13
Haziran
2025
Cuma
ANASAYFA

Rus ve Sovyet Edebiyatı (74)

Ivan Alekseyeviç Bunin II

San Francisco’lu Beyefendi

Bunin, Nobel Ödülü aldığı 1933 yılında

1915’de yayınlandığına ve D. H. Lawrence’in İngilizceye çevirdiğine değindiğimiz bu öykünün ortaya çıkışını Bunin, Alman yazarı Thomas Mann’ın 1912’de neşrettiği “Venedikte Ölüm” kısa romanının verdiği esinle açıklamaktadır. Kendisinin de Capri’deki ikameti sırasında oradaki turistlerden bir Amerikalının Quisisana Otelinde yemekten sonra ânî ölümü bununla ilgili bir öykü yazma dürtüsü yaratmış ve öyküyü dört gün içinde yazıp bitirmiş. Bu olay dışında öykünün geri kalanı tümüyle hayâl ürünü imiş.

Öykü, artık ne Napoli’de ne de Capri’de adı hatırlanmayan ABD.li, San Franciscolu bir bay’ın karısı ve kızı ile uzun bir Dünya gezisi tasarlayıp Avrupa’ya doğru yola çıkması ile başlar. Dinlenmeyi, uzun bir konforlu geziye çıkmayı, eğlenmeyi kesinlikle hak ettiğine kendisini ikna etmiştir. Bu kanaati edinmede iki saik rôl oynamıştır: öncelikle yeterince varlık edinmiştir; ikinci olarak ellisekiz yaşına rağmen, kendini yaşamın zevklerine bırakmaya hazır hissetmektedir. O ana kadar gerçekte yaşamamış; sadece maddeten mevcut olmuştur. En çekici umutlarının gerçekleşmesini geleceğe ötelemiş; hiç usanmadan kendini yorup tüketmiştir –işlerinde istihdam etmek üzere binlercesini yanına aldığı Çinliler bunun anlamını iyi bilirler - ; nihayet kendisine yaşam modeli aldıklarının düzeyine; onlar gibi yaşama anının geldiğine aklı yatmıştır. Artık ait olduğu sınıfın insanları gibi zevk dünyasına, Avrupa, Hindistan, Mısır gezileri ile adımını atacak; meşakkatle geçen uzun yılların ödülünü alacaktır. Bu kararından karısı ve kızı hesabına da memnundur. Karısı, şimdiye kadar emsallerinin etkisine fazla kapılıp kaprisler yapan bir hatun olmamıştı ama; ne de olsa tüm yaşı geçmeye başlamış Amerikan kadınları gibi seyahate can atıyordu. Evlenme yaşına gelmiş olup biraz mariz yapılı kızına gelince onun tamamen seyahate ihtiyacı vardı. Sağlık mülâhazaları bir yana mutlu tanışma olanakları her zaman zuhur edebilirdi. Kim bilir, aynı masada bir prensle yemek yenebilir ya da bir müzede bir mülti milyonerle yan yana aynı freskoları seyrediyor olabilirdi.

San Franciscolu Bayımızın seyahat planı çok geniş tutulmuştu. Aralık ve Ocağı Güney İtalya güneşinin, antik anıtlarının, tarantella dansının, serenadlarının, gezginci halk ozanlarının türkü ve şiirlerinin keyfini çıkararak geçirecekti. Hele o yaşa kadar çok özlediği Napolili kızlarla oynaşmayı ne kadar da hayâl ediyordu. Yılın o mevsiminde, muhteşem otellerde, göz kamaştıran giysileri, oturdukları taht ve koltukların istikrarı, savaş ilân kararı alma gibi siyasî yetkilerle donanarak uygarlığın nimet ve erdeminden nasiplenmiş en seçkin sosyete mensuplarının toplaşma mekânı olan Nice ve Monte Carlo’da karnaval günlerini geçirmeyi hesaplamıştı. Bu insanların bazıları otomobil ve tekne yarışları, bir bölümü rulet masası başında bir yandan oyun oynama öte yandan flörtlerle oyalanma, diğerleri unutmabeni çiçeği rengindeki deniz manzarasının seyredildiği zümrüt yeşili çayırlarda güvercin avlamaya adamışlardı vakitlerini... Martın başında Floransa’yı görmeyi, Paskalya yortusunda Paris’in kiliselerinde “Miserere” (mezmurlardan bir parça) dinlemeyi arzu ediyordu. Planlarında kapsamlı bir Venedik, Paris ziyareti, Sevilla’da boğa güreşi seyretme, Britanya Adalarında banyo sefası, Atina, İstanbul, Filistin, Mısır ve doğal olarak dönüş yolunda Japonya’ya uğramak da vardı.

Cebelitarık’a yaklaştıklarında Kasım sonu idi. Gemi Okyanusu geçinceye kadar, buz gibi soğuk bir karanlık içinde yol almış ya da ıslak karla yıkandığı denizler aşmış; ama hiç kaza geçirmemişti; gemi hiç sallanmamıştı bile. Hepsi yüksek sınıftan, önemli kişiler olan yolcuların sayısı çok fazla idi. Eh, gemi de ünlü “Atlantis”di ve en pahalı Avrupa otellerine benziyor; aynı konforu taşıyordu. Gece hizmete açılan bir içki barı, Şark hamamları, hatta içinde yayınlanan kendi gazetesi de vardı. Kaptan dev cüssesi, kızıl saçları, altın şeritli üniforması, yolculara verdiği tam güven ile Pagan Tanrıları kadar heybetli görünüyordu. Gemi içinde yaşam alabildiğine aristokratikti. Yolcular sabah erkenden bir düdüğün tiz sesi ile uyandırılıyor; gemi sis içinde ağır ağır ilerlerken üzerlerinden gecenin hüznünü atmaya çalışıyorlardı. Pazen pijamaları içinde kahvelerini, çikolatalarını, kakaolarını alıyorlar; mermer banyolarına yerleşiyorlardı. Sabah egzersizlerini yaptıktan sonra o gün giyecekleri kostümleri seçiyorlar; kahvaltı salonuna gidiyorlardı. Saat 11’e kadar ya güvertede Okyanusun serin havasını soluyarak yürüyüş yapıyorlardı ya da masa tenisi oynuyor veya iştahlarını açacak başka sporlar yapıyorlardı. Saat 11’de kuşluk kahvaltısı servisi yapılıyordu. Zengin kahvaltı ile yeterince besleyici olmasına karşın gazeteler mütalaa edilirken sabırsızlıkla öğlen yemeği vakti gelmesi bekleniyordu. Güverteler şezlongların üstünde tembel tembel dinlenen insanlarla dolu idi. Akşam beşte şen şakrak nefis kokulu egzotik çaylar içiliyordu. Yedide düdük sesi dokuz ayrı salonda servisi yapılacak akşam yemeğini haber veriyordu. Ve St. Franciscolu Bey ellerini ovuşturarak lüks kabinine gece kıyafeti için koşuşturuyordu. Gece artık Atlantis’in tüm güverteleri, enerjik garsonların içki dağıttıkları karanlıkta esneyen insan kaynaşması içinde idi. Büyük bir kalabalık, kadife halılarla ve en kaliteli mermerlerle döşenmiş muazzam salonda yaylı sazlar orkestrasının kulakları sağır eden gürültüsüne uyup tepine tepine dans ediyordu. Dev cüsseli kaptan da salona onur vermişti. San Franciscolu Bayımız, kuru cildi, orta boyu, iyi bakım ve temizlikten parlayan yüzü ve bu yaşantının verdiği enerji ve seçtiği giysinin de etkisi ile çok genç görünüyordu. İyi taranmış bıyıklı, sarımtrak yüzünde Asyalı bir ifade vardı. Kabak kafası eskimiş fildişi renginde idi. Tüm varlıklı Amerikalılar gibi seyahat esnasında kendisine hizmet edenlere mültefit, cömert ve iyi niyetli davranıyordu. İri yapılı, halim selim, anlayışlı eşi zengin fakat yaşına uygun bir kıyafet giymişti. Güzel saçları dikkatle taranmış, yanakları gamzeli ince, uzun kızı sâfiyane bir seçimle hafif, transparan bir kostüme bürünmüştü. Kırmızı ceketli zenci garsonlar içki servisi yapıyorlardı. Sehpaların üzerine ayaklarını uzatmış baylar Havana purolarını tüttürüyorlardı. Bu muhteşem kalabalığın içinde tanınmış, önemli simalar görülüyordu; mütevazı bir yaşlı büyükelçi; yaşı belli olmayan, eski moda giyimi ile piskapos gibi görünen uzun boylu anlı şanlı bir milyoner; bir ünlü İspanyol yazarı; uluslararası şöhret yapmış, biraz göçmüş eski bir yosma vb.

Napoli limanı

Tüm bu görkemli ortam içinde Cebelitarık’a varıldığında parlayan güneşle herkes neşesini bulmuştu. Sanki ilkbahar gelmiş gibi idi. Atlantis’e çıkan kısa boylu yeni bir yolcu herkesin dikkatini çekti. Bu bir Asya ülkesinin veliahd prensi idi. Uzun bıyıklarının iticiliğini neşeli, mütevazı, doğal tavrı perdeliyordu. Akdeniz’e girildiğinde kışın soluğu tekrar hissedildi. Ertesi sabah gökyüzü daha soldu; ufuk çizgisi sislendi. Sonra Ischia ve Capri adaları göründü. Rıhtımlar kalabalıklaşmıştı; Çinli hamallar, ticarî mallardan timsah derisi valizlere kadar çeşit çeşit yük taşıyorlardı. St. Franciscolu Bayın limanı seyretmekte olan kızı, bir mutlu rastlantı eseri, önceki gece tanıştırıldığı Prensle gene yan yana düşmüştü. İpek kumaştan silindir şapkalı, getrli (tozluklu), marka deri iskarpinli St. Franciscolu Bay ise yakınındaki, kendi kendine konuşuyormuşçasına dudaklarını oynatan, hükûmet gibi tâbir edilen uzun boylu, gözleri en son Paris tarzı boyanmış ünlü sarışın güzelden gözlerini ayırmıyordu. Beyefendinin kızı, belirsiz bir şaşkınlık içinde bu durumu farketmiş fakat görmezden gelmişti. Napoli ise kar serpintileri arasından granüle şeker yığını altında kalmış gibi görünüyordu. Limana yaklaşırlarken müzisyenler güvertede yer aldılar. Yolcular, kaptan köşkünden bakan kızıl saçlı kaptanı bu güvenli liman girişinden dolayı kutladılar.

Sabah kahvaltısından sonra Napoli’ye çıkıldı. Daha çıkış merdiveninden inerken yolcular bir rehber güruhu, hamallar, hanutçular ve hırpanî kart postal ve başka turistik anı eşyası satanlar tarafından kuşatıldı. Kahramanımız St. Franciscolu Bay tüm varlıklı Amerikalılar gibi gezi esnasında, bu tür ayağa takılan haşerat dahil, herkese karşı açık yürekli ve mültefit davranıyordu. Prens ise, böyle takılanları, kâh İngilizce, kâh İtalyanca; “Go away!” “Via...” diyerek dehlemeye çalışıyordu. Ne ise Napoli’nin turistleri ile rutin yaşamı başlamış oldu. Akdeniz’in kış günlerinin istikrarsızlığı, kâh bulutlu gökyüzü kâh ılık güneşin tebessümü ile, uzaklardan görülen Vezüv volkanının ihtişamı, Capri Adasının zarif silueti seyredildi. Sokaklarda iki tekerlekli arabaları çeken minik eşeklerin, bando mızıka ile neşeli parçalar çalan yapan asker gruplarının sevimliğinin tadı yaşandı. Kentte kalındığı sürece turistler için ayrı ayrı eğlenceler; kâh dar, kalabalık sokaklarda, çok pencereli yüksek binalar arasında eski araba yarışları; bazen çılgın tarantella dansları, arada kiliselerde göz alıcı âyin törenleri düzenleniyordu. En seçkin yolcularla birlikte, öğlen yemeği yemek üzere saat 1’de San-Martius tepesine çıkıldığında, St. Franciscolu Bayın kızı restoran salonunda Prensi görünce sevinçten bayılacak gibi oldu; zira gazetede onun geçici olarak Roma’yı ziyaret edeceğini okumuştu. Otelin sevimli kabûl salonunda mutad saat beş çayı alınırken, gerekse saraylara yakışan yemek salonunda gongla haber verilen akşam yemeğinde maître d’hôtel (otel yöneticisi) garsonların başında olağanüstü tecrübesi ile masaların düzenine ve yemeklerin dağıtımına bizzat katılıyor; nazik esprileri ile konukları şenlendiriyordu. Yiyecekler alabildiğine zengindi. Havaların Akdeniz’in her tarafında Napoli gibi lâtif olmadığı duyumları alınıyordu. Riviera sahillerini beklenmedik sağanak yağışları ve fırtınalar alt üst ediyordu; Atina’da kar başlamış; Etna kara tümüyle teslim olmuştu. Turistler Sicilya’dan kaçışıyorlardı.

Napoli’de de hava bozmaya başladı. Fakat Sorrento ve Capri’de ılık güneş altında limon ağaçları hâlâ gonca vermeyi sürdürüyordu. St. Franciscolu Bayımız bagajlarını Capri’ye taşımaya karar verdi. Planında ondan önce Sorrento’ya uğramak vardı ama havanın tadının kaçması turistik zenginliği olan Capri ziyaretine aciliyet kazandırdı. Öylesine sis vardı ki, en fazla 800 m. kadar açıkta olan Capri gözden kaybolmuştu. Küçük bir buharlı gemi ile ailece oraya taşındılar. Sallantıdan Hanımefendiyi fecî hâlde deniz tutmuştu. Kızı da mide bulantısından sapsarı kesilmiş; dişlerinin arsına bir limon dilimi sıkıştırmıştı. Sorrento’ya uğrandığında, hiç ummadıkları bir anda, onlarla bir yılbaşı partisi düzenlemeyi planlayan Prensle karşılaştılar. St. Franciscolu Bay da hem sallantıdan hem de gecelerce içtiği içkinin hesabını kaçırmasından baş ağrısına yakalanmış; sırt üstü yatıyordu. Gemi Castellamare ve Sorrento kasabaları arasındaki açığa demir attı. Capri’ye çıkıldı. Turistleri davet eden “Hotel Royal”, “Hotek Kgoyal” seslerinden otellerin hep ihtişam çağrışımı yapan isimler taşıdıkları anlaşılıyordu. Gerçekten Adanın “Royal”, “Spelendid”, “Exelcior” isimleri ile dolup taştığı görüldü. Bu cafcaflı isimlerin ve gerçekten çok gösterişli otellerin adanın siluetini çizmesinin yanında Napoli’deki gibi limanı saran hırpanî ayakçı takımı; atılmış paçavralar, boş teneke kutular, balık ağları ile rezil olmuş bir sahil, kayıkçıların vahşi çığlıkları, küfürleşmeleri haşmet ve sefaletin aynı noktada kucaklaşmasının bir fotoğrafı veriliyordu.

Capri Adası

St. Franciscolu ailemiz Caprinin karanlık ve rutubetli gecesinde fünikülerle çıkılan tepeyi ziyaret ettiler. Beraberlerindeki diğer turistler kayda değer kişilikler değildi. Giyimleri özensiz, dalgın ve kitabî düşüncelerin işgâl ettiği kafalı bir kaç Rus, Tyrol giysili, sırt çantalı, her yerde rahatlıkla hareket eden uzun boylu, uzun boyunlu Alman delikanlılar göze çarpıyordu. Akdeniz’in ortasındaki bu kayalık ada ortaçağdan kalma kemer altı yolu, palmiye ağaçları elbette çok ilginçti.

St. Franciscolu aile akşam otellerine döndüler. Otel sahibi genç, kibar bir adamdı; konuklarını kapıda çok zarifâne bir jestle selamlayarak karşılıyordu. Fakat St. Franciscolu Bay bu adamı görür görmez bir önceki geceki rüyasını hatırladı; birçok karışık imajlar arasında onun hayâli de sanki onu durmaksızın taciz etmişti. Avrupa’nın bir kraliyet sülâlesinden gelen çok itibarlı bir konuğun otelde tam üç hafta kaldıktan sonra adayı yeni terk ettiğini söyleyen Otel sahibi kendisine onun kaldığı odayı tahsis ettiğini vurgulayınca keyfi yerine geldi. Odalarının hizmetkârı kapı gibi, yağız, vahşî bakışlı fakat ateş gibi becerikli bir Sicilyalı idi. Yemek zamanının geldiği Çin gong’u ile haber veriliyordu. Kendilerine servis veren Luigi ise tabak taşımada en hızlı garson olduğu gibi bir yandan esprileri ile konukları kırıp geçiriyordu. Yemekte tıka basa karnını doyuran Amerikalı Bay odasına gittikten sonra bu defa kapıyı “maître d’hôtel” çaldı; bu kez yerel şarap ve şampanya eşliğinde istakoz, rozbif, kuşkonmaz, sülün’ün dahil olduğu özel menünün kendilerini beklediğini haber verdi. İtalyan istimbotundaki sallantından hâlâ baş dönmesi geçiren Amerikalı bu içkili fasılın kafasını yerine getireceğini düşünerek teklifi kabûl etti. Yemek salonunun dip köşesinde hazırlanan masalardaki servise bizzat “maître d’hôtel” katılıyordu. En üst mertebedeki bu ilgi ve hizmetten sonra “maître d’hôtel”: St. Franciscolu Bay’a başka dileği olup olmadığını surdu. Amerikalı’nın teşekkürüne karşılık gündüzün giriş salonunda Carmella ve Giuseppe adındaki sanatçıların tarantella dansı gösterisi olduğunu hatırlattı. Amerikalı bunların resmini bir kartpostalda gördüğünü söyleyip bunların karı koca olup olmadıklarını sordu. Kuzen olduklarını öğrenince garip biçimde düşünceye daldı.

Sabah, düğün hazırlığı yapıyormuş gibi kemâl-i itina ile traş oldu; yıkandı; ipek siyah çoraplarını, ipek kumaştan siyah pantolonunu giydi ve ipek askısını kuşandı; marka deri dans ayakkabılarını ayaklarına geçirdi. Oda hizmetkârı için zili çaldı. Hizmetkâr: “Ha sonata Signore?- Siz mi çaldınız, Beyefendi?” diyerek kapıda göründü. Ona etrafı düzene koyması için emir verdi. Odadan çıktığında bedeninin her tarafında bir rahatsızlık, güçten düşme hissediyordu. Boynunu sıkarak adem elmasını oynatmasını güçleştiren yakaya aşırı hassasiyet gösteriyordu.

Her neyse, kırmızı kadife halılarla döşeli koridorları geçerek vakit geçirmek üzere, zihninde zenci karışımı, yağız Carmella’yı canlandırarak kitaplık odasına gitti. Çeşit çeşit sigara kutuları ve kibritlerin bulunduğu masa önüne giderek büyük bir Manilla pürusu seçip masaya üç liret bıraktı. Yakınındaki koltukta gazete sayfalarını çevirmekle meşgûl bir Alman oturuyordu. St. Franciscolu Bayımız da derin, rahat bir koltuğa kendini attı. Burnuna “pince-nez” (burundan kıstırma gözlük) takarak yüzünü bir gazeteye gizledi. Gazete başlıklarına göz atıp, bitip tükenmeyen Balkan Savaşı hakkındaki haberleri okumaya başlamıştı ki birden gazetedeki satırlar alev almış gibi parıldadı. Boynundaki damarlar şişiyordu. Gözleri dışarı uğramıştı. Kıskaç gözlüğü burnundan düştü. Yerinden fırlayıp soluklanmaya çalıştı. Boğazından, daha çok takırtıya benzeyen bir hırıltı çıktı. Alt çenesi düştü; omuzları da çöktü. Titremeye başladı. Yavaşça zemine kaydı. Sanki görünmeyen bir düşmanla boğuşuyor gibiydi. Yanındaki Alman yerinden fırlamış; bağıra çağıra yardım istemek üzere dışarı koşmuştu. Otel görevlileri hemen yetişip St. Franciscolu Bay’ın önce kravatını, yakasını, bel kemerini çözüp açarak onu rahatlatmaya çalıştılar; sonra olay yerine yetişen otel sahibinin talimatı ile öteki konuklara görünmeden otelin dip köşesindeki karanlık, soğuk, küçük 43 no.lı odaya taşıyıverdiler. Fakat paniğe kapılmış Alman velveleye devam ediyor; etraftan çeşitli dillerden: “Ne oluyor?” nidaları yükseliyordu. Amerikalının görevlilerce bilgilendirilen kızı ve karısı, şık yemek kostümleri ile, sadece tavandaki tek gaz lambası ile aydınlanan odaya geldiler. Ucuz bir madenî karyolaya kalitesiz battaniyeler üzerine yatırılmış St. Franciscolu Bay’ın alnına bir buz torbası konmuştu; mavi renk alarak tümüyle canlılığını yitirmiş yüzü giderek soğuyordu. Boğazından gelen hırıltı giderek zayıfladı. Ve sonunda hiç sesi çıkmaz oldu. Karısı, kızı, doktor, hizmetkârlar ayakta duyarsız hâlde ona bakıyorlardı. Birden zavallının sonunun geldiğinin ayrımına varıldı. Otel sahibi odaya girdi; doktor ona: “Gia e morto-Artık öldü,“ diye fısıldadı. Patron kayıtsızca omuzlarını salladı. Yanaklarından yaşlar süzülen olgun yaştaki bayan ona yaklaşarak, müteveffa’nın artık kendi odasına alınması ve gerekli formaliteye başlanması gerektiğini hatırlattı. Beriki soğuk bir nezaketle, muhatabının dili İngilizce değil, Fransızca konuşarak: “Hayır, Madam,” dedi ve bu konunun artık kendi görevine girmeyeceğini; müteveffayı ailesinin kendi olanakları ile sessizce otel dışına çıkarmaları gerektiğini; aksi hâlde otelden merasimle cenaze çıkarılmasının turistleri çok kötü etkileyeceğini ifade etti. Ölünün kızı mendilini ağzına tutarak hazin hazin ağlamaya başlamıştı. Annesi önce gözyaşlarını kuruladı; sonra İngilizce, giderek yükselen tonda: “Kocasının şimdiye kadar gördüğü itibarın neden birden uçup gittiğini sordu. Patron aynı soğuk nezaketle: “Madam, öncelikle bir polis çağırılıp olayın tahkikat konusu yapılması gerekecek; sonra Capride tabut sipariş edilip bulunması son derece zor, vakit alan bir keyfiyettir. Bizim hizmet alanımız ve olanaklarımızın tamamen dışındadır” dedi; ölünün tabut yerine bir eşya sandığı içinde dışarı çıkarılmasını salık verdi.

Gece tüm konukların uykuda olduğu bir saatte bir bekçi, 43 no.lı odanın, bahçeye bakan ve hemen yakınında cılız bir muz ağacı bulunan penceresini açtı; sonra dönüp elektriği söndürdü; dışarı çıktığı kapıyı kilitledi. Müteveffa karanlıkta yalnız kaldı. Sabah çok erken, daha hava aydınlanmadan kolunda bir kumaş yığını taşıyan, ayağı terlikli Luiginin liderlik ettiği bir grup hizmetkâr ellerindeki yükle yarı aydınlık koridorun başında belirmişti. Luigi fısıldayarak: “Pronto?-Hazır mısınız?” dedi. Olumlu yanıt alınca: “Partenza!-Haydi, yola koyulalım!” komutası ile, hiç ses çıkarmamaya özen göstererek da, 43. No.nın önüne geldiler. İçerdeki ölü bile olsa, Luigi formaliteyi elden bırakmıyordu, içeri: “Ha sonata, Signore?” diye seslendi; doğal olarak: “Evet, içeri gel...” yanıtını da kendi verdi. Pencerenin açık kalmış kepenkleri muz ağacının yapraklarının sürtünmesinden nemlenmiş ve beyazlanmıştı. Güneş İtalyanın uzak dağlarının gerisinden yükselmeye; Capri’deki Monte Solaro tepesi de pembe bir haleye bürünmeye başlamıştı. Dört köşe bir sandık 43 no.lı odadan içeri sokuldu. Yoğun bir faaliyetten sonra ağırlaşan sandık güçlü kuvvetli kapıcı yardımcısının desteği ile merdivenden kaydırılıp sıska bir sürücü idaresindeki, Sicilya geleneklerine uyarak çok cafcaflı süslenmiş tek atlı arabaya yüklendi. Hava çok lâtifdi. Önceki gece oynadığı kumarda tüm bozuk paralarını kaybettiği için yola çok efkârlı çıkan arabacı bahçeden çıkıp temizlik işçilerinin tanzime başladığı yollarda sahil istikametine yöneldiğinde taze hava ve bu nakil için alacağı paranın yüksekliği umudu neşesiz hâlini ve baş ağrısını yok etmişti. Araba sarsıldıkça ölü St. Franciscolu Bay’ın kafası sandığın tahtasına çarpıyordu. Rıhtım yakınında Otelin baş kapıcısı arabayı Amerikalının ağlamaktan yüzleri solmuş, geceyi uykusuz geçirmiş kızı ve eşinin bulunduğu otomobile yönlendirdi. Küçük istimbot on dakika sonra Sorrento ve Castellamare istikametinde yola çıkıp Amerikalı aileyi Capri’den ebediyen uzaklaştırıyordu. İkibin yıl önce milyonla insanın yönetimini vahşi ve hileli yöntemlerle gasp ederek ele geçirmiş; bu gücünü acımasızca onları sömürerek kullanmış ve kendini güvene almak için Capri’nin tepesinde taş bir binada saklanmış bir mütegallibenin bu ibret verici yaşamı kuşaktan kuşağa anlatılarak hiç unutulmamıştı. Monte Tiberia doruğundaki o taş ev turistlerce en fazla ziyaret edilen yerdi. Burası yaşlı dilenci kadınlarla cıvıl cıvıl dolardı. St. Franciscolu Bayımız da bu tura katılmayı planlamıştı ama, aslında ölümü hatırlatmaktan başka vereceği mesaj olmayan bu tur yerine ölümü doğrudan kendisi seçmişti. Zaten Capri’de ziyaret edilmesi gereken, Kutsal Meryem’in Monte Solare’deki taş duvara oyulmuş güneşin ılık ihtişamı ile yıkanan mağarasına varıncaya kadar arkasında göremeden bıraktığı nice güzellikler vardı. Artık, onu yurdu olan ABD’de ebedî bir uyku köşesi bekliyordu.

Cebel-i Tarık Boğazı

Gene Atlantis’le aksi yönde yeniden geçilmekte olan Cebel-i Tarık’ın kayalıkları arasında bir tepedeki yükselti sanki iki âlemi ayıran ve” eski yürekli yeni bir adam” suretindeki Şeytan figürü gibi idi. Bu noktada bir yanda Atlantis’in taze çiçek kokulu ve sürekli devinim hâlindeki sıcak, lüks kabinleri, ışık ve neşe saçan muhteşem yemek ve dans salonları, zarif giyimli kalabalığının sohbetleri, yaylı sazlar orkestrasının salon duvarlarında yankılanan müziği, ipekleri, elmasları ile aristokratik yüceliği, öte yanda böyle bir yaşam içine girmek için kendi kendine işkence yapmayı kutsal bir hedef sayan saf kişiler, bozulan hava koşullarının yarattığı endişe ve korku; karanlık ve fırtanaya teslim olmuş geminin okyanusla ölümüne mücadelesi ve nihayet St. Franciscolu Bayın yaşamını yitirerek zillet içinde yurduna dönme bahtsızlığının ikilemi yaşanıyordu.
 

Yayın Tarihi : 5 Aralık 2012 Çarşamba 10:37:32


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?
Yorumlarınız
Teoman Törün IP: 88.243.227.xxx Tarih : 6.12.2012 11:17:18

Sayın Özdemir, ilginize çok teşekkür ederim. Bu dizi biraz daha vakit alacak. Formasyonum bakımından, edebiyatını tanıtmaya çalıştığım yabancı toplulukların toplumsal ve siyasal yapılarını ve (özellikle Türkiye ile ilişkileri yönünden) geçmişlerini de  vermek istiyorum. Türk Edebiyatı hakkında zaten çok otantik kaynakları kendi ülkemizde mebzûlen bulabilirsiniz. O  kadar iddialı değilm. Tanrı ömür ve sağlık verirse, siyasal mesaj verecek başka bir proje gerçekleştirme umudundayım.


özdemir . . IP: 95.15.75.xxx Tarih : 5.12.2012 22:15:44

Sayın Törün; bu serinizi tamamladıktan sonra, "Çağdaş Türk şiiri ve edebiyatı" üzerine bir dizi sunum yapmanınızı ve gençlerimizi aydınlatmanızı içdenlikle diler, saygılarımı sunarım.