20
Mayıs
2024
Pazertesi
ANASAYFA

Mitoloji Kaynaklı Sözcükler -92-


Yunanlı komutanlar arasına giren bu fesatla yüreği daha da ezilen Zeus’a bir de Akhilleus’un anasının yaptığı başvuru bu çıkmaza iyice tuz biber ekti. Gümüş ayaklı Thetis, Agamemnon’un bu zıpırlığı ve sorumsuzluğu karşısında, Baba Tanrıdan artık Troialıları desteklemesini, onların zaferini sağlamasını diledi. Aslında tarafsız ve adil kalmaya önem veren Zeus bunun için çok isteksizdi; Savaş konusu Olympos sakinlerini de birbirlerine düşürmüştü. Tahmin edileceği üzere Aphrodite, Paris’in yanını tutuyordu; rakibeleri Hera ile Athena da, doğal olarak onun karşısında idiler.

Thetis, Zeus’a, oğlu Akhilleus’un canı uğruna Savaşı Troialıların kazanması için yakarıyor (Jean Auguste.Dominique. Ingres’in 1811 tarihli tablosu - Fransa, Aix-en-Provence’da Granet Müzesi)


Savaş Tanrısı Ares Aphrodite’in cephesinde idi. Denizlerin Efendisi Poseidon ise Yunanlıları destekledi. Anadoludan Batıya ışık saçan Apollo kız kardeşi Artemisle birlikde Troialılardan yana idi. İçinden Troialıların haksız saldırıya uğradıklarını düşünen Zeus bir yandan, kılıbıklığı yüzünden Hera’ya karşı çıkamıyordu. Thetis’e de fazla direnemedi. Hera’nın şirretliğini belki teskin ederim umudu ile, ihtiyatlı bir yaklaşımla Troialıların mazlum olabileceği konusunu karısına açtı. Mutad üzere Hera açtı ağzını, yumdu gözünü; şimdi de Thetis’e mi gönül kaptırılmıştı? Gene aile düzeninin tehdit altına girdiğini gören Zeus, sevecen görüntüsünü muhafaza etmek için helâk oluncaya kadar dil döktü. Sonunda Hera susmuş göründü ama kafası Yunanlılara nasıl yardım edebileceği, bunun için kocasını nasıl madepsiye bastıracağı ile meşgûldu (mandepsi de Yunancadan alınma argo sözcük; tuzağa düşürmek, dalavere).

Zeus basit bir plan yapmıştı. Akhilleus’un katılımı olmadan Yunanlıların Troia’ya üstünlük sağlıyamıyacağını biliyordu. Rüya aracılığı ile Agamemnon’a, hemen saldırıya geçerse zafer kazanacağına dair yalan bir mesaj gönderdi: Akhilleus, çadırında küskü küskün otururken Agamemnon, tüm birlikleri harekete geçirip kaleye anî saldırı yaptı. Bu çatışma o zamana kadar gerçekleşenlerin en şiddetlisi ve kanlısı olmuştu. Priamos, en deneyimli taktisyenleri* ile birlikde, Kale duvarı üzerinden harekâtı izliyordu. Tüm bu katlanılan acıların ve dökülen kanların kaynağı Helen yanlarına yaklaştı. Öylesine görkemli güzelliği vardı ki; kimse ona karşı kin duygusuna kapılamıyordu. Birbirleri ile: “Böyle bir yaratık için savaşmaya değer!” diye fısıldaştılar. Helen onlarla birlikde, savaşan askerlerin hangilerinin en yiğit olduğu değerlendirmelerini yapıyordu. Birdenbire çatışma kesiliverdi. Bu kadar çok can feda edileceğine, uzlaşmazlık konusunda asıl taraf olan kişilerin ikili mücadele ile kozlarının paylaştırılmasına karar verilmişti. Savaş alanı boşaltıldı; ortaya sadece Paris ve Menelaos çıktı. Mızrağı hasmına ilk atan Paris oldu. Menelaos bu hamleyi kalkanı ile savuşturdu ve vakit geçirmeden kendi kargısını fırlattı. Kargı Parisin tüniğini yırtmış ama kendisini yaralamamıştı. Menelaos bu kez kılıcını kınından çekmeye davrandı; fakat her nasılsa kılıç kırılmış, kabzası elinde kalmıştı. O kadar hınçlı idi ki; panter gibi silâhsız Paris’in üstüne atıldı; onun tolgasının sorgucundan yakaladı. Aphrodite, gözdesi Parisi, görünmeden ziyaret etmeye gelmişti; sorgucu koparttı ve Parisi yakaladığı gibi bulutlara yükseldi.Çılgına dönen Menelaos Parisi bulmak için Troia saflarının içine daldı. Görünüşde Paris korkaklığından kaçmıştı; 

Helen ve Paris (Jacques-Louis David’in 1788 tarihli tablosu – Paris, Louvre Müzesinde)
Akhaialı komutan Agamemnon Troialılara seslendi: “Gördüğünüz gibi zafer bizimdir. Paris kaçtı. Verin Heleni; bu iş bitsin!” O şımarık züppenin başlarına açtığı çileden Troialılar da bunalmıştı. Bu öneriyi kabûl edeceklerdi. Ancak, Troianın yerle bir edilmesini isteyen Hera’nın kışkırttığı Athena, Lykaon’un oğlu keskin nişancı Pandaros’u, uzaklardan gelerek Troia’ya büyük zararlar veren Menelaos’a lâyık olduğu cezanın verilmesi gerektiğine ikna etti. Sonradan Aeneas’a İtalyaya kadar refakat edecek olan düşüncesiz, yoz savaşçı, ateşkes anlaşmasını bozarak Menelaosu vurur. Bir defa daha, Kale önü çılgın bir boğuşma alanına dönüşecektir. Zeus, Thetis’e verdiği sözü hatırlar. Akhilleusa yapılan haksızlığı Akhaialılara ödetmek için Troialılara yardım etmek üzere kendi taraftarları ile Olymposdan iner. Akhilleusdan yoksun kalan Akhailılar zora düşmüşlerse de Aiakos ve Diomedes gibi parlak silâhşörleri vardır. Karşı tarafın kozu Yunanlıların korkulu rüyası Hektordur. Hektordan sonra en yiğit Troialı cengâver Aeneas ise Diomedes’in ellerinde can vermekden, anası Aphrodite sayesinde, zor kurtulur; aldığı yaranın acısından ağlaya ağlaya anasının yanında Olympos’a tırmanır. Zeus’u güldüren bu manzara, Iliada Destanının gözde tanrısı Apollo’nun rikkatini çekmiş; Aeneas’ı tedavisi için Bergama Şifaevine taşımıştır. Oradaki bakıcılığı Artemis yapmıştır.

Aeneas’ı elinden kaçıran Diomedes, öfkeden kudurmuş bir hâlde Troia saflarına girer, Hektor ile yüzyüze karşılaşıncaya kadar kılıç sallar. Bu kez, Aphrodite, onun karşısına Hektorla birlikde kocası Savaş Tanrısı Ares’i çıkartır. Ürperen Diomedes, askerlerine bağırarak, yüzleri düşmana dönük olma koşulu ile yavaş yavaş çekilmeleri komutunu verir. Bu manzara karşısında kuduran Hera, Zeus’a, bir tanrının insanların kavgasına karışmasının hakça olmadığını söyleyerek Ares’i savaş alanından çekmesini ister. Zeus ona ne isterse kendisinin yapmasını söyler. Hera Dio medes’in yanına gider, kendisine gerekli gücün verileceğine ikna ederek, Ares’i vurmasını ister. Tanrıçayı dinleyen ve asıl gücü Athenadan alan Diomedes kargısını Savaş Tanrısına savurmakdan çekinmez..Darbeyi yiyen Ares, o zamana kadar savaş alanlarında duyumlu çığlıkların on bin katı yüksekliğinde bir böğürtü çıkarır. Bu böğürtü her iki muhasım tarafın da kanlarını dondurmuştur. Aslında zorbalık ve kabadayılık dışında bir marifeti olmayan, kalabalıklardan ürken Ares, yel yepelek Olympos’a koşar, Zeus’a Athena’yı şikâyet eder. Zeus onu azarlar ve ayıplar; daha fazla zırlamayı kesmesini isteyerek yanından savar. Ares’in alandan çekilmesi Yunalılara moral vermiş; Troialılar çekilmeye başlamışlardır. Hektor, biraderi Helenus’un önerisi üzerine annesi Kraliçe Hekabeye gider, en güzel giysilerini kuşanarak Tanrıça .Athena’ya kenti yıkımdan koruması için yakarmasını talep eder. Ne yazık ki Tanrıça bu duayı reddedecektir.

Bu savaşın kendi sonu olduğunu bilen Hektor için, karısı Andromakhe ve küçük oğlu Astyanaks ile vedalaşmakdan başka bir şey kalmamıştır. Kendisini dul, yavruyu da yetim bırakmaması için yalvaran karısına, prenslik onuru uğruna savaşmak zorunda olduğunu kesin bir dille söyler Son kez kucağına almak istediği oğlu, onun göz kamaştırıcı tolgası ve püskül püskül sorgucundan korkar, bağırarak kendini geri çeker. Hektor, barış ve sükûn ihtiyacında olan yavrunun korkusunu gidermek için tolgasını son kez çıkarıp Astyanaks’ı kucaklayacak ve tekrar tolgayı başına geçirerek ceng’e gidecektir.

Troialıların “Hippodamos-Atları Ehlileştiren” adı verdikleri Hektor her zamankinden daha çılgın bir savaş verir. Elindeki tunçdan kargısı, küheylanların çektiği arabası ile Yunan saflarına dalar, düşman birliklerini alt üst eder. Yunanlılar gemilerini yanaştırdıkları sahile kadar gerilerler.

Troia Savaşı bahsini bitirmeden, Kenthaber’de arkoloji hakkında nefis dizi yazılar yazan Gökhan Iğdır Beyefendiye, yaptığı değerli katkılarlardan ötürü, yazmakda olduğum konunun kontekst’i içersinde, hem teşekkür etmeyi hem de Troia’nın yıkılışının gerçek nedeni üzerinde, aldığım bilgiler ve naçizane görüşlerimle fikir alış verişini çok yararlı buluyorum. Öncelikle, daha çok tarihin karanlık dönemlerinden kalan söylencelerden esinlerini alan mitolojinin tarihî gerçeklerle mutabakatını araştırmak çok zor bir keyfiyet. Hititlerin “Wilusa” dedikleri bir adı da “Ilion – Lat. Ilium” olan Troianın bir savaş sonucu değil, deprem etkisi ile yıkıldığı iddiası ise zannediyorum, tartışmalı. Joseph Campbell’in, Kudret Emiroğlu çevirisi ile Türkçeye de kazandırılan “Batı Mitolojisi” adlı eserinde de görüleceği üzere, İ.Ö. 2500 civarında başlatılan ve halen kazıları Tübingen Üniversitesinden Prof.Dr. Manfred Korfman tarafından sürdürülmekde olan ”Troia yerleşimi, defalarca yıkılıp yeniden kurulmuş. Ören yerleri üst üste gelen dokuz adet Troia’dan söz ediliyor. Bunlardan bazıları da kendi içinde dönemlere ayrılmış. İ.Ö.1600-1500; 1500-1400; 1400-1300 arası tarihleri kapsayan üç döneme ayrılan 5.aşama, III. Helladik dönem sonunda Troia gerçekden depremle yıkılmış. 6.Aşama’daki VII. Troia ise Homeros’un destanını yazdığı Troia… 16.Mart.2006 tarihinde Kenthaber’de yayınlanan bir makalemde değindiğim üzere Troia’yı ilk keşfeden İngiliz arkeologu Frederic Calvert’tir. Bu bakımdan, o yazımda Schliemann’ı arkeolojik ya da mimarî formasyonu olmaması, ayrıca yalancılığı ve talancılığı bakımından da Troia’nın keşfi öncüsü olarak görmediğimi belirtmiştim. Ancak, bu keşfin hemen ardından, azimli bir amatör olarak yaptığı hizmetler yadsınamaz. Arkeolojik terminoloji ile “epiğin kılavuzluğu”nu izleyerek yani Iliada’dan aldığı bilgilerle ören yerini keşfettiği söylenir. Bu sağlıklı bir bilgi ise Troia Savaşının gerçekliği varid olabilir. Aynı yöntemle, Sir Arthur Evans da Giritteki Knossos kentini ve labirent sarayını bularak Minos Uygarlığını somut olarak ortaya çıkarmış. Elbette, her zaman bu yol işe yarayacak değil; Dörpfeld’in, aynı yola başvurarak, Ithaka’da Odysseos Sarayını araması fiyasko vermiş. Bu bakımdan Odysseos’un tümüyle hayalî bir kahraman olabileceği düşüncesi ağır basmış.

Kadim Yunan tarihçiler Troia Savaşını İ.Ö.XII.-XIII.-XIV. Asırlar arasında değişilk tarihlere yerleştirirler (Eratosthenes’in 1184; Herodotos’un 1250; Douris’in 1334 milâd öncesi tarihlerini vermesi gibi).

Mitoloji, belki gerçeklerle tümüyle örtüşmeyebilir. Ancak, insanî duyguları ve insanın toplumsal ruh içinde nasıl kaynadığının çok isabetli bir tarihidir. Sanata ışık veren ilk kaynakdır. Bunun içindir ki, analitik ruhbilim araştırmaları yapanlara çok yaralı bir laboratuar alanı olmuştur. Carl Gustave Jung, bilinç dışı da olsa, mitosun da simgeselliği ile toplumun ortak bilincini oluşturan ögelerin en önemlilerinden biri olduğunu keşfetmişitir.

*Türkçemizde, Arapçadan alınma “tabiye” de denilen “taktik”, savaşda sonuç almak için, toplu olarak silâh vb. araçların kullanılmasını ve birliklerin savaş düzenini planlama sanatıdır. Bu sözcük Yunancası “taktika”dır; bu da “taktikos-düzenleme”den gelir. Romalılarda “Tacticus” tabiye bilgini, askerlik sanatı yazarı demekti (Aelianus Tacticus, Aeneas Tacticus gibi).

Yayın Tarihi : 22 Ocak 2008 Salı 18:30:30


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?