdi “Kapıkırı Köyü” olarak anılan yerde, son derece zengin arkeolojik varlığı ile turistlerin yoğun ilgisini çeken, “Herakleia” öreni bulunur. Bu kentin en büyük cazibesi, kent’in güney kesiminde, adına bir kutsal yapı özgülenen, “Endymion” mit’inin anısını taşımasından gelir. Çok ünlü olmasına karşın yaşamı çok kısa sürmüş bu gencin öyküsü çok farklı anlatılır. Kimine göre, Mora’da Elis krallığı yapmış olup Olympiadlarda “koşu yarışması”nı ilk tanıtan hükümdardır. Fakat yaygın olan bilgi, ya avcı ya da çoban olarak Latmos Dağı dolaylarında yaşadığıdır. Bu mit, en estetik biçimi ile Sicilya’nın yerlisi Yunanlı ozan Theokritos’un “İdiller”inde alınmış ve böyle ünlenmiş. İ.Ö. 315–250 yılları arasında yaşadığı sanılan, hayatı hakkında yeterli bilgi bulunmayan ozan, genel kabule uyarak, Endymion’u, yalın Yunanlı uslûbu ile bir sığırtmaç olarak tanıtıyor; esasen kendisi de, epigramlar, dialoglu mimler, ilâhîler, epik tür gibi çok çeşitli şiirler yazmışsa da, özellikle, çoban şiir türü denen, kırsal yaşamı betimleyen “bükolik”* şiir türünün yaratıcısı…

Onun, Edith Hamilton tarafından çevrilen dizeleri ile öyküye başlayalım: “Sığırtmaç Endymion sürüsünü gözlerken; Mehtap, Selene onu gördü, onu sevdi, ona ulaşmak istedi. Göklerden Latmos’un eteğine inerek onu öptü, yanına uzandı. Onun kaderini kutsadı. Endymion sığırtmaç, huzur içinde, silkinmesiz, dönmesiz, ebedî uykuya daldı.” Üzerine eğilen gümüşten ışıltıyı görebilmek için gözlerini hiç açmadı. Tüm söylenceler onun ölümsüz, ısısını koruyarak, fakat bilinçsiz, sonsuza kadar uyuduğunu anlatır. Her gece Ay tanrıçası onun yanına iner, yüzünü öpücükleri ile kuşatır. Çobanın diri kalması, her gece aynı tazeliği ve güzelliği muhafaza etmesi için, Selene’nin (Artemis de deniyor) onu kutsayan ninniler söylemesindenmiş. Ama bu tutkulu ziyaret tanrıçaya her defasında derin bir yürek acısı dışında bir şey getirmezmiş.

Başka bir söylence de, Zeus’un bu genci çok sevdiği, kendisinden bir dilekte bulunmasını istemesi ile ilgilidir. Gençliğini koruyarak, ölümsüz bir uyku Endymion’un kendi tercihi imiş. Böyle bir mit kurgusunu farklı yorumlayıp; onunla Hera arasında bir romantik bağ olduğu duyumuna alan Zeus’un, onu bertaraf için kendisine ebedî uyku seçeneğini vermiş olabileceği spekülasyonunu yapanlar da var.

Semele’nin Endymiondan elli kız çocuğu olduğunu iddia edenler ise, çoban’ın ebediyen uykuya daldığı iddiasını çürütmüş oluyorlar. Zaten, Herekleia’lılar, onun mezarının Latmos mağaralarından birinde olduğunu söylerlermiş. Dağda onun adına bir tapınak da yapılmış. Kimisi de uyku süresini 30 yılla sınırlandırıyor. Bazı Hıristiyan teologlar da, Endymion’un, Tanrı’nın adını Mehtap’dan öğrenmeye çalışan bir Karia’lı sufî olduğu cevherini yumurtlamışlar.

Kapıkırı’nın sakinlerinden Şefik Zeybek adındaki yurttaş, Beşparmak eteğinde, ay ışığının vurduğunda hareketlenen bir su kovuğu keşfettiğini söylüyor; Selene ile Endymion’un sevişmesi olarak yorumladığı bu hadisenin cereyan ettiği noktayı turistlere de gösteriyormuş. Son günlerde Anneliese Pesclow adında bir klasik bilimci Alman Hanım bu olayla çok ilgilenmiş; bakalım onun bir araştırma ve yorumu olacak mı?

Bizim “yabanî sümbül” dediğimiz çiçeğe, gölgelik çimenlerde yetişmesinden dolayı, Batılılar “Endyhmion” adını veriyorlar.

Endymion uykusunun çok kısa öyküsü pek çok sanat eserine malzeme olmuş: Spada Sarayındaki İ.S. I. Yüzyıldan kaldığı sanılan kabartmalar; Vezüv (İt. Vesuvio) volkanının aynı yüzyıldaki büyük püskürmesi ile küller altında kalan Herculanum ve Pompei kentlerinden çıkarılan, bugün Napoli müzesinde sergilenen fresklerden başka; Conegliano (Parma), Zuccari (Caprarola), Tintoretto (Londra, British Mus.), Carraci (Roma, Farnessi Sarayı), Guercino (Floransa), Giordano (Verona), Romanelli (Louvre), Girodet (Louvre), Restout (Versailles), Van Dyck (Madrid), Canova (özel koll.) gibi tablo örnekleri var.

* Bükolik (Yun. “bukolikos, Lat. “bucolicus”) : kırsal, pastoral demek (bukolos= sığırmaç; “bu-s”=öküz; “kellein= gütmek).
Yayın Tarihi : 21 Temmuz 2007 Cumartesi 13:04:11


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?