Türban yanlısı dostlarımızın da müştekî olduğu geri ve yoksul kalmamızın nedenlerini çözmeye çalıştık. Bu kez, iffet ve dindarlık simgesi olarak kabûl ettikleri türban’ın gerçekten iffeti koruyucu etkisi olup olmadığını araştıralım.
Bu konu, Hürriyet gazetesinin muzip yazarı Ayşe Arman’ın makalesine iliştirdiği, Kenthaber’in de iktibas ettiği fotoğrafta, bir parkta türbanlı bir genç kızın erkek arkadaşı ile bayağı ileri derecede yakınlaştığı tespit edilince gündeme geldi.
Çocukluğumda, ülkemiz sinema seyircisinin primitif döneminde, bazı yabancı filmlerde yer alan dudaktan öpüşme ya da buna benzer yakınlaşma sahneleri göründüğünde, toplu tepinmeler ve “eyi muuuuuuzzzz” avazelerinden sinema salonunun tavanı tepemize inecek zannederdik.
Anılan fotoğrafla ilgili yazının altındaki yorumlarına baktım; ülkemin sevimli insanlarının mizahî yetenek ve karizmasının dorukta olduğu hükmüne vardım.
Tahmin edileceği üzere; resmin, türbanlıları karalamak için yapılan bir mizansen olduğunu, bir kişi hataya düşüp bu günahı işlemiş olsa dahi tüm türbanlıların aynı kefeye konulamayacağını iddia ile türbansızların aynı kefeye konulacağını ima edenler yanında, ahlâkî yozlaşmanın ne hale geldiğine hayıflananlar da var.
Ben de yorum kervanına katıldım, yaşadığım uzun ömrümde kazandığım deneyimleri ve görgü tanıklıklarımı naklettim. Öncelikle, parklarda yürüyüşe, güneşlenmeye çıktığım zamanlarda fotoğrafta görülen sahneler hiç eksik olmuyordu. Çok fazla örneği vardı. Öğrenciliğimde, imtihan zamanları, salim kafa ile derslerime çalışmak için, o dönemde tümüyle ıssız olan Ankara, Hacettepe’nin sırtlarına çıktığımda uzaklarda çalı aralarında gördüğüm manzaralar beni hayrete düşürürdü. İlk bakışta def-i hacet ettiği sanılan başörtülü hatunların, biraz daha dikkat edildiğinde, görülüp yakalanma riskine karşı çabuk toparlanıp kaçabilmeleri için dede külâhı tekniği ile fuhuş yaptıklarına tanık olmuştum. Başı örtülü gezilen kırsal yörelerde zina yüzünden başvurulan cinayetleri, töre infazlarını her gün medyadan izliyoruz. Bunlar hamile kalıp yakayı ele verenler. Gene gençliğimde yazlarımı uzun süre geçirdiğim bir Anadolu kasabasında, oranın yerlisi genç arkadaşlarımın, çalıştıkları pamuk tarlalarında paydos zamanları, harareti artmış yeldirmeli genç kızlarla geçirdikleri gizli maceralarını dudaklarım uçuklayarak dinlerdim. Boccacio adındaki Orta Çağ İtalyan yazarının “Decameron” kitabını okuyun ya da bu eserin konu alındığı Passolini filmini seyredin; her tarafları kapalı Katolik rahibelerinin, zina yapmak için sadece eteklerini kaldırdıklarını görürsünüz. Sonuç olarak, (Kur’an’da yeri olmayan) türban, kitle taşıma araçlarında, bazı inanmış saf gençlerin, ihtiyarlar ayakda dururken, yer verme tercihi olma dışında hiçbir işe yaramamaktadır.
Tesettürlü “eyi muz” vaziyetleri hakkında verdiğim bu yorum, benimkinin altındaki satırlarda, çocukluğumda sinemalarda yapılan tezahürata benzer yorum şamatasına yol açtı. Türban’ın, elbette erkeğin de kadının da şehvetini önleyemeyeceği, bal gibi tesettürlü genç kızın da nefsi ve sevişme hakkı olduğu gerçeğinin kabûlü ile başlayan yorumlarda formaliter din kurallarının vazgeçilemez olduğu ileri sürülüyor; “insan hakları” bilinci ve “tolerans kültürü almış (?) bazıları: “biz g..’ünü açanlara karışıyor muyuz; zina yapıp yapmadığını bilmesek de “türbanlı”ya niye karışıyorsunuz?” incileri döktürüyor. E, kardeşim, onun da nefsi varmış, icabında zina da yapabilirmiş; o zaman bu sakil görüntü ile niye işin tadını kaçırıyor? Özel fantezi ise o başka tabiî. Atatürk devrimlerinin sulandırılması sonrası, gençlere, evrensel etik ve erdem’in olduğu kadar, Din’in temel ahlâkî kuralları’nın nasıl uzağında kalmış şematik dogmalar kazandırıldığı, alabildiğine cahil, bilinçsiz ve düzeysiz bir ortam yaratıldığı sergileniyor. Bu çaba neden acaba?
1960’ların başında, AID (Uluslararası Kalkınma Ajansı) bursu ile gittiğim ABD’de katılımcılar arasında Filipinlerden gelme orta yaşı geçmiş, torun sahibi olgun bir Hanımefendi vardı. Ülkesindeki Planlama Teşkilâtında görevli ve çok deneyimli ve bilgili bu hukukçu bayan koyu Katolikti. Pansiyonda birlikte kaldıkları, bizim DTP’mizde uzman yardımcısı olan genç hanım arkadaşı da (her halde Hrıstiyanlığı sevdirmek amacı ile olacak) her Pazar yanına alır; kiliseye giderlerdi. Ülkesindeki “Moro” denilen Müslüman teröristlerden biraz istihfafla söz eden bu hanımla bir gün sohbet sırasında, İsa’nın babası konusunu hafifçe gırgıra aldım. Kadıncağız soğukkanlılıkla (Amerikan egemenliğinden kalma çok iyi İngilizcesi ile) uzun uzun, mucizelerin olabileceğini; ardından, nezaketle, dinî duyguları incitmenin hoş olmadığını açıklamaya çalıştı. Bunun için Filipinlerin ilk sömürgecisi İspanyollara, Amerikalılardan çok daha fazla duydukları nefreti örnek verdi. İspanyolların acımasız yönetimine karşı Filipinli ulusalcıların bağımsızlık yolunda giriştikleri yer altı faaliyetleri meyanında, sık sık sabotaj ve suikast düzenlenirmiş. Suikastçılardan çok sofu Katolik olan bazıları, İsa’nın, insan öldürmenin günah olduğu öğretisinden korkarak, suikastın yapılacağı bir gün öncesi günah çıkarmak için itirafta bulunmak üzere papaza gider; ülkesinin selameti uğruna yapacağı kanlı mücadele’nin affı için Tanrı nezdinde şefaatçi olmasını niyaz edermiş. Tanrıdan çok, maaşını aldığı İspanya Kralı Pelipe’nin emrinde olan papaz efendi, günah çıkaranın hulûs-u kâlple verdiği tüm itirafları aldıktan ve müşterisini uğurladıktan sonra doğru İspanyol polisine gidip durumu bildirirmiş. Ertesi sabaha kalmadan milliyetçi Filipinliler kıskıvrak yakalanıp idam aracı olan boyunduruklarda boğularak can verirlermiş. Tüm bilgi ve dirayetine rağmen Katolikliğe şartlandırılmış saf Filipinli hanım’ın İspanyollardan nefretinin en büyük nedeni kutsal din duygularının istismar edilmesi imiş.
Bu açıklamalar karşısında, ben, doğal olarak, Katolik İspanyollardan daha saygılı davranarak ciddiyetimi takındım ve sustum. Ama, şunları söylemek isterdim: “A hatunum, Katoliklik senin Pasifik adalarındaki atalarına vayh-i ilâhîlerle mi geldi? Bizim “Macellan” olarak bildiğimiz, Portekiz asıllı olup İspanya adına keşif seferlerine çıkan Fernão de Magalhães Filipinlerde yerlileri zorla Hrıstiyanlaştırma uğruna yaptığı savaşlarda bir mızrak darbesi ile yaşamını yitirmiş. Ulusal değerlerini koruma uğruna yapılan bu mücadele Filipinler tarihinin altın yapraklarında yer almış. Ama neticede, İspanyollar kültür ve dinlerini zorla ve misyoner orduları aracılığı kabûl ettirmişler ve rahat sömürü hedeflerine ulaşmışlar.
Bikinili hanımlara gösterdikleri hoşgörü ile “insan hakları” anlayışı konusunda beni utandıran Üniversite’de türban serbestliği bayraktarı dostlarımla şöyle bir mutabakata da ben hazırım: Üniversiteye bikinili, mayolu, heavy metal giysili gençlerin ve değil sadece türbanlı; pembe, mavi, fıstıkî yeşil, kara çarşaflı, yüzü meşin kafesli burkalı, külâhın üstüne yemeni sarılı, altına kaçırmış intibaı veren poturlu, şalvarlı vs. tüm karnaval kıyafetli inanmışların serbestçe girmeleri için ortak bir kampanya açılmasına ben varım. Varım da, kısa etekli kızlarımızın bacaklarına şırınga ile asit fışkırtıldığı şu son zamanlarda bu kampanya ne kadar söker, bilemiyorum.
En iyisi, gene de Üniversite ve diğer kamusal alanlar tümü ile laik ve uygar görüntülü olsun. Sokaklarda, isteyen istediği kıyafetle, güvenlik içersinde dolaşabilsin. Bikinililer kendi plajlarında; haşemalılar, güneşin yararlı ışınlarından, deniz suyunun yararlı minerallerinden yoksun kalma pahasına kendi plajlarında denize girebilsinler.