27
Mayıs
2024
Pazertesi
ANASAYFA

Rus ve Sovyet Edebiyatı (108)

Sovyet Döneminde Rejime Sadık Kalmış Çağdaş Yazarlardan Örnekler

Bu örnekleri, 1987 yılında Moskova, Raduga Yayınevi yayınlarından “новые имен-Yeni İsimler” adında Mihail Kızılov tarafından derlenmiş, Andrew Bromfield tarafından İngilizceye çevrilmiş küçük öykü antolojisinden kısaltarak veriyorum.

Yeremey Aypin: 1948’de, eski Sibirya Hanlığının Tyumen (Türkçe “Tümen-onbin”) Bölgesinde doğdu. Batı Sibirya’nın bir bölgesi olan buraya bir zamanlar “Çingi-Tura- Cengiz’in Kenti” de denirdi. Tyumen’e bağlı Hanti-Mansi Özerk Okrug’u (idarî birimi) Eğitim Kolejinden mezun olan Aypin ayrıca Moskova’da Gorky Enstitüsünde Edebiyat öğrenimi aldı. Sovyet Ordusu hizmetine girdi. Radyo-TV Hanti Mansi Komitesi muhabirliği yaptı. Yerel “Oktyabr”, “Neva”, “Yunost”, “Ural” ve Sibirsky ogni gazeteleri ile haftalık “Literaturniya Rossiya-Rus Edebiyatı” dergisinde, çeşitli antoloji ve derlemelerde 1968’den itibaren yazıları çıktı. Sovyet Yazarları Birliğine üye oldu. Yazıları SSCB’ne dahilindeki diğer devletler dillerine ve Macarcaya çevrildi. Yazarın örnek olarak kısaltarak sunacağımız “Mikul’un Patikası” öyküsünü vermeden Aypin’in mensup olduğu ve hikâyenin cereyan ettiği “Hanti-Mansi” coğrafyasını ve yerli insan yapısını kısaca açıklayalım: Rusya petrol üretiminin % 51’ini karşılayan ve keza en önemli doğal gaz merkezlerinden olan, Ob ve İrtiş ırmaklarının kavuştuğu bölgedeki Hanti-Mansi nüfusu şu an 1.5 milyonu aşmıştır. Antropolojik yapısı Sibirya’nın diğer halkı Samoyedler gibi Mogol görüntülüdür. Yalnız dil ve kültürleri “Fin-Ugur” grubundandır. Ruslar tarafından Hristiyanlaştırılmış olmalarına karşın Şaman geleneklerini de korumaktadırlar.

Tayga

Mikul’un Patikası: Doğa koşullarının yoğun insan topluluklarının yaşamasına izin vermediği egzotik bir coğrafyada, daha önce de değindiğimiz üzere Komünist rejimin, Rus İmparatorluğundan devralınan topraklardaki tüm etnik grupları aydınlatma kampanyasının açıldığı bir dönemde okula gitme yükümlülüğüne bağlanan bir küçük çocuğun yaşamını odak alan öyküde çevrenin toplumsal ve doğal olguları, kent yaşamını bilmeyen, okuma yazmaya yeni başlayan fakat kendi ortamlarını çok iyi tanıyıp, ortamın doğa düzenine son derece saygılı olan halkın yaşamı son derece lirik bir uslûpla anlatılmaktadır. Öykü Mikul’un babasının ona okula başlayacağını bildirmesi ile başlar. “İyi Çalış,” der: ‘Say bakalım’ dediklerinde: ‘bir, iki, üç...” diye saymayı biliyorsun, değil mi?” “Evet, saymayı biliyorum” diye yanıtlar Mikul. “Sana okumayı öğretecekler; Rusça konuşmayı öğretecekler. Bir alay şey öğretecekler.” “Ama, ben okula gitmek istemiyorum. Ben Tayga’ya *(1) gidip kara hayvanı ve balık avlamak istiyorum. Sen de kitap okumayı yazmayı bilmiyorsun ama hayvan izi okumayı çok iyi biliyorsun.” “Ben çocukken, yakınımda okul yoktu ki... Küçük bir köyde yaşayan baba oğul bir eyyam tartışırlar. Mikul düşünür: okul, epey uzak bir mesafede, onun alışamayacağı büyük bir köydedir. Oysa o babasının yaşam tarzına hayrandır. Kendisini de donmuş karlar üzerinde oynamanın, ucu bucağını keşfetmeye doyamadığı “tayga”da kuşları, maymunları kovalamanın, sağlık kazandıran keskin ayazı yüzünde hissetmenin, reçineli çam ağaçlarının kokusunu solumanın çekiciliğinden kurtaramaz.

Erkek ren geyiği

Öykü, o çevrenin hayat okulunun, o çevrenin insanlarına, o çevrede yaşamayı daha etkin bir biçimde öğrettiğini anlatır. Mikul’un aklına, orman tavuğu avcısı büyükbabasının okuma-yazmayı bilmediğini fakat “tayga”nın tüm patikalarını karış karış bildiği, büyük bir ustalıkla kara hayvanı, kuş ve balık avladığı hemen aklına gelir. Fakat çaresiz, kaydedildiği okul’da yatılı öğretim görmek üzere ren geyiği yetiştiricisi bir ailenin çocuğu olan yuvarlak yüzlü, saf bakışlı Yegoruşka’nın eşliğinde, yanaklarını yakarcasına üşüten ayaza tahammül ederek yola çıkar. Uzun patikadan, karşılaştığı her defasında yeni ve ilginç bir şeyler bulduğu “tayga”yı tutku ile gözlemleyerek yürür. Ormandaki canlıların dillerini öğrenmiştir. Maymun ıslığını taklid edince birçok küçük yaratık koşup yanına gelir. Yegoruşka ile teslim oldukları yatılı okulda üç yıldan fazla bir süre eğitim görürler. Orada her koşula alışmışlardı; ama asla bu küçük orman yaratıklarından yoksun kalmaya tahammül edemiyorlardı. Çam ağaçlarının yaldızlanmış doruklarının tüm heybetinin manzarasını engellediği ormanın gerisinde güneşin eflâtun-sarı rengindeki yarım daire şeklindeki görüntüsü yüzüyordu. Çocuklar, bazen, okuldaki daha ileri sınıftaki Penço’nun öncülüğünde boş zamanlarında ırmak sahili boyundaki patikayı yol edinirler. Çalılar arasında yatarken buldukları mecalsiz genç ren geyiğini ve aynı cinsten hayvanları doyurmak için kavak ağacı dalları ve saman tedarikine soyunurlar. Turnaların peşine düşerler. Bunun yanında Doğa ile baş başa yaşayan, dilsiz canlılarla ilişki kuran, onlarla iletişim yollarını bulan komşu ve yakınlarının gerçek öyküleri, kendilerinin doğa içindeki doğrudan deneyimleri onlar için zengin bir bilgi kaynağıdır.

Taygadaki avcı eğittiği kurtla beraber

Evde, Mikul, babasının anlattığı ilginç doğa anılarını dinler. Babanın anlattığı bir anı, bir zamanlar yörede kalabalık olan kurt sürülerinin ehlileştirilebilir olması imiş. Avcıların güdümüne giren bir kurt ondan izin almadan rengeyiği avlamağa cesaret edemezmiş. Mikulun okula başlamadan evlerindeki Kutyuvi adındaki dişi haski (eskimo kızak köpeği) ile ilgili bir anısı olmuştu. Aile gölden avladıkları balıkları evin serin bir yerine asılan “kul kot-göl ürünleri torbası” denilen deri torbada muhafaza edermiş. Bir gün torbada delik açılıp bazı balıkların aşırıldığı görülmüş. Çok eğitimli ve itaatkâr olmasına karşın bu hırsızlığı yapacak Kutyuviden başka kimse ortada olmadığı için Mikul’un annesi onu azarlamış. Kutyuvi bir ara gözden kaybolmuş; günler sonra eve dönmüş. Kul kot’dan balık kaybı ve Kutyuvinin gözden kaybı bir kaç kez yinelenince ailenin merakı artmış. Nihayet, çok kısa süren yaz mevsiminde ailenin yıllık yaylaya çıkma göçü sırasında, gene evden kaybolan Kutyuviyi, bir köşede üç yavruyu balıklarla beslerken görmüşler. Kutyuvinin yanına da, yerel deyimle “uzun ince bacak” diye anılan bir kurt yanaşmış. Garip Kutyuvinin bu kurda aşık olduğu anlaşılır. Sahiplerini görünce kucaklarına atlayan Kutyuviyi yavruları izler. Baba kurt da tırıs tırıs kervanın peşine takılır.

 

Mikulun babası her akşamki olağan söyleşilerinin biri de şudur: “Bir avcı büyük ölçekte avlanma niyeti ile evinden uzaklaşıp ırmak kenarında yosunlu toprak üzerinde kamp yapmış, serdiği döşeğin üstüne yatmadan önce kendini sivrisineklerden korumak için cibinlik germiş. Uyurken bir ara yüzüne su damlatıldığını hissetmiş. Yağmur başladığı sanısı ile bir gözünü araladığında toprak üstünde tok ayak sesleri ve homurtu duymuş. Bir ayı ırmaktan avuçlarına aldığı suyu gidip gelip avcının yüzüne serpiyormuş. Mikul babasına neden ayının doğrudan doğruya avcıyı öldürmediğini sorar. Babası, ona hayvanlarda da ruh asaleti olduğu, kendi alanına tecavüz etmiş olsa da gaflet içindeki bir yaratığa habersiz kötülük yapmanın günah olacağı, önce onu uyarma gerektiği bilincinin bulunduğu; bazen sırf eğlence olsun diye insanlarla gır gır geçtiği; nitekim bu ayının da avcıyı uyandırdıktan sonra yanından ayrıldığı; genellikle ayıların ölü taklidi yapan insanlara hiç dokunmadıkları yanıtını vermiş.

Ayıların doğası ile ilgili olarak komşuları Demyan’ın bir deneyimi de ilginçtir. Kızağı ile değirmenden taşıdığı bir çuval unun, dinlenmek için gecelediği bir durak mahâllinde sabahleyin darma dağın edildiğini görünce çılgına dönen Demyan’a civardaki çobanlar bu işi bir ayının yaptığını söylerler. Ayı her hâlde kendine göre yiyecek lezzetli bir şey aramış; bulamayınca, cazip bulmadığı unu dağıtıp etrafa savurmuş. Boş çuvalı da parça parça etmiş. Demyan etrafına kümelenen çobanlara: “Ona çok temiz bir ders vereceğim!” der. Çobanlardan biri: “Sanırım, fırınlanmış çörek ya da kek türü şeyler onu sevindirir; un’un yüzüne bakmazdı,” fikrini ileri sürer. Ama Demyan, bir daha taşıyacağı zahirenin yanında ayıyı hoşnut edecek bir ikramın kendisi için daha güvenli olacağını kabûl etmek yerine ondan intikam almayı kafasına koymuştur. “Er ya da geç, benim yoluma yeniden çıkacak; ben ona gününü göstereceğim!” der. Eve pür hiddet geldiğinde karısı da çobanlara hak verir: “Sen de zavallı hayvanı sevmediği bir şeyle düş kırıklığına uğratmışsın!” der.

Ren geyiği kızağı

Demyan kinini bastıramamıştır. Hayvanın işini bitirecektir. Ama onunla yolları bir türlü çakışmaz. Temmuz ayı geldiğinde ayılar bataklık yörelerde otlanırlar. Ağustosta çam ormanına dalarlar. Eylülde ise Demyan’ın kendisi sırtında karabinası otlaklarda av peşindedir. Sonunda ayıyı unutmuştur. Bir gün dört erkek ren geyiği koşulu kızağı ile avdan dönmektedir. Ilımlı güz güneşi altında gözlerini kısarak etraftaki hayvan stokunun miktarını ve yaralı, hasta hayvan olup olmadığını tesbite çalışmaktadır. Sürekli etrafı kolaçan ettiğinden, bir ara epey geriden boz ayının yol almakta olduğunu; fakat onun kendisini ve dört geyik koşulu kızağını fark etmediğini görür. Kuvvetle dizginlere asılır; kızağı durdurur. Genelde büyük hayvanları yakalamak için “lasso” denen kemendini kullanır. Fakat bu defa kemendi yanına almayı unutmuş olacak ki kızaktaki yerinde olmadığını görür. Ayı geyikleri ve adamı görmüş onlarla savaşmak için iştahı açılmıştır. Doğru üzerlerine gelir. Geyikler ürker, kaçmaya savaşırlar. Fakat Demyan dizginleri bırakmaz. Kızak dengesiz bir biçimde sağa sola savrulur; kendi çevresinde döner. Dokuz yıl süre ile kollektif çiftliğin sürüsünü otlatan Demyan geyik koşulu kızağı yönetmede fazla deneyimli değildir. O kargaşada öfkeli ayı yetişerek kızağa yüklenir. İyice paniklemiş geyikler çılgın gibi koşmaya başlarlar. Dizgin milinin sağ tarafındaki ard arda koşulu bir çift geyiğin bağlı olduğu kayış takımı kopar. Sonra sol taraftaki geyik çifti de milden ayrılır. Her iki çift ayrı yönlere kaçarlar. Demyan yokuş aşağı karlar üzerinde kendiliğinden kayan kızağın üstüne atlamış ayı ile yüz yüze, göz göze kalır. Ortalık allak bullaktır. Kaçan dört aygır geyik, karlar üstünde denetimsiz sürüklenen kızak etraflarındaki hayvanlara, bitki örtüsüne, ağaçlara çarpa çarpa yol alırlar. Ertesi gün ırmak kenarına gelen çobanlar kızak ve üstündekilerin akıbetini bıraktıkları izlerden araştırırlar. Hepsini de sağ salim bulurlar. Ayı da sağ olsa gerektir ama bu cehennemî yolculukta çok sersemlemiş olacak ki o da ortalıktan toz olmuştur. Çevre ile empati yapabilen bilge hemşehrilerinin tersine bu erdemden pek nasibini almamış olup tutkusuna kapılan Demyan da saatler boyu yüreğini ağzına getiren bu istem dışı macera ile dersini almıştır.

Bir gece Mikul ile söyleşilerinde babası, onun bir sorusuna karşı soylarının çok eskiye dayandığını; ailenin ilk kurucusunun bir kunduz olduğunu söyler (bu bir efsane de olsa, demek ki kentlerden soyutlanmış, okur yazar olmayan Hanti Mansi halkı “Evrim Teorisi”ne parelel fikirler üretebilirmiş). Baba sadece kendi ailelerinin değil başka soyadı taşıyan köy halkının hepsinin köklerinin kunduza dayandığını; şimdilerde yakın çevrede pek rastlanmayan ve küçük zayıf hayvanlar olan kunduzların eskiden buraların çok kalabalık iri yarı güçlü sakinleri olduğunu; fakat çarlar zamanında çok değerli postlarına tamamen insafsızca avlandıklarını büyük baba orman tavuğu avcısından naklen anlatarak artık bunların tekrar çoğalacakları, varlıkları ile tayganın görünümünü zenginleştirecekleri umudunu dile getirir.

Bir gün, Mikul kanosu ile ırmak boyunca yakınlarındaki hüzünlü izlenimi veren sakin, üstünde güneş ışınlarının kırpıştığı gölün kenarına inmiştir. Yakınlarda güz bulutlarının gölgelediği bir ayı hareketsiz yere uzanmıştır. Civardaki kimsenin bir ayıyı silahla vurmayacağını bilir. Avcı dedesinden bir ayının hastalık ya da ileri yaş nedeni ile orta yerde yatmayacağını öğrenmiştir. Tayga sebep-sonuç ilişkisinin en net görüldüğü bir alandır. Meydanda yatan bir ayı mutlaka bir saldırıya uğramış olmalıdır. Mikul kanosu ile ilerle sahilde çalıların ve yosunların ezildiğini gözlemlediği bir noktada demir atarak karaya çıkar. Islak yosunlardaki toynak izlerini hemen yakalayarak bu iz boyunca yürür ve bir kavak korusuna girer. Yerel adı “uapiti” (beyaz geyik olan) bir canlının yan yattığını ve acı içinde ön pençeleri ile yosunluk kili tırmaladığını görür. Ayının hasmını bulmuştur. Yazar, Mikul’un birbirlerini yaralayan iki tayga sakininin tanık olamadığı mücadelesinin tüm ayrıntılarını onların yaralarından sürüklendikleri yollardaki izlerinden nasıl çözümlediğini son derece edebî bir dille açıklamaktadır.

Bir gün Mikul’un babası, ırmağın yüksek kenarındaki alanı göstererek: “Burası bir zamanlar kutsal bir alanmış; şu tepenin üstünde tanrılar yaşarmış.” demişti; “Eskilerin dediklerine göre onlar sema’ya çıkmışlar ve arzı insanlara terk etmişler. Onlara bu kutsal yerleri korumalarını ve ağaçlara, bitkilere ve keza hayvanlara, balıklara kesin ihtiyaç olmadıkça dokunmamalarını emretmişler. Özenle korunan bu alanda tüm canlılar gelişip o görkemli taygayı oluşturmuşlar. Üç asırdan fazla bir süre dokunulmazlığı korunan doğa tüm güzelliği ve haşmeti ile kalmış. Ölen canlıların yerini dengeli bir düzende yeni doğanlar almış.

*(1) Tayga: (Türkçe-Mogolca) Kuzeyde Avrasya Güneyde tunduralarla sınırlı fasılasız bir kuşak hâlinde uzanan kozalaklı ağaçlardan oluşan orman örtüsü.
 

Yayın Tarihi : 15 Haziran 2013 Cumartesi 17:33:32


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?