1
Mayıs
2025
Perşembe
ANASAYFA

Orta Doğudaki En Büyük Uygarlıklar Kaynaşması - 1

Geçen yazı dizimizde, Kuzey Afrika ve İspanyada cereyan eden bir öyküyü vesile ederek, yerkürenin o yöresindeki uygarlıklar kaynaşmasına göz atmıştık. Dünya düzeni planlamacılarından (!) Samuel Huntington denilen bir fütürist ya da fütürolog’un (!) Dünyanın bugünkü egemeni güç’ün yararına geliştirdiği “The Clash of Civilizations - Uygarlıklar Çatışması Kuramı”nın vebâlini bugün, başda Orta Doğu olak üzere, tüm Dünya çekiyor; halen küçücük arazisinde, yüz çeşit dinsel ve ırksal etnik kimliklerin varlığı ile birbirlerine karşı devamlı potansiyel düşmanlığın huzursuzluğunu yaşayan zavallı Lübnan’ın (ülkenin Hıristiyan kaymak tabakasının ikamet ettiği ve bombalanma muafiyeti olan Doğu bölgesindekiler hariç) insancıkları şimdi, Filistin Hizbullahının salakça taktikleri bahane edilerek ve asıl egemen Dünya gücünün ekonomik amaçlı emellerinin taşeronluğunu yapan İsrael Ordusunun kan kusturucu füzeleri, topları ile cehennem azabını yaşıyorlar; yurtlarında taş üstünde taş kalmıyor. 

Patronu ABD’nin sırtını sıvazlamasından destek alan İsrael BM gözlem noktalarına saldırmaya da cüret ediyor. Patronunun göz boyamak için düzenlediği Roma barış konferansını akamete uğratıyor. Harvard Üniversitesinin bu havalı hocasının hışmı salt Doğu İslâm kültürüne değil, kendi ülkesindeki Protestan olmayan unsurlara da yönelmiş. 1990’da İngiliz ajanı Bernard Lewis’in görüşlerine öykünerek farklı kültürlerin birbirlerine düşman olması gerektiği ilkesini (kendi cemaatinin güvenliği ve adına) tez olarak benimsemiş… Onun gibi, bir zamanlar CIA’nın (Amerikan Merkezî İstihbarat Ajansı) Ulusal İstihbarat Danışma Kurulu Başkan Yardımcılığı yapmış olan ünlü Graham Fuller de, New York’daki İkiz Ticaret kulelerinin karşılaştığı felaket üzerine “Politik İslâmın Geleceği” isimli kitabını yazmış, bu kitap ve İslâmi anlayışla Batı uygarlığının uzlaşamıyacağı yolundaki içerdiği düşünceler Başkan Bush’un Afganistan ve Irak’a açtığı askerî harekât boyunca çeşitli tartışma platformlarında işlenmiş; diplomatik bir uslûp kullanılmasına karşın, İslâm kültürünün ehlileştirilemiyeceği düşüncesi Batılı insanı zihnine derinliğine yerleştirilmeye çalışılmıştır. 

Bir yandan da İslâmın bir Dünya realitesi olarak kabûlü gerekçesi ile “Ilımlı İslâm” adı altında yeni bir yapılanmaya ABD Dışişleri özen gösteriyor; bu çerçevede “BOP – Büyük Orta Doğu” projeleri yapılıyor. 2005 yılında da CIA “Mapping the Global Future – Küresel Geleceği Haritalama” raporu ile Dünya yüzündeki İslâmı “Hilâfet”in geri getirilmesi ile yeniden düzenlemenin plânlarını yapmış. PAX Americana şemsiyesi ya da patronajı altında oluşturulacak bu yapının (Türkiye dışında da) “Laiklik” çabası veren aydınların bulunduğu halkı Müslüman diğer ülkeler içindeki fesadı ne denli kızıştıracağını varın siz hesap edin. Öte yandan Avrupa Birliğine kültürel sınır çizmeye kalkanların “Judeo-Chrétien – Yahudi-İsevî” kriteri getirmesi ibret verici bir Müslüman düşmanlığı göstergesidir. Evet, toplumlar arası ilişkiler Dünyanın her yerinde ve tarih boyunca temelde ekonomik güdülü olarak kavga ile başlamıştır. Din, aile yahut kabile bağlılığı ya da her hangi bir ideoloji kitlesel güç kazanmak için “politik teknoloji” olarak kullanılmıştır.

 Ancak, Humanizma ve Aydınlanma çağından sonra, insanın kendi kaderine yön verebilme yetisinin bilinçli bir biçimde ortaya çıkması ile, en azından yönetici ve aydın sınıflarda geleceğe güven duygusu oluşmuş, toplumsal ilişkilerin olumlu yönde geliştirilebileceği inancı yer almıştı. Ne yazık ki, egemen grupların doymak bilmeyen benlik ve küresel kaynakları sömürme iştihası ve keza hasım güçlerin birbirini yok etmeğe ayırdıkları silâhların “yaşam mücadelesi” denilen doğal kanunu aşarak doğal dengeyi dehşet verici boyutta bozacak ölçüde üretilmesi bu inancı ve umudu, artık çok zayıflatıyor; Dünya insan zekâsına kurban gidiyor.

Bu yazı dizimizde, İslâmın ilk zuhurunda, Arapların, o zamanki (Avrupanın doğusundaki) Hıristiyanlık merkezi Bizansla ilişkileri ne merkezde imiş, ağırlıklı olarak A.A. Vasiliev’in 1935 tarihli “Byzance et les Arabes” eserinden yola çıkılarak görelim. Bizans ve İslâmın, asırlarca birbirinden kopamayacak şekilde birbirleri ile ilişkileri olmuştur. Bu ilişkiler Araplarla başlamış; XI. Yüzyıldan itibaren Selçuklular, sonra Osmanlılar olmak üzere Türklerle devam etmiştir.

622 yılında Arap diyarında İslâmın zuhuru, 632’de Hazret-i Muhammed’in vefatından sadece bir iki yıl sonra, Araplar Ürdün’ün ötesinde, kuzeyinde (Mavera-i Ürdün – Trans Jordan) Bosra kalesini zaptettiler. Bunun devrimsel bir mücadelenin başlangıcı olan bu olaydan sonra Arapların eski Dünyayı şaşkına uğratan başarıları ard arda geldi; 635’de Suriye kenti olan Şam düştü; 636’da Suriyenin tümü Arapların eline geçti. 637-638’de Kudüs teslim oldu; Filistin bir Arap eyaleti oldu; 641-642’de İskenderiye işgâl edildi. Aynı yıl İranda, Hükümarı Yezdegerdi yenerek Sasanî saltanatına son verildi; kısa bir süre içinde İran hemen tümüyle işgâl edilerek halkı
İslâmlaştırıldı. İskenderiyenin işgâlinden sonra bir iki yıl içinde Bizans İmparatorluğu Mısır üzerindeki egemenliğinden ebediyen yoksun kaldı. 

Mısır’ın fethini Kuzey Afrika sahillerinin Arap işgâli izledi. Özetle, 650 yılına gelindiğinde Küçük Asya’nın doğu bölümü ile birlikde Suriye, Yukarı Mezopotamya, Filistin, Mısır ve Kuzey Afrikadaki Bizans eyaletleri Arap hükümranlığına geçmişti. Yedinci asrın kapanışına yakın Kuzey Afrika tümüyle ele geçti ve sekizinci asrın başlarında, geçen yazı dizimizin konusu olan İberik (ya da Pireniyen) Yarımadasının, parlak zaferlerle dolu işgâli başladı. Bizansın güçlü donanmasına karşı, çöl çocukları Araplara, kendilerini deniz savaşlarında koruma deneyimi kazandıran bu son maceradır. Egemenliklerine aldıkları uzun mesafe denizciliğini iyi bilen Greco-Suriyen gemi mürettebatı Araplara deniz savaşını öğrettikleri gibi ilerde de onların Bizansla kuracakları deniz ticareti ilişkilerinde önemli rôller alacaklardır. Daha yedinci asrın ortalarında Arap tekneleri çok önemli bir deniz durağı olan Kıbrısı işgâl etmişlerdi. Bu üs’den hareketle Bizans
filosunu mağlup ederek Girit ve Sicilya’ya ulaştılar. Yunanlıların Hellespontos dedikleri Çanakkale Boğazını aştılar ve 670 başlarında
Konstantinopolis önünde ispatı vücud ettiler. Ancak, İstanbulu zaptetme yolundaki tüm çabaları boşa çıktı; 677’de İstanbul surları dibinden ayrıldılar.

Arapların bu hayret uyandıran askerî başarılarının en temel nedenlerinden biri, kuşkusuz, Suriye ve Mısır halklarının Bizans önetiminden, dinî görüşlerinin baskı altında olması bakımından hoşnut olmamalarıdır. Bu eyaletlerin büyük çoğunluğu, Bizans yönetiminin yasa dışı kabûl ettiği Monofizit öğretiye bağlı idiler. Daha sonra “Mistisizm - Tasavvuf” adı ile ortaya çıkacak “Vahdet-i Vücud” yani insanlıkla tanrısal özün birleşmesi yolundaki felsefî anlayış ilk kez, Platon felsefesinden esinlenen İskenderiyeli Plotinos’un “ruh’un tek olana yükselmesi” olarak özetlenebilecek “Monofizizm” inancı tarih boyunca pek çok filozof, mistik ve tarikatlarca işlenmiştir. Monofizizm ve İsa’nın Tanrı olduğunu kabûl etmeyen (İstanbul hakkındaki makalemizde değindiğimiz) Nesturîlik Ortodoks Bizansda yasaklanmış, ancak, İmparatorluğun doğu eyaletlerindeki insanlarca akla uygun bulunmuş ve kabûl görmüştür. İslâmın da bu görüşlerden etkilenmesi olasıdır; en azından İslâmın ilk yayılma çağındaki hoşgörü siyasası ile bunlara yumuşak yaklaşılmıştır (sonradan katı kuralcılıkdan
medet uman İslâm liderlerince de “heterodoksi” takibat konusu yapılacaktır). 

Başlangıçda Bizanslı ilâhiyatçılar İslâmı, Arianizm’in bir dalı sanısı ile Hıristiyanlığın diğer mezhepleri düzeyine oturttular. Sekizinci asırda,
Halife Sarayında bulunmuş olan Şamlı Yohanna, İslâmiyete, diğer sapkın kabûl edilenler gibi, gerçek Hıristiyanlığın özünden ayrılmış bir mezhep gözü ile bakıyordu. Yeni çağlarda bazı tarihçilerden de, Nesturî cemaatinin güçsüzlüğü karşısında onun benzeri bir inanç İslâmiyetin kaçınılmaz olduğunu, Monofizist form’un İslâmın temelini oluşturduğunu ileri sürenler var *.

Araplar yeni fethettikleri eyaletlerde mükemmel bir yönetsel örgütlenme buldular. Beraberlerinde getirdikleri bir yönetim geleneği olmadığından, Halifelik kurumu da Bizansın ve kısmen de Sasanî İranının yöntemlerini ve rejimini uyguladı.

Arapların ele geçirdiği Bizans ve Pers eyaletleri “Helenistik” kültüre sahip olmuşlardı; yani antik Yunanın bilimsel, sanatsal, kavramsal ve felsefî birikimi, görgü ve göreneğine adapte olmuşlardı. Suriyede Antakya, Filistinde Kayseriye ve Gazze, özellikle Mısırdaki İskenderiye gibi serpilip gelişen kültür merkezleri yazarları, okulları, müzeleri ve yoğun entellektüel yaşamın genel atmosferi ve eski Helenistik gelenekleri ile artık Araplara aitti; ve Arapların bu antik uygarlıkların etkisinde kalmaları kaçınılmazdı. Gerçekden de Araplarda süratli ve güçlü bir kültürel gelişme kaydedildi. Arap siyasasının yedinci asır ikinci, sekizinci asır ilk yarısındaki nihaî hedefi Konstantinopolis’e sahip olmak idi. 717’de Bizans tahtına geçen Isauria hanedanı ilk temsilcisi İmparator Leo III. İmparatorluğunun en bunalımlı dönemlerinden biri ile karşılaşacaktı.

* Monofizism (Fr. Monophysisme) – Yeni-Eflâtunculuk (Nea-Platonisme) – Arianizm – Nesturîlik – Panteizm (Pantheism) Tanrı inancını akla ayanarak açıklamaya çalıştıkları için koyu Hıristiyanlar otoritelerce heretik-kafir ilân edilen bu düşünce sistemleri hakkında birbirlerini izleyen özet bir açıklama yapalım: Bir Hint doktrini olarak doğup Yunan Stoacılığına ve Yeni Platonculuğa giden “Panteizm” Endülüslü İslâm filozofu Muhyiddin-i Arabînin (tam mutabık olmasa da) “Vahdet-i Vücut – Varlık Birliği” anlayışının karşılığıdır; yani “Tanrı evren’in ruhudur; hem düşünce hem maddedir”. III. asırda İskenderiyede yaşamış olup “Monofizist” öğretinin müellifi Plotinus’a göre “Tanrı-İnsan-Evren öz birliği vardır”, İnsan “kelâmullah-ı nâtık’dır- konuşan Tanrı sözüdür”, Tanrı’nın dilidir. “İstanbul” başlıklı makalemizde
adlarını andığımız “Arius”(IV. Asır) ve “Nestorius”(V. Asır) ise gene bu anlayış temelinde, doğrudan doğruya İsa’nın insandan farklı Tanrısal bir varlık olduğu iddiasına karşı çıkmışlar; biri 325’deki İznik Konsil’inde (ruhanîler danışma kurulu), öteki 431’deki efes Konsilinde Bizans Kilisesi Patrikler Meclisince aforoz edilmişlerdir.

S ö z l ü k ç e :
Pax-Americana =
“Pax-Romana”ya benzetme yapılarak siyaset terminolojisine girmiş bir deyim. Pax-Romana, Roma Devletinin tüm Akdeniz havzasına egemen olduğu çağda, Stoacı filozof İmparator Marcus Auerilius’un, egemenliği altındaki bölge halklarına hoş görünmek amacı ile, büyük ordusunun inzibat gücü ile kurduğunu iddia ettiği evrensel barış’a verdiği isim.

İsauria = Roma (veya Nea Roma – Yeni Roma – Bizans) İmparatorları çoğu defa babadan oğula intikâl yerine, Senato tarafından, çoğu eyaletlerin soylu ailelerinden gelen liyakâtli bir komutanlardan da seçileniliyordu. Isauria ailesi de Orta Anadoluda, bugünkü Konyanın Bozkır, Hadım, Ermenek ilçelerini kapsayan eyaleti Isauria’dan gelme.

Greco-Suriyen = Yunan-Suriyeli karışımı kültür. Suriye’de ilk uygarlık yerleşim Ural-Altayik kültüre sahip Sümerlere aittir. Ondan sonra, zaman zaman hemitik-semitik Mısır, Hint-Avrupa kültüründen Hitit, Hatti, gene semitik kültürden Asur işgâllerine ve pek çok değişik etnik toplulukların birlikdeliğine sahne olan Suriye adını “Asuriye”den almış olsa gerektir. M.Ö. Bizansın eyaleti olarak Ellenistik kültüre yakınlaştı.

Helenistik = Yunanî biçimde, Yunanlı olmayıp, kültür, sanat, yaşam tarzı bakımından antik Yunana asimile olmuş.

Hellespontos = Homeros’un “Odesea” eserinde “Altın Post” efsanesine göre, üvey annesi İno’dan kanatlı ve kutsal koç’un sırtında kaçarken Çanakkale Boğazına düşüp boğulan “Helle” isimli prensesin adına izafetle bu boğaza verilen isim (Helle’nin denizi demek; bu su geçidine verilmiş daha çok isim var).

Sasanîler = 224 yılında, İranda Pers İmparatorluğunu devirip yerin alan yerel bir hükümdarlık.
Yayın Tarihi : 28 Temmuz 2006 Cuma 14:50:24


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?