19
Mayıs
2024
Pazar
ANASAYFA

Orta Doğuda En Büyük Uygarlıklar Kaynaşması - 4

Aslında, düşman kamplar halinde olup, aralarında sık sık çatışma patlak vermesine karşın Bizansın ve Arapların barış fasılalarında sıcak ilişkiler kurabildiğini gördük. Bizans kültürünün bir çok alanda üstünlüğünü gördükleri için, Halifeler, yeri geldiğinde, kültürel girişimlerde İmparatorlukdan destek talep ederlerdi. Endülüs'ün fethinin patronajını yapmış olan Halife Velid I. (705-15) İmparatordan, Şam, Medine ve Kudüsdeki camilerin mozayiklerinin düzenlenmesi için sanatkâr göndermesini rica etti.

Onuncu yüzyılda, Müslüman dünyanın öbür ucundaki Emevî Kurtuba Halifesi El Hakîm II. (961-76) Bizans İmparatoruna, Kurtubadaki Büyük Camiin tezyini için bir mozayikçi talebini içeren bir mektup yazdı. Bir Arap tarihçisine göre, El Hakîm, İmparatora, El Velid'in Şam Camiinin tezyinatında yaptırdıklarının aynısını taklid edecek yetenekli bir sanatkâr göndermesini (âmirane bir dille) sipariş etmiştir. İmparatorun armağanı olarak bol mikdarda mozayik parçası ile bir mozayik döşeme sanatçısı İstanbuldan, Halifenim bir elçisi refaketinde Kurtubaya getirildi. Halife, mozayikçinin emrine, dizimde yardımcı ve stajyer olarak çok sayıda genç köle verdi; böylece, mozayikçinin ülkeden ayrılmasından sonra yeni eserler vücude getirilmesinde deneyim kazanmış çıraklardan sanatkâr kadrosunu hazırlamış oluyordu. Onuncu asırda, İmparator Konstantin Porfirogenitus, İspanya Halifesi Abdurrahman III.'e, onun gözde ikametmgâhı Medinet-üz Zehra'nın inşasında kullanılmak üzere 140 sütun göndermiştir. Dokuzuncu asırda, İparator Teofilus zamanında, İstanbulda Leo adında seçkin bir matematikçi yaşardı. Öğrenciliğini yapan bilim adamları onun ününü dış dünyaya da o kadar yaydılar ki, kendi ülkesinde bilimin çok aktif bir patronu olan Halife Me'mun Leo'yu Sarayına davet etti. 

Bu daveti işiten Teofilus, bilgin'i yüksek maaşa bağlayarak, İstanbul Kiliselerinden birinde halka açık öğretim yapmakla görevlendirdi. Me'mun, Teofilus'dan, Leo'nun kısa bir ziyaret için Bağdat'a gelmesine izin vermesini rica ederek, bir dostluk ve ebedî barış arzusu nişanesi olarak kabûl edeceği bu lûtuf karşılığında, 950 kg. altın ödeyeceğini bildirdi; ama İmparator öneriyi reddetti. Dokuzuncu asırda, Halife El Vatîk (842-7), İmparator Mihail III.den özel izin alarak, bir Arap bilginini, Hıristiyanlara karşı yaptığı işkence ve kıtalden dolayı 'din uğruna ölenlerin devri' diye anılan Dioklesianus zamanında şehit edillmiş yedi gencin (yedi uyurlar, ashab-ı kehf) cesetlerinin muhafaza edildiği mağarayı ziyaret için Efes'e gönderdi. Bu vesile ile Bizans İmparatoru da, ziyaretçi bilginin hizmetine bir rehber tahsis etti. İki güç arasındaki düşmanlıkların çok sık cereyan ettiği bir asırda bile böyle ortak bilimsel seferberliklerin varlığı çok ilginçdir.

Arap-Bizans çatışmaları her iki toplumun da yazın yaşamını etkilemiştir. Askerî muhasamat, her iki tarafın edebiyatında ulusal kahramanlar, yiğitler, bahadırlar tipinde efsanevî kişilikler yarattı. Tarihsel kayıtlarda varlığı kesin olarak saptanamamışsa da, muhtemelen, Anadoluda 740 yılındaki Acroinon savaşında yaşamını yitirdiği sanılan bir Arap cengâveri, Abdullah El Battal, sonradan İslâm dünyasında bir kahramanlık simgesi oldu ve, Eskişehirin güneyinde Hacı Emre köyünde mezarı olduğu iddia edilen bu esatirî kişilik Türklerin de ulusal Seyyid Battal Gazi efsanesine yol açtı*.

Onuncu asırda, Halepde Hamdanîler, Saraylarını, canlanmakda olan edebî etkinliklere açtılar. Bu bakımdan, Hamdanîlerin çağında yaşamış olanlar bu döneme "Altın Çağ" derler. Taglib kabilesinin Hamdan ailesinden gelme olan bu hanedan Yukarı Mezopotamyaya yerleşerek, X. asırda Abbasî halifeliğinin çöküşü sırasında Musul ve Halepde egemenlik kurmuştur. Bu devrin ozanları, salt, Arap şiir geleneğinin harc-ı alen konularını değil, yaşadıkları günlerde Bizanslılarla yapılan savaşlardaki kahramanlıkları terennüm etmişlerdir. Nitekim, Hamdanîlerin en ünlü yöneticisi Halep Emîr'i Seyfüd devle, 959-969 yılları arasında Bizans İmparatoru olan Nikefor Fokas ile mücadele etmiş; başarıları Ebu Firaz ve El Mütehebbî isimli ozanların şiirlerine konu olmuştur. Ünlü Bizans menkıbe'si (chanson de geste- kahramanlık öyküsü türküsü) Digenes Akritas destanı, Anadoluda Araplarla 788'de yapılan bir savaşda can veren ve Yunan ulusal kahramanı olmuş gerçek bir savaşçının yaşam öyküsünün, efsaneleştirilerek nakledilen bir türküsüdür. Bu kahramanın mezarı Samosata'nın yakınlarındadır. Digenes Akritas destanı, Frigya'da Amorium mevkiin'e Arap ordularının Bizans kıtalarına karşı kazandığı büyük yengi ile sonuçlanan savaşlar dizisindeki diğer olayları da anlatan "Akritik halk şarkıları denilen sanat tarzına yol açmıştır. Bizans ve Türk-Arap destanları üzerinde sabırla yapılan çok değerli araştırmalar sayesinde Yunan Digenes Akritas epopesi ile Türk Battal Gazi destanı arasında son derece yakın benzerlikler bulundu. Ancak bu destanın aslı Araplara aittir ve "Binbir Gece Masalları" içindeki ülerden
birini oluşturur; ele geçen son metni Türkçedir.Yunan epopesi Digenes Akritas da Bizansla Araplar arasındaki kültürel ilişkiler hakkında bilgiler veren bir hazine değerindedir.

Bizans ve Araplar arasındaki kesiksiz ilişki, kaçınılmaz olarak iki toplumun dillerindeki pek çok sözcüğün birbirlerine geçmesine yol açmıştır. Ancak yeni dile geçen sözcükler bazen öylesine çarpıtılmıştır ki, ilk bakışda, ait oldukları orijinal lisanı keşfetmek olanaksız hâle gelmiştir (Yunan kültüründekilerin Arapça 'Şark' sözcüğünden 'Sarakinos'u icat etmeleri ya da Arapların Platon'a Eflâtun demeleri gibi). Benzer sözcük aktarmaları, daha önceki yazılarımızda, özellikle "Zıd Kültürlerin Kaynaşması" dizimizde örneklerini bolca verdiğimiz üzere, Arapların İberik Yarımadasını işgâlleri sırasında kaydedilmiştir.

Haçlı seferlerinin başlamasından 1453'de İstanbulun Türklerin eline geçmesine kadarki dönemde ise, İslâm ile Bizans arasındaki ilişkiler farklı cereyan etmiştir. Orta Doğuda üç etnik unsur birbiri ardından ön sırayı almıştır. XI. Asır Selçuk Türklerinin Anadoluya sızıp, sonda Iconium (Konya) Sultanlığını kurmaları sürecine tanıklık etmiştir. Ondört ve onbeşinci yüzyıllar ise Osmanlı Türklerinin Anadoluyu ve Balkan Yarımadasının büyük bölümünü fethettiği ve 1453'de İstanbulu ele geçirerek bölgede egemenliklerini kabûl ettirdikleri ve zaten can çekişmekde olan Bizansı tümüyle tarihden sildikleri süreci içine alır. Bu dönem içersinde siyasal çıkarlar, İslâm ve Bizans arasındaki ekonomik ve kültürel bağların önüne geçmiştir.

Selçukluların Küçük Asyada ilerlemesinden önce, kültürel bağlar kurma çabalarına karşın, Bölgede Hıristiyan-Müslüman düşmanlığı inatçı bir biçimde sürüyordu ve iki güç arasında görece bir denge vardı. Onbirinci yüzyılda, Selçuklular, ait oldukları İslâm kültürü ile birlikde fetihlere başlayınca, Küçük Asyanın siyasal dengesi temelden değişerek Müslüman unsur büyük ağırlığını kabûl ettirdi. 1071'de Malazgirt'de Selçuklular Bizans ordusunu ezdiler ve İmparator Romanus Diogenes'i esir aldılar; aynı yıl Kudüs'ü de ele geçirip yağmaladılar. Artık, İslâm, Araplar değil, Bizans için gerçek bir tehlike olan Selçuklular tarafından temsil ediliyordu. Bölgede hükmü kalmayan Bizansın yerini, Hıristiyanlık adına Haçlılar doldurmaya çalışacak;

sekizinci yüzyılın güçlü Müslüman Devleti taarruzda iken, onbirinci yüzyılın sonuna doğru saldırgan taraf Hıristiyan Latin güçler olacaktı. Artık Batı, Doğuyu tehdit ediyordu. Haçlılar seferi dönemi, siyasal, ekonomik ve kültürel sonuçları ile çok renkli ve farklı görüntüler sergiledi; ve Bizans için ölümcül, fakat, Batı Avrupa için deneyim ve yarar getiren bir ortam yarattı. İlk darbe ile Müslümanlar şaşkınlığa ve sıkıntıya düştüler. O çağın bir Arap tarihçisine göre, "1097'de, Frankların, Konstantinopolis denizi yönünden, asker sayılarının saptanması mümkün olmayan orduları ile göründükleri hakkında ard arda raporlar gelmeye başlamıştı." Bu raporlar yetkililerin eline geldikçe ve içerdikleri haberler ağızdan ağza yayıldıkça halkın merakı, kaygısı ve korkusu şiddetlenerek artıyordu.

Tümüyle bir batı Avrupa girişimi olan bu Haçlılar hareketi karşısında, Bizans İmparatorluğunun tavrı da evvelâ merakdan ibaret iken, kendi durumu da açmaza girince endişe ve ızdıraba dönüşecekti. Onbirinci asırda Bizansda bir Haçlı hareketi düşüncesi yoktu. Filistin'in ele geçirilmesi kendisi için hayatî bir önem arzetmeyen soyut bir amaçtı. Kendi selâmetini yabancı tasallûtundan kurtarma isteği dışında İslâm'a karşı bir can düşmanlığı beslenmediği gibi, Bizansda "Haçlı" tahrikçiliğini yapan din adamları da yoktu. Ve, Doğu İmparatorluğu Birinci Haçlı seferi dağdağasına zorunlu olarak, isteği dışında katıldı. Tek çıkarı, Türk tehdidine karşı bir destek alabilmekti; ama, Filistin'in fethi ile hiç mi hiç ilgilenmiyordu.

Bizans'ın Haçlı hareketine karşı tavrı, Üçüncü Haçlı seferinin hemen öncesinde, özellikle ilginçtir. Çok yetenekli ve zeki bir siyaset adamı olan Mısır Hükümdarı, Kürt asıllı Selâhaddin, 1187'de Kudüs'ü Haçlıların elinden geri aldı ve Hıristiyanlara bir karşı taarruz düzenlemeyi başardı. Bu olay Haçlılar tarihinde bir dönüm, hattâ kırılma noktasıdır. Üçüncü Haçlılar seferi başladığı an, Bizans İmparatoru İzak Angelus, seferin kendisine yöneltildiği Selâhaddinle müzakere açıp, onunla, Konya Sultanına karşı ittifak anlaşması yaptı.


*Seyyid Battal Gazi'nin Türk kahramanlık literatürüne geçişi, Selçuklu Sultanı Alâeddin Keykubat zamanında başlar. Sultanın annesi Ümmühan Hatun bir gece rüyasında, İslâm aleminde ünü çok yaygın olan El Battal'ı gördüğünü, bu kahramanın kendisine bütün Diyar-ı Rûm'un fethinde rol aldığını, Mesihiye Kalesinin kuşatılması sırasında şehit düştüğünü söylediğini nakleder; şehadet mevkiinde bu kahraman için bir mezar ve külliye yapılmasını önerir. Hacı Emre köyünde mezar ve külliye yapılır ve tüm cengâverlik yaşamı Anadoluda geçen Seyyid El Battal'ın anısı Türklerce ve özellikle onun bir Alevî olduğuna inanan Alevîlerce benimsenir.

Ashab-ı Kehf = Arapça "mağara'da kalanlar" anlamında olup, bizim "yedi uyurlar" dediğimiz efsanevî kişilerin karşılığıdır ("Ashab" ya da "eshab" = sahipler; "kehf = mağara"). Bunlar hakkında yukarda özetle verdiğimiz bilginin gerçekliği kesin değildir. Kur'anın XVIII. Suresinde analtılanlarla Hıristiyanların verdikleri bilgiler Arasında farklar vardır. Bizim geleneğimizde inanılan öykü: Anadoluda Hıristiyanlığı kabûl eden bu yedi genç (bu sayı da kesin değil) İmparatorun takibinden kaçarken, bir çoban bir de köpeği yanlarına alır ve bir mağaraya sığınırlar; orada 309 yıl uyurlar ve uyanınca yaşadıkları zamana aykırı davranışlarda bulunurlar. Kur'ana göre isimleri: Yemliha, Mislinai Mekselina, Mernuş, Tebernuş, Sazinuş, Kefeştetayyuş ve köpek Kıtmir. Hıristiyanların amansız takipçisi olan İmparator Diocletianus M.S.285'den itibaren müteddit defalar iktidara gelmiş olup asıl adı "Caius Aurelius Valerius Diocles"dir. Dalmaçyadaki Split kentinden olup aynı yerde ölmüştür. Ortçağ Sırbistanında, bugünkü Karadağdaki Dioclea eyaleti de olasılıkla ismini ondan almaktadır..
Yayın Tarihi : 18 Ağustos 2006 Cuma 13:56:01
Güncelleme :18 Ağustos 2006 Cuma 14:00:29


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?