31
Mayıs
2024
Cuma
ANASAYFA

Yoksa Tersini mi İma Ediyor?


Yazılarındaki, genellikle bilimsel çeşni kattığı, tarafsız gibi görünen, beyefendi üslûbunu beğendiğim Taha Akyol’un, 27. Mayıs.2008 tarihli Milliyet Gazetesindeki makale beni çok şaşırttı. Görüşünü ifadede, “27.Mayıs kanlı bir utançtır. Türkiye’yi 'meşruiyet krizi'ne atan bir cinnettir." değerlendirmeli, mutadı dışı kullandığı haşin üslûp bir yana, 27.Mayıs’ın özellikle ekonomik tahribat yarattığını iddia ederken, o tarihde millî geliri bizim çok gerimizde iken 1980’lere geldiğimizde bizi çok aşan Kore örneğini vererek hazin bir gaf yapmasını, yazılarını hep siyasal sosyoloji bilimi açısından desteklemeye gösterdiği özene yakıştıramadım; son sıralarda, internet maillerinde dolaşan hakkındaki soy araştırmalarına duyduğunuz öfkeye verdim. Bir defa, Demokrat Partililerin, ilk yıllarda “mucizevî kalkınma” diye övündükleri Türkiye’de ilk kez 1950-60 arası yakalanan Dünya ortalaması üzerindeki kalkınma’nın kâzip (yalancı) olduğu çok kısa zamanda anlaşıldı. 8 yıl içinde, bir tür iflas demek olan “konsolidasyon” ilan edildi.

Gelelim o dönemde millî geliri Türkiye’nin gerisinde iken 1980’lerde bizi çok aşan Kore’nin ekonomik başarısının demokratik (?) hikmetine. 27.Mayıs Devriminden, tam 1 ay önce, Kore'de bir talebe gösterisini izleyen darbe'yi hatırlatmak isterim. Mart.1960'daki seçimlerden %90 (yanlış okumadınız: yüzde doksan) oyla iktidara gelmiş Cumhur Başkanı Syngman Rhee 26.Nisanda istifaya mecbur oldu; sonra pılısını pırtısını toplayıp kaçtı. 1962'de, ABD. de bir pansiyon dairesini paylaştığım Koreli arkadaşlardan, talebe gösterilerini bastırmaya çalışırken şiddet kullanan polisten 15 tanesinin idam edildiğini öğrenmiştim. Gerçekten, o tarihte kişi başı ulusal geliri 72 dolar olan Kore’ye göre, 180 dolarlık Türkiye çok ilerde idi. Syngman Rhee’nin düşmesini çeşitli asker grupların birbiri ile çatışması izledi. 1961'de iktidarı General Park Hee Chung aldı. Onun demir yumruk yönetimi 1979'da, KCIA (Kore Merkezî İstihbarat Ajansı) Başkanı Kim Jae Kyu tarafından, yemek masasında tabanca ile öldürülünceye kadar sürdü. Başbakan Coi Kyu Ha Cumhur Başkanlığına geçti Onun demokratikleşme denemeleri sökmedi, 1980'de Ordu denetimi ele geçirdi. Kanlı ayaklanmalar sonunda gene bir General Chon Tu-hwan Başkan oldu. Doğallıkla ABD.'ye güvence vererek iktidarını yürüttü. Siyasal huzursuzlukta nisbî yumuşama üzerine Şubat 1981’de sıkıyönetimi kaldırdığını ilân etti,1982’de kurduğu parti seçimi kazanıp, kendisi meşru başkan oldukdan sonra da 33 yıldan beri kesintisiz devam eden gece çıkma yasağını kaldırdı. Zaten Kuzey Kore ile aralarındaki husumet yüzünden zor durumda olan ülke bu kez “başkanlık” sistemi mi, “parlamenter” sistem mi kavgaları ile boğuştu. Ne var ki, bitmeyen siyasal huzursuzluk ve askerî yönetimler ülkenin ekonomik dinamiğini hiç etkilemedi. 1987’ye gelindiğinde Kore’nin kalkınma hızı %12’yi, dış ticaret fazlası %33’ü bulmuştu. Daha sonra dış konjonktüre tâbi olarak hızı kesilmiş; kaderini küreselleşmeye bağlamıştır.

Ya, Dünya yüzünde birçok sömürgeler edinmiş olup da, Osmanlı gibi sanayileşmeyi ıskalayıp fakir düşen ve 3. Dünya ülkeleri kategorisine düşen İspanya ve Portekiz’e ne demeli? Bunlar 1970’lere kadar Franco ve Salazar diktatörlükleri altında ezildiler. 1967–74 arası, askerî cunta idaresi altında olup, Dünyada en ağır insan hakları ihlâllerinin işlendiği yer olarak gösterilen Yunanistan 1. Ocak.1981’de hop diye AB’ye (o zaman Avrupa Topluluğu) tam üye olarak atladı. Unutmayalım, II. Dünya Savaşı öncesi, 1936’da bu ülkede iktidara gelen Başbakan Metaksas Anayasayı ilga edip 1941’deki ölümüne kadar Yunanistan’ı diktatörlükle yönetmişti. Bu zat’ın, savaş içinde, rahmetli İnönü’ye özel mektup yazıp: “Ekselansları; bu gece tüm aile açız; yiyecek bir lokmamız yok” diyerek resmen dilencilik yaptığını babamdan duyardım. Halkın, açlıktan hayvanat bahçelerine saldırdığını gazeteler sürekli yazıyordu. Yunan subaylarının örgütlediği korsan çeteleri küçük teknelerle Ege sahillerimizde korunmasız çiftliklere baskın yapıyor; silah tehdidi ile erzak ve hayvan soygunu yapıyorlardı. Dahil olmadığımız savaştan ve CHP hükümetlerinin iktidarı denk bütçelerle devretmesinden sonra bize ne oldu bilemiyorum.

Yunanistan’ın Avrupa Birliğine girmesini 1986’da İspanya ve Portekiz izledi. Almanya, İtalya’nın diktatörleri II. Dünya Savaşını açma manyaklığını yapmalarına ve ülkelerini enkaz haline getirmelerine karşın, eğiterek yarattıkları insan varlığı küllerinden yeniden doğdu ve Avrupa Birliğinin öncülerinden oldular. I. Dünya savaşının da mağduru bu iki ülke (İtalya galipler safında olsa da mağdur olmuştur), II. Savaş öncesi de ENFLASYONER politikaları ve halklarının kemer sıkmadaki özverileri ile kalkınmışlardı

Elbette, başlangıçta deneyimsiz genç subayların girişimi olan 27.Mayıs darbesi; asılsız haberleri ve kışkırtmaları, idamlar gibi bazı hâtâlarla malûldür. Ancak, kendi ihtiyarı dışında kendisine devrim liderliği verilen, o zamanın Kara Kuvvetleri Komutanı General Cemal Gürsel’i bu günahlardan tenzih etmek gerekir. Onun nihaî olarak demokrasiyi hedeflediğini, Millî Birlik komitesinin defoları ekstremist unsurları temizlediğini de biliyoruz. Nitekim onun kanatları altında hazırlatılan "Anayasa" (halkın, Osmanlıdan miras geri bırakılmışlığının korkusu ile iltizam edilen bir tür "Vesayet" sistemi olan "Tabiî Senatörlük" dışında) en olgun demokrasiye göre tasarımlanmış bir örnektir. Türkiye’de, Atatürk idealine sadık asker ne zaman müdahaleye mecbur olsa, (siyasî yaşamının hemen tamamı askerî cunta rejimi altında geçmiş Kore ve verdiğim öteki örneklerin tersine) en kısa zamanda iktidarı sivil yönetime devretme arzusunu göstermiştir.

Ne yazık ki; Millî Birlik Komitesinin defosu Türkeş'in örgütlediği ve bir zamanlar Sayın Akyol'un da içinde olduğu faşist gençlik teşkilâtı bu demokrasiyi, bu Anayasayı bu millete çok gördüler. Cumhuriyet döneminin en büyük kanlı utancı fikirlerini özgürce ifade etmek isteyenlere karşı tosuncukların işledikleri cinayetlerdir. Belki de bizi bu ilkel anlayışa getiren ve tüm Dünyaya rezil eden 27.Mayıs değil, zamanın Menderes hükümeti tarafından tertiplendiği ortaya çıkan 6–7. Eylül.1955 olaylarıdır. Menderes hataları, dirayetsizliği, aşırı duyarlığı ve ani etkilenmeleri, basın özgürlüğüne, siyasal muhalefetten ve bilim adamlarından gelen eleştirilere, yargısal bağımsızlığa, erkler ayrılığı ilkesine tahammülsüzlük gibi zaafları ile asla Devlet adamlığı niteliğini göstermiyordu; diktatörlüğe sapma dışında bir yol bulamamıştı. İşin doğrusunu söylemek gerekirse, 6–7.Eylül facia-skandalı da, tek başına (elbette idam değil ama) en büyük cezayı almasını gerektiriyordu.

Sayın Akyol, Menderes’in başlattığı sıcak para ekonomisini destekliyor. Dünyanın en rantabl çalışan KİT’lerimiz de dahil tüm kamu varlığımızı haraç mezat satarak, bol bol sıcak para çekerek felâh’a kavuşacağımıza inanıyor. Hadi, hayırlısı.

NOT. Bu düşüncelerimi ve yazı içeriğini, makale yapmak yerine köşe komşularım Sayın Nazmi Öner ve gazetecilik duayenlerimizden Sayın Altemur Kılıç’ın yorum köşelerine dağıtmak istemiştim. Ancak bir teknik arıza ya da yorum’un aşırı hacimli olması buna müsaade etmedi. Dizi yazıma ara vererek fikirlerimi sunmak durumunda kaldım.

Yayın Tarihi : 29 Mayıs 2008 Perşembe 13:46:48


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?
Yorumlarınız
Nazmi Öner IP: 81.213.100.xxx Tarih : 4.06.2008 04:39:10

Sayın Törün Son bir aydır kent dışında ve internetsiz bir ortamdaydım. Bu yüzden yazılarınızı tam izleyememiştim. Bu yüzden 27 Mayısla ilgili düşüncelerinizi yeni okudum. Düşüncelerinize hemen hemen tümüyle katılıyorum. Ancak yine de her şeye rağmen, ihtilalsiz gitmesi çok daha iyi olurdu, diye düşünüyorum. İhtilal sizin de belirttiğiniz gibi, hem bir şova dönüşerek hesap vermekten uzaklaştı ve hem de, ihtilalin en güzel meyvesi 1961 Anayasası korunamadığından, bir getirisi de kalmadı. Devri sabık yarattı ve sonraki daha kötü uygulamaları için örnek oluşturdu. Bu konudaki görüşlerimi Nisan 2007’deki mitingler ve cumhurbaşkanlığı seçimleriyle ilgili olarak, Antalya’da yayınlanan Hürses Gazetesinde şöyle dile getirmişim. (“Nisan 2007 Tarihi” adlı dosyadan.) DEVRİ SABIK YARATMAK DAHA TEHLİKELİDİR. Bana göre bu cumhuriyet yürüyüşlerin mağdur yaratmaya yönelik bir yanı da var ki, asıl tehlike buradadır. Yani yasal yollardan cumhurbaşkanı seçilmesi mümkün olan, (önceden seçilmiş örnekleri bulunan) birisinin bu hakkının baskı, tehdit veya darbe ile elinden alınması, kamu vicdanında, seçilme hakkını elinden aldığınız insanın mağdur edildiği düşüncesini yaratacaktır. Bu da mağdura destek olmak anlayışına dönüşecektir. Böylece normal koşullarda dört beş sene sonra yıpranınca veya başarısız olunca gidecek bir yönetim, hatalarını ve başarısızlığını mağduriyetiyle kapatmaya çalışacak ve uzun yıllar ülkenin başına çöreklenip kalacaktır. Çünkü her defasında geçmişin hataları ve başarısızlıkları unutulup, başarılar abartılır, sanki onun seçimi gerçekleşseydi ülkenin tüm sorunları çözülecekmiş gibi bir ortam yaratılıp, kişi kahramanlaşır, efsaneleşir. Tarihimiz bunların örnekleriyle doludur. Birinci Meşrutiyetin kaldırılıp, Mithat Paşa’nın öldürülmesi, İttihat ve Terakki’nin hızlı yükselişinde temel nedendir. Özal’ın 1983 seçimlerindeki başarısında da, askeri yönetimin kendisini dışlaması en önemli etkendir. Yolu kesilene halk tepki koyar, destek verir. Engellemeye devam edilirse efsaneleştirir. Ama başarısızlığı görülen iktidarın arkasından kimse gitmez. Türkiye’yi 1960 sonrasında hep DP. çizgisindeki partilerin yönetmesi, altmış ihtilaline bir tepkidir. Oysa o zaman DP yapılacak ilk seçimlerde silinip gidecek kadar bitmiş vaziyetteydi. Hatta seçimler 57 yerine normal zamanında 58 de yapılsaydı bile, DP’nin iktidar olasılığı imkansızdı. 1957 seçimlerinde DP’nin 424’e 178 vekillik gibi ezici üstünlüğünün nedeni ise, seçimde çoğunluk sisteminin uygulanmasıdır. Oysa gerçek oy oranları yüzde 41’e yüzde 47’dir. Ve seçimlerde her türlü devlet olanağı kullanılmıştır. Tek ve yegane yayın aracı konumundaki radyonun yayın saatlerinin büyük bir bölümü vatan cephesine kayıtlarla, DP propagandaları için kullanılmıştır. Buna rağmen baskın erken seçimin sonuçları hiç de başarılı değildir. Ama DP’yi halk indirecekken, darbeyle indirilince halk ilk seçimde onu AP olarak yeniden tek başına iktidar yapmıştır. 1960’lı yılların sonunda AP. ömrünü tamamlamak üzereyken, Süleyman Demirel kendisini, yapılan 12 mart darbesinin mağduru gibi göstererek, DP mirasına dinci ve milliyetçi kesimler de girdiği için, eski gücünde olmasa da, AP’yi yetmişli yıllarda da yaşatmayı başarmıştır. Seksenli yıllarda da DYP aynı şeyi yaparak, DP ve AP’nin mirasına oynayarak ve tekrar iktidarı yakalayarak, varlığını Süleyman Demirel’in cumhurbaşkanı seçilmesine dek sürdürmüştür. Demirel gidince de parti süratle düşüp barajın altına inmiştir. Turgut Özal’ın partisi de kendisinin cumhurbaşkanı seçilmesinden sonra aynı akıbete uğramıştır. Oysa onların cumhurbaşkanlıkları veya iktidar yolları engellenseydi, bu gün hala, tek başına iktidar oldukları ilk yıllardaki, enerjisini, cazibesini ve şevkini kaybetmiş, siyasi kirlenmelere maruz kalmış parti kalıntılarıyla uğraşmak zorunda kalacaktık, Artık bu partilerin mağduriyet sömürüsüyle, geçmişin mirasıyla yeniden ayağa kalkmaları olanaksızdır. Artık bular bu alana dönük olarak ne söylerse söylesinler, buralardan bir rant elde edemezler. Bunların tekrar ayağa kalkması, halkın önüne yeni bir şeyler koymalarına bağlıdır. Çok partili siyasi geçmişimize bakıldığında, halk tek başına iktidar yetkisi verdiği bir partiye ikinci bir şans daha vermiştir. Ama üçüncü bir şansı net olarak şu ana kadar hiç vermemiştir. AKP için de durumun farklı olacağını düşünmüyorum. Milli irade, adamına göre değişen bir görünüme büründürülmeden, bugüne dek süregeldiği biçimde, mevcut hukuk çerçevesinde gerçekleştirilmeli, sonrasında da hukuk sistemi, milli iradenin tam olarak oluşumuna olanak verecek biçimde, çağdaş bir anlayışla düzenlenerek, korku ve kaygılara son verilmelidir. Aksi halde, milli iradeye dayanmayan organların müdahalesiyle seçimlerin engellenmesi: devri sabık yaratılmasına neden olacak ve tarihe: milli iradeye ve hukuk devletine müdahale olarak geçecektir. 09 Nisan 2007 Hürses Gazetesi