27
Mayıs
2024
Pazertesi
ANASAYFA

Rus ve Sovyet Edebiyatı (110)

Dmitro Keşelya 1952 yılında, Ukrayna, Transkarpatya’da doğdu. Lise öğrenimini tamamladıktan sonra Ujgorod Devlet Üniversitesine girdi. Daha sonra, Ujgorod RTV Bölgesel Komitesinde muhabirlik görevi aldı. 1967’de bölgesel gazetelerde yazıları çıktı. Ukrayna dilinde iki kitap yazdı. 1981’de, Molodaya Guardiya Yayınlarından ilk Rusça kitabı çıktı. Sovyet Yazarları Birliği üyeliği yaptı. Eserleri Sovyetler Birliğine dahil çeşitli ulusal dillere çevrildi.

Sıcak Toprak öyküsünü örnek olarak veriyoruz:

Öykü bir çocuk ağzından anlatılır. Kollektif çiftlik yönetim kurulu başkanlığı yaparken öldürülen Mikola Amcasının defin töreninin hemen ertesi sabahı babası Dmitro katilinin peşine düşecektir. Cinayeti tahkik için Jandarmalar gelmişler ama bir ipucu bulamamışlardı. Öykünün gerisini küçük Dmitri’nin ağzından kısaltarak izleyelim.

Büyük anne Petrulya, anneme, yemin ederek: “Mikolayı tabuta koyarlarken, aralanan sağ gözünün donup kalmış göz bebeğinde Pavel Gazdik’in korkunç yüzünü farkettiğini; işittiğine göre cinayet anında bir katilin görüntüsünün kurbanın gözünde sabit kalabildiğini,” söylemişti.

Zaten tek şüphelinin Gazdik olduğunu kabûl eden Babam da, vaka yerinde kendince bir araştırma yapmaya niyetlenmişti. Atları ahır dışına çıkardı. Onların sularını verip koşumlarını geçirdi. Ben kağnı arabasına samanlıktan aldığım bir kucak samanı yerleştirip kendime bir rahat koltuk hazırladım. Annem benim için endişeleniyordu. “Dmitri, sen nereye gidiyorsun. Senin için çok tehlikeli. Canını sevmiyor musun?” Arabaya halam da binmişti. Babam öfke ile: “Açın çiftlik kapılarını!” diye bağırdı. Annem: “Hiç olmazsa oğlan evde kalsın!” dedi. Babam: “Ona hiç bir şey olmaz!” diye bağırınca yola koyulduk. Atlar babamın küçük kardeşi Petro Amcanın çiftlik kapısında durdular. Leylekler göç ediyorlardı. Ekimin ikinci yarısı olmasına rağmen çok yumuşak ve ılık bir hava vardı. Petro Amcanın uykuda olduğunu öğrenen babam gazaba gelip bağırmaya başladı. Halam, ağlayarak: “Petro’yu rahat bırak!” diye onu yatıştırmaya çalışıyordu. Babam asık suratla atları yokuşa vurdu. Kollektif çiftlik tesisi tüm çiftçileri telaşlandırmış, ilk önce ne yapacaklarını şaşırmışlardı. Sonra yararını kabûl etmişler ve Bu Devlet çiftliği idaresi ile görevlendirilen Mikola Amcaya katılım başvurularını yapmışlardı. Bireysel çiftlik sahibi olarak sadece: “Ben kimsenin malını çalmadım; kendi çiftliğimi de kimse ile paylaşmam!” diyen Gazdik kalmıştı. “Dert etme, Pavel, köylü zaten katılımcıdır.” diyen Mikola Amcaya, tehditkâr bir tonda: “Zaten iki karışlık arazim var; ondan da mı yoksun kalayım?” diye hırçınlaşmıştı. Aynı iddialar, Gazdik’in karısı Marta tarafından Büyük anne Petrulya’ya da tekrarlanmıştı. Mikola’nın mezarı başında ise sahte göz yaşları döken Marta’ya, komşular tarafından, Mikolanın ölümünü Gaynal’ların affetmeyecekleri hatırlatılmıştı.

Mikola Amcanın ölü bulunduğu Çervenitsa Tepesinin eteğini çeviren Polyatin tarlaları içindeki Gazdik’in yüksek çitlerle çevrili koruluğuna geldik. Koruluk sessizlik içinde idi. Etrafta kimse yoktu. Ben kağnıda ayağa kalkarak evin pencerelerini kolaçan ettim ve birinde Gazdik’in meşum bakışları ile karşılaştım. Tarımsal değeri yüksek olan Polyatin tarlaları miras ve iyelik kavgaları, yoksulluğun toprak satışına zorlaması yüzünden çok canlar yakmıştı. Sadece yağmurla değil, göz yaşı, ter, baba ve kardeş kanları ile sulanmıştı. Burada insan toprağı değil toprak insanı yönetiyordu. Polyatin tarlalarının sadece üçte biri Gazdik ailesine ait iken bu payı, baba Gazdik çocukları Maria, Pavel (Pavlo) ve kendisi arasında bölmüş. Fakat oğlunun güvenilmez, haşin doğasını bildiği için henüz üzerine tapu tescilini yapmamıştı. Onbeş yıl kadar öncesi bir sıcak Haziran günü baba oğul hasst yaparlarken yaşlı adam acı bir çığlıkla bir fındık ağacının yanına serilivermiş. “Yılan, yılan ısırdı beni!” diye sol kolunu tutuyormuş. Pavlo koşmuş; babasının gömleğini yırtmış. Kızaran ve şişen yaradan ine kan sızıntıları geliyormuş. Köylüler pomadlar ve sair ilaçlar uygulamışlar ama zavallı yaşlı adam şifa bulmamış; nihayet bilincini yitirmiş. Akşam olunca kendine gelmiş; güvenilir bir tedavi için doktor getirmelerini istemiş. Pavel: “Ne doktoru?!” demiş: “Doktor kentte..” Yaralı adamcağız da kendi toprak payını satıp bedeli ile bir an önce tedavi olmak üzere kente gitmek istediğini; Pavel’in payına dokunmayacağını söylemiş. Bu söze Pavel isyan etmiş; bağırarak: “Yani mülkümüzü yabana mı vereceksin?” demiş: Sonra aklı başına gelince adamın bu acılı anında tepki vereceğine durumu idare etme gereğini idrak etmiş: “Babacığım, vakit hiç elverişli değil; gece vakti dağlık yollarda binbir tehlike var; Zaten doktorun da faydalı olabileceğini sanmam.” demiş. Baba, yalvarmalarının sonuç vermediğini görünce: “Yılan beni değil senin yüreğini sokmuş!” diyerek kıvranmaya devam etmiş ve uzun süre acılar çektikten sonra yaşamını yitirmiş. Kıtlık ve sefalet yılları otuzlarda Gazdik buranın hemen her metre karesini gasbetmişti. Eline geçirdiği son çiftlik de, bir güz gecesi nasıl çıktığı belli olmayan bir yangın afetine uğrayıp tüm ürünlerini ve sürüsünü yitiren dul kız kardeşi Maria’dan yok pahasına satın aldığı idi. Zavallı kadın, sımsıkı tutarken avucunu kanatan bu paranın kendine hiç hayır getirmeyeceğini hissetmiş; sattığı toprak karşılığı iade etmek üzere kardeşine müracaatında çok kaba bir şekilde kovulmuştu. Kadın, avucundaki kanı göstererek: “Bak ağam dikkat et; senin bu paran kanlı!” ikazını yapmıştı. Oradan gitmeyince Pavel tarafından yaka paça çiftlik kapısı dışına sürüklenmiş. Cinnet getirip iki gün boyunca kapı önünde beklemeye koyulmuş. Bu süre içinde çiftlikten kimse ona su, yiyecek vermemiş. Daha sonra ortadan kaybolmuş; nereye gittiğini kimse öğrenememiş.

Babam: “Haydi, harekete geçelim!” dedi. Atları arabadan çözerek, birleşik gemleri ile bana teslim etti. Aklımda Marta’nın çığlıkları vardı. Atları çekemiyordum. Ne yapmak istediğini henüz anlamadığım babam benim eve dönmemin daha iyi olacağını söyleyince utandım. Burada ona yardımcı olacağımı teyid ettim. Güz sisi koyulaşmış; birbirimizden uzaklaşan görüntülerini kaybetmeye başlamıştık. Bir ara babamın ve iki atın zemine kaydığını görür gibi oldum. Dizleri üzerine çöktü ve göğsüne kadar yere gömüldü. Toprak benim ayaklarımın altında kaymaya başladı. Hava ağırlaşmış, boğucu hâle gelmişti. Babam uzaktan haykırarak: “Sana eve gitmeni söylemiştim!” dedi. Göz yaşları içinde: “Senin toprağa gömülmekte olduğunu sanmıştım,“ diyebildim. Babam mahzun bir bakışla gülümsedi. Bu alan gaddar Gazdik’in kız kardeşi Maria’nın ona sattığı ve kaybolduğu topraklardandı. 1944 yılında da çekilmekte olan Almanlarla bizim askerlerin arasında şiddetli çarpışmaların burada gerçekleştiğini anlatırlardı. O çatışmanın cereyanından bir gün sonra köyün ayyaşlarından Vasil Propeisvet buradan geçerken gördüğü iki Alman askeri cesedinin varlığını Gazdik’e haber verince sapsarı kesilen herif bir ata atlayıp dört nala Polyatin tarlalarına yönelmiş. İzlere göre başka bir yerde ağır yaralanan askerlerin sürünerek buraya sığınmak istedikleri, burada can verdikleri belli imiş. Bunların yanına gelen Gazdik. “Arazimde ne arıyordunuz?!.” diye küfürler edip suratlarını tekmeledikten sonra bir çukur açıp cesetleri gömmüş. Babam atları gemleri ile getirmemi istedi. Onlar sayesinde bataktan kurtuldu. Mikola Amcanın dul eşi Anna da matem giysileri ile arkadan sökün etmişti. Yetersiz tarlaları ile fakirane bir yaşam geçirmelerine rağmen biz onları en mutlu çift olarak tanımıştık. Bize yeniden kocasının mezarını ziyarete çıktığını; yolda Gazdik’e rastlayınca: “Pavel, Mikola’yı burada kim mezara soktu?” diye sorduğunu; herifin: “Ne bileyim; benim çift sürmekten başka bir şey gözüm görmüyor ki! Defol yolumdan” diye aksilendiğini nakletti. Mola verip nevalemizi açıkta yerken, babam Pavel’in babasını ölüme terkettiği o meşum gecenin öyküsünü bana anlatıyordu. Gece olup mehtap çıktığında Gazdik de Anna’yı izleyerek yanlarına gelmişti. Kollektivizasyonun artık Sovyetlerin her yanına yayılmasının önüne geçilemeyeceği için o da sımsıkı sarıldığı bu toprakların artık ayaklarının altından kaydığını hissediyordu; dehşet içinde idi. Babama: “Dmitri, hangi şeytanî düşünce seni benim arazime sevketti? Ben senin sınırını aştım mı?” diye sordu. “Beni buraya vicdanım getirdi. Sen benim sınırımı aşmadın ama sınırım dışındaki toprakların saban izlerinde kan var. Sen masum insanların kanları pahasına Polyatin topraklarının iyeliğine kondun. Gazdik babamın üzerine yürüyüp gömleğinin yakasına yapıştı: “Hemen terket tarlamı!” Babam hayret verici bir soğukkanlılıkla: “Pavlo, burayı ben terkedersem başkaları gelecek. Artık bu topraklar senin değil! Devletin, anlamıyor musun?” “Git! Ben buraya hiç kimseyi sokmayacağım.” “Gitmem; buradan gitmeme canını aldığın kardeşim müsaade etmez.” Gazdik sarardı, yorgun bir sesle fakat ısrarla gitmemiz gerektiğini tekrarladı. Petro Amca da alana gelmiş; daha genç olmanın verdiği enerji ve bir tür çılgınlık ile tek başına sınır çitlerini sökmeye; duvarlara omuz atmaya başladı. Tümüyle cinnet getirmiş Gazdik ise saban izlerinde düşe kalka çiftliğe koşmaktadır. Az sonra çiftlik tesislerinden, ambarlardan ateşler, dumanlar yükselir. Grup yangın mahâlline koşar; fakat sağlam bir şey kalmamıştır. Gazdik, kömür ve kül yığını hâline gelmiş evinin önünde bağdaş kurmuştur. Babam: “Niye bunu yaptın Pavlo?” diye sorar. “Senin eline geçmesin diye!” “Hayır, Pavlo, sen çiftliği yakmadın; kendini yaktın!”

Yuri Sergeyev: 1948’de, (1925-1961 yılları arasında “Stalingrad” adını taşıyan ve II. Dünya Savaşında Nazilere karşı en büyük direnmenin verildiği için 1945’de “Kahraman Kent” unvanı alan) Volgograd kentinde doğdu. Jeolojik Araştırmalar Novoçerkassk Yüksek Okulundan mezun oldu. Yakutistan ve Uzak Doğuda jeolog, Cevher Çıkarım Enstitüsünde araştırma mühendisi olarak calıştı. “Onur Rozeti” ile ödüllendirildi. Eserleri Polyarnaya zvezda, Literaturniya uçoba gazetelerinde ve “Literaturniya Rossiya” haftalık dergisinde yayınlandı. 1982’de yayınlanan ilk kitabı “Kralî Av” için genç müelliflerin en güzel eseri Gorky Edebiyat Birliği yarışmasında diploma aldı. Eserleri SSCB üye Devletleri dillerine çevrildi.

Şubin ve Kazları” adındaki öyküsünün özetini veriyoruz:

Şubin becerikli ve güvenilir bir girişimci olarak ün yapmıştı. Yakutistan’a gelince ona bir daire ve arazi tahsis edildi. Hemen kendine tomruklardan bir hamam ve sera inşa etti. Arazinin bir bölümünü sebze bahçesi yaptı; diğer bölümünü ekilmek üzere nadasa bıraktı. Arı gibi çalışırken onun hâline gülenler de vardı gıpta edenler de... Bir süre sonra memleketi Beyaz Rusya’dan yanına eşi ile aralarında bir yaş fark olan kız çocuklarını da getirdi. Babası gibi çalışkan olan büyük kız Nastya güzün okula başlıyordu. Küçüğü ip atlama, sek sek gibi oyunlarını sürdürüyordu. Devamlı babasına yardım eden Nastya’yı annesi kendini okula hazırlaması için ikaz ediyordu. Konstantin Trofimiç Şubinin çocukluğu çok zor ve yoksunluk içinde geçmiş; küçük kardeşlerinin bakımı için anasına yardımcı olmuştu. Babası savaşta aldığı yaralardan iflah etmeyip, Nazilere karşı kazanılan zaferden beş yıl sonra vefat etmişti. Üç küçük kardeşi yüksek tahsillerini tamamladıkları hâlde o kamyon sürücülüğü yaparak evin geçimini sağlamak zorunda kaldığı için öğrenimi gecikmişti. Ama mesleğini de seviyordu. Kendisine teslim ettikleri eski model ve yıpranmış KrAZ * (1) kamyonu özenli bakımı ile kısa zamanda tümüyle yeni hâle getirmişti. Bu kamyonla dolaşıp yeni ufuklar görmekten sonsuz zevk alıyordu. Yakutistan’ın Çulman kenti ile Bolşoy Nevier arasındaki, yarısı dağlar üzerinden geçen sekizyüz km.den uzun yol devamlı görev aldığı ve yük taşıması yaptığı hattı. Mahallesindeki çocuklara karşı da çok sıcaktı. Çocuklar ondan hiç çekinmeden şakalaşır; her sorunlarını: “Yardım et, Kostya amca,” diye onunla paylaşırlardı. Henüz kırkına varmamış bu adam, halka çeşitli hizmetler verdiği mahallesinde ne kadar sevilip sayılıyorsa, yük taşıdığı kamyonlarla tozlu, dumanlı, tipili, sağanaklı, trafik sıkışıklığı ve kazalardan daralan yollara vurduğunda da sorunlara hızır gibi yetişen bir melekti adeta.

Gene aynı hatta, meslektaşları ile konvoy halinde sefer yaparken, 1970’ler 80’ler arası faaliyette olan “Baykal-Amur Demiryolu Hattı” projesinin merkezi olan Tynda kasabası yolu üzerinde iken bir kaz sürüsüne rastladı. Acı soğuktan çok fena etkilenmiş ve ıslanmış tüyleri buz kalıbı hâline dönmüş hayvanlar kamyonun önünü kuşatıvermişlerdi. Şubin kamyonu frenledi. Kazlar açılan kapıya saldırdılar. Şubin de onları şefkâtle yanına yöresine yerleştirmeye çalışırken üstü başı tüy içinde kaldı. Zorlukla mola vereceği kantine gitti. Orada aynı taşıma kurumunda çalışan kendinden kıdemsiz meslektaşları Gennadi ve Ivan onun kaz tüyleri içindeki hâline çok şaşırmışlardı: “Nerede kaldın Trofimiç; kaynananın kuştüyü yatağında mı uyuyup kaldın?” diye sordular. “Küçük bir kaz avı yaptım. Onları Yeni Yılı kutlarken yemek üzere besleyeceğim.” Çok merak eden arkadaşları kamyonun şoför mahâlline gidip kazlara baktılar. Gennadi: “Altı tane imiş. Birini bana verir misin, Trofimiç? Handaki hizmetkâr kızlarla, kızarmış elma ve şarapla kendimize bir ziyafet çekeriz.” dedi. “Vereyim de handaki kızlarla ziyan etme; sat parasını eve götür. Ivan, sen de bir tane ister misin?” “Hayır, istemem; bırak yollarına gitsinler!” “Hayır bırakmam. Güçleri kalmamış; beslenmeleri lâzım. Her şeyden önce şu buzlarla birbirine yapışmış tüylerini temizleyip kurtaralım.” Ve bu minval konuşmalardan sonra ellerini ceketinin eteklerine silip aracına gitti. Ayazda titreyen parmakları ile kazların gagalarına kara buğday vererek onları besledi. Bu rikkatli doğasına, arkadaşlarının ona verdikleri “Demir Kostya” takma adı hiç yakışmıyordu. Dönüş yoluna çıktığında, aynı yol üzerinde sürekli işledikleri için artık akraba gibi olduğu diğer araç sürücülerini sıcaklıkla selamlar onlardan hemen ayrılma zorunluluğu yüreğini sızlatırdı. Kazlar artık bir kamyonun şoför mahâllindeki zahmet verici geziden de bıkmışlardı; tundra tepelerinde doğdukları çalı ve samandan yuvalarını özlüyorlardı. Sinmiş, ürkmüş hâlinden sıyrılan ana kaz otoriter tavır almış; palazlarını: “Kaaa! Kaaa!” diye azarlıyordu. Güz mevsimine girmiş tayga’nın ışıldayan ırmakları yanından, siyah tomrukdan inşa edilmiş evleri olan köylerin sokaklarından kükreyerek geçen aracın içinde taygaya veda ediyorlardı. Karanlık basarken adını bilmedikleri bir ırmak kenarında durdular. Ana kaz bir yandan uyuyan sürüsüne göz kulak olurken bir yandan adamı dikizliyordu. Şubin radyatör’ün suyunu ikmâl edecekti. Kapıyı açtığında yaşlı kaz yerinden sıçrayarak açık havaya çıktı ve derin derin soludu. Kamyonun hareketlerinin ninni etkisi yaptığı yavru kazlara da seslendi ama onlar tatlı uykularını terketmek niyetinde değildiler. Nevier’e gece varıldı. Şubin handa sabaha kadar uyudu. Sabah Ivan karşısına çıktı: “Trofimiç,” dedi: “bırak şu yaban kazlarını. Anneme yazıp, ondan bizim bildiğimiz hindiye benzer, tombul ehli kazlardan altı tane isteyeceğim.” Şubin: “Vanya,” dedi: “İşime karışma. Eve vardığımda, sana daha rahat açıklarım. Senin kazlarına ihtiyacım yok. Şu garipleri şurada besleyelim.” Aralarında ciddî bir gerginlik çıktı. Ivan acelesi olduğunu, hemen toparlanıp gideceğini söyledi. Şubin ona konvoydan ayrılmamasını ihtar etti. Ama Ivan beklemedi. Öğlen yemeğinden sonra konvoy yola çıktı. Hava açıktı. Güzün sararttığı yapraklar sanki dağları-sarı alevler içinde yanıyormuş gibi gösteriyordu. Çetin yollardan tan yeri ağarmadan garaja varıldı. Kazlar da aralarında konuşuyorlarmış gibi sesler çıkarıyorlardı. Şubin evinin önüne geldi. Eli kolu boş geldiği pek olmadığı için pencerenin altında motor homurtuları işiten karısı mantosunu giyip ona yardım etmeye dışarı çıktı. Kazları görünce çok şaşırdı: “Nereden aldın bunları? Önümüzde uzun bir kış var; nasıl besleyeceğiz?” “Yaban kazları bunlar. Ayazdan telef olacaklardı; yanıma aldım. Noel yortusunda kesip yeriz bunları.” “Sen bunları Nastya ile Şura’ya gece yatakta masal diye anlat! Bu yaban kazlarının nesi yenir?” Çocuklar uyandıktan sonra kahvaltıya başlanır. Küçük Şura babasının kucağına oturur. Nastya babasına ne getirdiğini sorar. Şubin tayga’da başı boş kalmış, soğuktan donmak üzere olan altı kaz aldığını; bunları belki Noelde keseceklerini; fakat her hâlü kârda dışarı bırakamayacağını soğuktan ve yol yorgunluğundan güçten düştüklerini söyler. Kızlar çok merak edince banyonun methâlinde muhafazaya aldığı hayvanları onlara gösterir. Ana kaz yavrularına bir şey yaparlar kaygısı ile kızlara tıslar. Kızlar yavruları çok sevmişlerdir. Nastya: “Ben bunları yemem!” der; uçup uçmadıklarını sorar. Babası yabanî kazların uçtuğunu söyler. Bahçeye çıkarılan kazlar çok mutlu olmuşlardır. Çocuklar da bu mutluluğa katılırlar.

* (1) KrAZ (ya da AvtoKrAZ) : Açılımı Ukrayna dilinde “Kremençutsky Avtomobilny Zavod Kremençuk Otomobil Fabrikası” olan Ukrayna, Kremençuk’taki kamyon ve özel amaçlı taşıt araçları, ağır hizmet araçları fabrikası ve bunun finans servisi ve bu araçlara verilen marka.
 

Yayın Tarihi : 26 Haziran 2013 Çarşamba 10:45:44


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?