18
Mayıs
2024
Cumartesi
SİYASET
Belediye Sayfaları

ULUSAL EGEMENLİK

Zengin bir hatıra mirasına sahip bulunan; beraber yaşamak hususunda müşterek arzu ve muvafakatta samimi olan; ve sahip olunan mirasın muhafazasına beraber devam hususunda iradeleri müşterek olan insanların birleşmesinden vücuda gelen cemiyete millet" denir.
 
Bir devletin dayandığı esaslar "bağımsızlığı tam" ve "kayıtsız şartsız millî egemenlikten ibarettir (1923) Mustafa Kemal Atatürk .
 
Türk milleti, halk yönetimi olan Cumhuriyetle yönetilen bir devlettir. Devlet dediğimiz zaman, her şeyden önce bir insan topluluğu, bir millet varlığı anlaşılır. Millî egemenlik veya millî hâkimiyet iç görünüşü itibariyle milletin kendi kendini idare etmesi, kendine hükümet edecek heyeti seçmesi anlamına gelir.
 
Egemenliğin hukukta iki görünümü vardır:
 
- Dış görünüşü ile millî egemenlik, milletin özgür ve bağımsız yaşamasını, dışa karşı millet    birliğini ve bütünlüğünü belirtir. Kurtuluş Savaşında Türk Milleti, "Ya istiklâl ya ölüm" sloganını haykırdığında devletin tam bağımsızlığını bütün dünyaya karşı açıklamıştır.
 
- İç görünüşü itibariyle milî egemenlik, demokratik rejimi yani egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olduğunu ifade eder. Devletin ülke sınırları içinde en üstün ve yüksek, hiçbir kurumla paylaşılamayan, devredilemeyen, aslî, kayıtsız ve şartsız, iktidarını ifade eder. Ancak bu iktidar keyfi değildir; hukuk kurallarıyla ve en başta anayasanın hükümleriyle kayıtlıdır. Devlet iktidarının kaynağını izah bakımından tarihen öne sürülmüş temel görüşler arasında, yeni Türk Devletinin dayandığı esas, millî egemenlik olmuştur.
 
Millî Egemenliğin çok kısa olarak anlamı ise şudur: Egemenliğin tek, meşru kaynağı ve sahibi millettir. Yöneticiler ancak egemenliği kullanmak yetkisine sahip olabilirler. Böyle olunca da egemenliği ancak milletin temsilcileri marifetiyle kullanabilirler. Böylece millî egemenlik, millî temsil ilkesiyle birleşmiş olur.
 
Millet iradesi, fertlerin diğer deyimle bireylerin iradelerinin bir araya gelmesinden, kaynaşmasından, sentezinden oluşmaktadır. Millî egemenlik milletleşme olayına bağlı olarak, milletin bölünmez iradesidir.
 
Devletin sahip olduğu kuvveti ifade ederken, bu kuvveti kendine özgü diye niteliyoruz. Gerçekten devleti oluşturan milletin bağrında egemen olan kuvvet, bireysel olarak hiç kimse tarafından verilmiş değildir. Siyasal egemenlik, devlet kavramında kendiliğinden mevcuttur ve devlet, onu halk üzerinde uygulamak ve milleti dıştan öteki milletlere karşı savunmak yetkisine sahiptir.
Bu siyasal egemenlik ve kudrete "irade veya egemenlik" denir.
 
Madem ki devlet, bir buyruk, bir egemenliğe sahiptir, onu ifade ve yerine getirmek için birtakım vasıtalara ihtiyacı vardır. Bu vasıtaları kapsayan devlet teşkilâtında millet meclisi ve hükümet teşkilâtı esastır. Devlet, bir hukuksal kavramdır. Gerçekte yönetenler, egemenliği kullanırlar. O hâlde, devlette yönetenler kimler olmalıdır? Siyasal kuvvetin geçerli ve doğru olabilmesi için, devletin soyut egemenliği, gerçekten kime verilmelidir? İşte bu sorulara cevap veren, demokrasi prensibidir.
 
Bu bakımdan egemenlik birdir, parçalara ayrılamaz ve egemenliğin ifade ettiği ortak irade, onun sahibi olan ortak kişilik millet tarafından, hiçbir vakit, başkasına devredilip bırakılamaz.
 
Atatürk, vatan toprakları üstünde "TÜRKÜM" diyen her insanın ayrıcalıksız ve sınıfsız kaynaşmış bir Türk ulusunu temsil ettiğini ve ulusa "TÜRK ULUSU" denileceğini ısrarla bıkmadan, usanmadan tekrarlamıştır. "EGEMENLİK KAYITSIZ ŞARTSIZ ULUSUN OLACAKTIR."
 
Ulusun elinden hiçbir güç, hiçbir iç ve dış kuvvet bu hakkı alamayacaktır. Ulus öylesine eğitilecektir ki, bu kutsal varlığı büyük bir titizlik ile gereğinde canı pahasına koruyacaktır.
Bugün ulus ya da millî devlet dediğimiz zaman, ''Kuruluş bakımından, ülkesi ve milleti ile bölünmez bir bütün teşkil eden, dünya görüşü yönünden de milliyetçiliği (ulusçuluğu) esas bilen, yani başka milletlerin varlığına saygı gösteren ve kendi varlığına saygı isteyen, emperyalizmi reddeden devlet'' akla gelmektedir.
 
Türkiye Cumhuriyeti, bir ''ulus devlet'' tir. Çünkü, sınırları ''ulusal sınırlar'' dır. Bu sınırlar, 1918 yıkıntısı sonucunda, ''gerçekçi'' ve ''milli'' liderinin ''Misâk-ı Milli'' ile tespit ettiği ''anavatan''ın, ''fiili'' ve ''doğal'' sınırlarıdır. Özellikle ve önemle belirtilmesi gereken bir diğer konu da şudur: ''Ulusal devlet'' in vazgeçilmez ve birbirini bütünleyen iki ana ilkesi, ''antiemperyalizm'' ve ''tam bağımsızlık'' tır.
 

Bu bağlamda, sınırların artık önemini yitirdiği, daha çok mikro milliyetçiliğin, etnik ve dinsel kimliğin ortaya çıkarılmasının gerektiği, gerek mikro milliyetçiliğin, gerek kökten dinciliğin ülkemizde alevlendirilmek istendiği gerçekleri, ''ulus devlet'' in yukarıda belirtilen ana unsurları karşısında, bu ve benzeri faaliyetlerin niyet ve maksatlarını ortaya koymaktadır.

Böylece, ''ulusal sınırlar'' ın değişmezliği unutturularak, ''ulusal devlet'' in bölünmez bütünlüğü yok edilecektir. Mikro milliyetçilik ile ''ulusal nüfus'' dağıtılacaktır. Böylece, etnik ve dinsel kimliğin ortaya çıkarılması ile ''ulusal kimlik'' silinecektir. Böylece, kökten dincilik alevlendirilerek, ''ulusal egemenlik'' ortadan kaldırılacaktır. Açıklıkla görülmektedir ki, niyet ve maksat ''ulus devlet'' yapısını yıkmaktır.
 
Mustafa Kemal Atatürk, ulusçuluğu; Ulusal Ant (Misâk-ı Milli) sınırlarının belirlediği Türk vatanında, aynı uzun ve ortak geçmişin ortak dil, ülkü ve kültür birlikteliğinin oluşturduğu Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran Türk halkının, tam bağımsız ve onurlu yaşamı, ana öğe olarak algılayan birlikteliği olarak açıklamıştır.
 
Atatürk ulusçuluğunun özü içeriye karşı, eşitlikçi, özgür bir Türkiye, dışa karşı, tam bağımsız bir Türkiye'dir. Tam bağımsızlıktan amaç siyasal, tutumsal, toplumsal ve kültürel bağımsızlıktır.
 
Atatürk'ün ortaya koyduğu ulusçuluk anlayışı, ülke içinde etnik ayrımcılığa izin vermeyen, Anadolu kültür mozaiğini, bir bütün olarak kucaklayan görüşü yansıtmakta, öte yandan, ırkçılığı, Panislamizm ya da Pantürkizmi, eş anlatımla, ümmetçiliği ve kafatasçılığı kesinlikle reddetmektedir. Ayrıca geçmiş Osmanlı döneminin, ulusal bağımsızlığı ortadan kaldıran, devleti dışa karşı (iktisadi açıdan) bağımlı kılan her türden müdahalelere de karşıdır. Bu nedenledir ki kapitülasyonlar tümüyle kaldırılmış, devletin varlığını ipotek altında tutan ve Osmanlıyı yarı sömürge durumuna getirmiş olan Düyûn-u Umumiye (Genel Borçlar) kurumunu tasfiye etmiş, yabancı sermaye tekelini tümüyle yok etmek için özel sermayenin olabildiğince millileştirilmesini sağlamıştır.
 
Bu görüşlerle, Atatürkçü milliyetçi görüşün, uluslararası bütünleşmeye karşı olduğu biçiminde ortaya atılan savların, ne kadar sığ ve dayanıksız olduğu da ortaya çıkmaktadır. 
Atatürk , uluslararası ilişkilerde, devletlerin eşit koşullar altında, birlikteliğini öngörüyor, dış politikasını buna göre düzenlemiştir. Türkiye Cumhuriyeti'nin tam bağımsızlığı işte bu düşüncelerle, Lozan'da, tüm uygar dünyaya kabul ettirilmişti.
 
''Yurtta Barış, Cihanda Barış'' özdeyişi bu görüşün bir başka açıklamasıdır. Mustafa Kemal Atatürk'ün , bu kişilikli, onurlu ve saygın dış politikası, daha sonraki yıllarda bağımsızlığını kazanmak üzere eyleme geçen ulusların ortak paydasını oluşturmuştur. Bu düşünce, Kemalist ideolojisinin evrenselleşmiş boyutudur.
 
Millî Egemenliği Zorunlu Kılan Nedenler
 
 Türkiye'ye Sevr koşullarının yeniden dayatılmak istendiği düşüncesine katılmamak mümkün müdür? Sevr, bir sürecin sonuçlandırılmamış sonucudur.
 
Bu uygulama, 1683 II. Viyana bozgunu ile başlatıldı ve ilk safhası, 235 yılda, 1918'de İstanbul Boğazı'nda tamamlandı. Sevr, ikinci safhanın da tamamlanması ile planın sonucunu sağlayacak şekilde düzenlenmişti. Hem de Türk'ü Anadolu'dan ''kovacak'' değil, orada ''boğacak'' şekilde. Sevr haritasını hatırlayın, Anadolu'nun ortasında bir avuç toprak parçasında sıkıştırılmış Türk toplumu, kuzeyde Pontus, doğuda Ermeni, güneyde Ermeni, Fransız ve İtalyan, Batıda Yunanistan. Tam bir kıskaç; kurtuluş adeta imkansız, yok edilme kaçınılmaz.
Ama, bir asker, Sakarya Nehri'nin doğu yamaçlarında, yumruğunu havaya kaldırarak haykırdı, ''Hatt-ı müdafaa yoktur, Sath-ı müdafaa vardır; O satıh bütün vatandır.'' Ve bu haykırış aynı zamanda Sevr'in çöküşüne işaretti.
 
Devlet yönetimine, toplumsal menfaatlere yönelik bir anlayış getirerek, halkımızın maddi ve manevi yönden tatmin ve ikna edilmesi suretiyle, geniş bir ''toplumsal uzlaşma ve uyumu'' sağlamak ve buradan alınacak ''güç ve irade'' ile çok daha ''kişilikli bir dış politika'' yürüterek ''ulusal çıkarları'' ön plana çıkarmak ve gerçekleştirmektir.
 
Mustafa Kemal Atatürk o günlerde Türk ulusunun büyük bir ulus olduğunu gündeme getirmekte, ulusal bilinci yaratmaya çalışmaktadır. Bu bilinci yaratmadan, halkı kazanmadan hiçbir şeyin başarılamayacağını çok iyi bilmektedir. Ulusu savaşa hazırlamak için, ona 'kendi diliyle seslenmek' gerekliydi. Mustafa Kemal Atatürk bunu yapmıştır.
 
19 Mayıs 1919'da dayanabileceği tek güç vardır: Halk. Ordunun elinden silahları alınmış, limanlara el konulmuş, Anadolu'nun her köşesi kuşatılmıştır. Halka sarılmaktan, halka güvenmekten başka çıkar yol yoktur. Yeni devleti kuracak olan halktır. Halk bilinçlendiği takdirde savaş kazanılabilecektir. Mustafa Kemal Atatürk bunu gerçekleştirmiştir.
 
Atatürk hiçbir zaman tartışmaktan korkmamıştır. Tüm işleri kurultaylar (kongreler) ve Meclislerle yürütmüş, tüm kararlar kongre ve Meclisten geçmiştir. Kanun hükmünde kararnameler ise hiç olmamıştır. Mustafa Kemal Atatürke  göre kurultay ve Meclis demek, ulus demektir. Bu nedenle önce Erzurum ve Sivas kongrelerini gerçekleştirmiş, sonra da TBMM'yi kurmuştur. ''Kongre ve Meclisle iş yapamayız, tartışmalara boğuluruz; işleri ordu ile yapalım'' diyenlere şu cevabı vermiştir: ''Önce Meclis, sonra ordu. Bence Meclis, bir teori değil, bir gerçektir. Ve gerçeğin en büyüğüdür. Ordu demek, yüz binlerce insan ve milyonlarca servet demektir. Bunu ancak ulusun kararı ve kabulü meydana çıkarabilir.'' Bilindiği gibi ulusun kararı ve kabulü demek, ulusal egemenliğe saygı demektir, cumhuriyet demektir, demokrasi demektir.
 
Birinci TBMM'nin ideolojisi, Müdafaa-i Hukuk ideolojisi idi. Bunun da özü, Ulusal Egemenlik ve Tam Bağımsızlık idi. Tam bağımsızlık ruhu ise, Kuvâ-yi Milliye Ruhudur. Kuvâ-yi Milliye "Ulusal Güçler" demektir, Kuvâ-yı Milliye onur demektir. Tam bağımsızlığın ruhudur.
 
Atatürk, millî bağımsızlık mücadelesinin başarıya ulaşmasını sağlamak için, tek çözüm yolu olarak milletin azim ve kararını, milletin egemenliğini, milletin iradesini dikkate alarak, yeni kurulan Devletin millî egemenlik, millî irade gibi esaslara dayanmasını gerekli görmüştür.
 
1919 Amasya Bildirisi ile ilân olunan, "Milletin istiklâlini yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır" parolası Erzurum ve Sivas Kongrelerinden geçerek, 23 Nisan 1920'de kurulan T.B.M.M.'nin ve yeni kurulan devletin temel dayanağı olmuştur. Egemenliğin padişaha değil, bir sınıf veya zümreye değil, Türk Milletine ait olduğu gerçeğini devlet hayatımıza kazandıran Atatürk olmuştur.
 
Atatürke göre, "Toplumda en yüksek hürriyetin, en yüksek eşitlik ve adaletin devamlı şekilde sağlanması ve korunması ancak ve ancak tam ve kesin manasıyla millî egemenliğin kurulmuş olmasına bağlıdır. Bundan dolayı hürriyetin de, eşitliğin de, adaletin de dayanak noktası millî egemenliktir."
 
 
Ülkemizde, Kurtuluş Savaşı ile birlikte millî egemenlik kavramı ortaya çıkmış ve 20 Ocak 1921'den itibaren yürürlüğe giren bütün anayasa niteliğindeki metinlerde millî egemenlik anlayışı hâkim olmuştur.
 
Atatürk, gençlik çağlarından itibaren incelemeler yapan seçkin bir fikir adamı idi. Meşrutiyet döneminin en ilginç yazarlarından Dr. Abdullah Cevdet ve Ziya Gökalp dahil, pek çok Türk ve yabancı yazarın dil, tarih, felsefe, ekonomi ve askerlik gibi konularda çok sayıda kitabını okumuştur. Bunların çoğunu, sonuna kadar inceleyip notlar almış, sorular tespit etmiş, büyük ilgi ve dikkatle okumuştur.
 
19 Mayıs 1919'da Samsun'a çıkan Mustafa Kemal Atatürk, o günlerde millî kurtuluş konusundaki dağınık fikir ve hareketlerin örgütlenmesi çabası içinde şu kararı almıştı: "Anadolu'dan idare edilecek bir hareketin başına geçmek". Atatürk, bu görüşünü sonradan Büyük Nutku'nda "Bir tek karar vardı. O da millî egemenliğe dayanan, kayıtsız, şartsız, bağımsız bir devlet kurmak" şeklinde özetlemiştir.
 
Daha Millî Mücadeleye başlamadan önce, Birinci Dünya Savaşı'nın felaketli sonuçlar doğurduğu günlerde, Atatürk için Türk gençliği başlıca umut kaynağı idi. Atatürk'ün Türk gençliği ile ilgili görüşlerini açıklayan en eski belge, 1918'de kendi el yazısı ile yazdığı şu satırlar vardır :
 
"Her şeye rağmen muhakkak bir ışığa doğru yürümekteyiz.
Bende bu imanı yaşatan kuvvet, yalnız aziz memleket ve milletim
Hakkındaki sonsuz sevgim değil, bugünün karanlıkları,
ahlâksızlıkları, şarlatanlıkları içinde sırf vatan ve hakikat aşkıyla ışık
serpmeye ve aramaya çalışan bir gençlik görmemdir."

Millî Mücadele Yıllarında Millî Egemenlik İlkesinin Yeri ve Tarihi Gelişimi
 
Ancak merkezden düzenlenen bir hareketin ve planlı çalışmanın, güçlük ve sıkıntıları yenip vatanı kurtarabileceği inancı Kongrenin ana temasını ve havasını teşkil etmiştir.
 
11 Eylül 1919'da Umumi Kongre tarafından ilân olunup ''Sivas Kongresi Beyannamesi'' adı ile anılan ve Kongrede alınan kararları ortaya koyan belge, o zaman temelleri atılmakta olan milli devletimizin ideolojisi ve hedefi bakımından önemlidir.
 
Bu beyannameye göre: Esas olan Kuvâ-yı Milliye'yi âmil ve ulusal iradeyi hâkim kılmak şarttır. Memleketin herhangi bir parçasına karşı olacak müdahale ve işgale; bilhassa vatanımızda bağımsız bir Rumluk ve Ermenilik teşkili gayesine yönelik harekata karşı hep birlikte müdafaa ve mukavemet esası kabul edilmiştir. Geçmişte olduğu gibi aynı vatan içinde birlikte yaşadığımız bütün unsurların hakkı saklıdır. Ancak bunlara siyasi hakimiyet ve dengemizi bozacak ayrıcalıklar verilmeyecektir.
 
Milletlerin kendi kaderlerini bizzat tayin ettiği bu devirde, hükümetin de ulusal iradeye tâbi olması zaruridir. Çünkü ulusal iradeye dayanmayan herhangi bir hükümetin kendince aldığı kararlara millet boyun eğmediği gibi, haricen de muteber olmadığı ve olmayacağı şimdiye kadar sabit olmuştur: Dolayısıyla hükümetin Ulusal Meclisi hemen toplaması ve bu suretle millet ve memleketin kaderi hakkında alacağı bütün kararları Ulusal Meclisin denetimine arz etmesi mecburidir.
 
Kongre Başkanlığına seçilen Mustafa Kemal Atatürk için konu, Erzurum Kongresi Nizamnamesi ve esas gayelerini kabul etmek, Vilayât-ı Şarkiye Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti ile Heyeti Temsiliye'yi bütün vatanı kapsayacak yetkilerle donatarak, millî bir teşekküle ve organa vücut vermekti.
 
Sivas Kongresi 12 Eylül 1919'da çalışmalarına yön vermiş, Kongre çalışmaları sonucunda yayınlanan ve 10 maddede hülasa edilebilecek beyanname kararları arasında ''Merkezi Hükümetin Millî İradeye tâbi olması'' ve ''ancak istiklâl ve milliyet esasına saygı gösteren dış yardımların kabul edilmesi'' gibi önemli hususlara yer verilmiştir. Esasen Mustafa Kemal'in plânının temel unsuru, Millî Mücadele Hareketini halka mal etmek ve liderliğe seçimle gelmek idi.
 
Yalnız orduya dayanarak idareyi ele geçirmek, belki kestirme, fakat zararlı ve tehlikeli bir yol olacaktı. Balkan Harbinden beri, ordunun politikaya karışması aleyhinde kuvvetli bir cereyan belirmişti. Her ne kadar ordu politize olmuş idiyse de, subayların bir kısmı ordunun politikadan çekilmesi fikrine inanmaktaydılar. Bu itibarla orduya açıkça bir ihtilâl davranışına sokmak, çeşitli ihtilâflara ve tehlikeli bölünmelere sebep olabilirdi.
 
İşte Atatürk'ün Millî Mücadeleyi ve Anadolu İhtilâlini halka mal etmek çabası içinde, Müdafaa-i Hukuk Teşekküllerine eğilmesi ve onları Erzurum ve Sivas Kongrelerinde bir araya getirmesi büyük sezgi ve yanılmaz metodunun yeni ve başarılı sonuçları olmuştur.
 
Atatürk'ü yanlış anlayan veya kasten yanlış anlatmak isteyenlere hatırlatılması gereken gerçek şudur: Atatürk Millî Mücadeleye ''Millî Egemenlik'' bayrağı ile başlamış, daha Erzurum Kongresi'nden itibaren, ''Millî İradenin başlıca güç kaynağı'' olduğunu ilân etmiş bir liderdir. Atatürk tek şahıs saltanatından milli hâkimiyete geçişin önderidir. Bu itibarla millet hâkimiyetini reddeden her türlü diktacı görüş Atatürkçülüğe aykırıdır. Atatürk diktatörlük özlemi çekenlerin değil, Türkiye'de Millî İradeyi hâkim kılmak isteyen demokrasi taraftarlarının önderidir. Atatürk, annesinin mezarı başında, ''Millet hâkimiyeti uğruna canını vermeye'' vicdan ve namusu üzerine yemin etmiş insandır.
 
Türk Devletinin Esas Teşkilâtı
20 Ocak 1921 tarihinde hazırlanan ilk Anayasaya göre, hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir. Halkın kendi kaderini kendisinin tayin etmek hakkıdır. Kanun yapmak ve yürütmek yetkileri, millî camiayı temsil eden T.B.M.M.'de toplanıp tecelli etmiştir. 1921 Anayasası ile Amasya genelgesinden itibaren gelen ve yerleşen bir ruh ve kanaat resmî bir nitelik kazanmış ve bu Anayasa metni ile hukuki hüviyete bürünmüştür.
 
1924 Anayasasının 3. Maddesinde yer alan "Egemenlik, kayıtsız şartsız Türk Milletinindir" ifadesi, tarihi kaynağını Amasya genelgesinde, Erzurum ve Sivas kongreleri kararlarında ve 1921 tarihli Anayasada bulmaktadır. Bu prensip bir realitenin, bir ihtiyacın ve bir zaruretin ifadesidir. Millî egemenlik prensibinin nasıl bir realiteye ve ihtiyaca cevap verdiği İstiklâl Mücadelesinin tarihi seyri içinde açıkça görülmektedir. Türk İstiklâl Mücadelesi tarihinde, millî egemenlik ve siyasal bağımsızlık milletçe egemenliği ifade eden bir prensip olmuştur. Millî egemenlik prensibi bütün istiklâl mücadelesi esnasında, Türk milletinin manevi dayanağı olmuş, birliğine esas teşkil etmiştir. Milletin manevi kuvvet ve azmi, bu prensipten doğmuş ve gelişmiştir.
 
Anayasamızın birinci maddesi hükmünü, Büyük Millet Meclisi'nin dahi değiştirme yetkisi yoktur .
O madde şudur:
Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir. Ve üstelik Anayasanın 4. maddesindeki esaslar gereği, Devletinin şeklinin Cumhuriyet olduğu hakkındaki hüküm değiştirilemez ve değiştirilmesi dahi teklif edilemez.
 
Atatürk'ün en büyük ve önemli kararı; Millî Hâkimiyete dayalı yeni bir Türk Devleti kurmak kararı olmuştur. Türkiye Cumhuriyeti Atatürk'ün hem ebedî, hem de en büyük eseridir.
Bilindiği gibi Atatürk bu kararını Büyük Nutuk'un başında şöyle açıklamıştır :
 
''Üç nevi karar ortaya atılmıştı. Birincisi, İngiltere himayesini talep etmek, İkincisi Amerika Mandasını talep etmek, Bu iki karar sahipleri Osmanlı Devletinin bir bütün halinde muhafazasını düşünenlerdi. Üçüncü karar Mahalli kurtuluş çarelerine bağlı idi. Meselâ bazı mıntıkalar, kendilerinin Osmanlı Devletinden ayrılacağı nazariyesine karşı ondan ayrılmamak tedbirlerine tevessül ediyor. Bazı mıntıkalar da Osmanlı Devletinin imha ve Osmanlı memleketlerinin taksim olunacağını (olup biti) kabul ederek kendi başlarını kurtarmağa çalışıyorlar.''
 
Atatürk sözlerine şöyle devam eder :

''Efendiler, ben bu kararların hiç birinde isabet göremedim. Çünkü bu kararların dayandığı deliller ve mantıklar çürük ve esassızdı. Hakikati halde, içinde bulunduğumuz tarihte Osmanlı Devleti'nin temelleri çökmüş, ömrü tamam olmuştu.
Osmanlı memleketleri tamamen parçalanmıştı. Ortada bir avuç Türk'ün barındığı bir ata yurdu kalmıştı. Son mesele bunun da taksimini temin ile uğraşmaktan ibaretti. Osmanlı Devleti, onun istiklâli, Padişah ve Halife, Hükümet, bunların hepsi medlûlü kalmamış bir takım manasız lâflardan ibaretti... Efendiler, bu vaziyet karşısında bir tek karar vardı: O da millî hâkimiyete dayanan, kayıtsız ve şartsız yeni bir Türk Devleti kurmak. İşte, daha İstanbul'dan çıkmadan önce düşündüğümüz ve Samsun'da Anadolu topraklarına ayak basar basmaz uygulamağa başladığımız karar bu karar olmuştur.''
 
"Türkiye Cumhuriyeti yalnız iki şeye güvenir: Biri Millet kararı diğeri en ağır ve müşkül şartlar içinde dünyanın takdirlerine hakkı ile lâyık görülen Ordunun kahramanlığı"
 
diyen Atatürk: Millî Mücadelenin en karanlık günlerinde yanında bulunan sadık yakınlarından gazeteci Yunus Nadi Bey'in ''Her kerameti Meclisten beklemek niyetinde miyiz? diye sorması üzerine, Mustafa Kemal'in verdiği cevap şu olmuştur :
 
''Ben her kerameti Meclisten bekleyenlerdenim. Bir devreye yetiştik ki onda her iş meşru olmalıdır. Millet işleri de ancak millî kararlara istinad etmekle, milletin hissiyat-ı umumiyesine tercüman olmakla hâsıldır. Milletimiz çok büyüktür. Hiç korkmayalım. O, esaret ve zillet kabul etmez. Fakat onu bir araya toplamak ve kendisine ''Ey Millet, sen esaret ve zillet kabul eder misin?'' diye sormak lâzımdır. Ben, milletin vereceği cevabı biliyorum... Bizim bildiğimiz hakikatler milletçe de tamamen malûm olunca, onun kararlar bahsinde de bizim gibi düşüneceği neden kabul edilmemelidir? Ben, bilâkis milletin bu hususta daha salim, daha kat'i kararlar vereceğine kaniim.''
 
Atatürk'e Halifelik ve Cumhurbaşkanlığı da teklif edilmişti: Şiddetle reddetti. Kurduğu fırkanın daimî ve değişmez başkanlığını bile kabul etmedi. «Milletin sevgi ve güvenini kaybetmediğim müddetçe tekrar seçilirim; Milletin reyi esastır» diyordu.
 
"Hürriyet ve istiklal benim karakterimdir. Ben milletimin ve büyük ecdadımın en kıymetli mirasından olan istiklal aşkı ile yaratılmış bir adamım. Çocukluğumdan bu güne kadar ailevi, hususi ve resmi hayatımın her safhasını yakından tanıyanlarca bu aşkım bilinir. Bence bir milletle şerefin, haysiyetin, namusun ve insanlığın yerleşmesi ve yaşaması mutlaka o milletin hürriyet ve istiklaline sahip olmasına bağlıdır. Ben şahsen bu saydığım özelliklere çok ehemmiyet veririm ve bu özelliklerin kendimde varlığını iddia edebilmek için milletimin de aynı özellikleri taşımasını şart ve esas bilirim. Ben yaşayabilmek için mutlaka bağımsız bir milletin evladı kalmalıyım. Bu sebeple milli bağımsızlık bence bir hayat meselesidir. Millet ve memleketin menfaatleri gerektirdiği takdirde insanlığı teşkil eden milletlerden her biriyle medeniyet gereğinden olan dostluk ve siyaset münasebetlerini büyük bir hassasiyetle takdir ederim. Ancak benim milletimi esir etmek isteyen herhangi bir milletin de bu arzusundan vazgeçinceye kadar amansız düşmanıyım." 23 Nisan 1921 ( Hakimiyet-i Milliye Gazetesi )
 
Atatürk'ün bu sözlerinde, biri şahsına ait, diğeri de milletinin hayatı ile ilgili iki çeşit hürriyet anlayışı vardır. Fakat kendisinin hür olması için milletinin de hür ve bağımsız bulunmasını şart koşmuş, ne var ki hürriyeti başıbozukluk anlamına almamıştır.
 
''Hürriyet olmayan bir memlekette ölüm ve çöküş vardır. Her terakkinin ve kurtuluşun anası hürriyettir... İçtimaî heyette en yüksek hürriyetin, en âli müsavat ve adaletin kararlı bir hale getirilmesi ve korunması ancak tam ve kesin anlamı ile Milli Hâkimiyetin kurulmuş bulunması ile olur. Bu itibarla, Hürriyetin de, müsavatın da, adaletin de dayanağı Milli Hâkimiyettir''
 
Demokratik sistem ile idare edilen cumhuriyetlerde hiç kimsenin sınırsız hak ve hukuku yoktur. Sınırsız hak ve hukukun olduğu rejimlere de demokrasi veya cumhuriyet denemez. Çünkü demokrasilerde ve demokratik cumhuriyetlerde kişilerin ve dolayısıyla toplumların özgürlükleri hukuk yolu ile güvence altına alındığı gibi, buların sınırları da adaletin kalemi ile çizilmiştir. 
 
Atatürk, kurmuş olduğu genç Türk Devleti'nin yapısını 29 Ekim 1923 tarihinde cumhuriyetin temelleri üzerine oturturken, en kısa zaman da bunun gereği olan demokrasiye geçileceğini öngörüyordu. O da siyasi alanda demokrasinin çok partili sistemle gerçekleşeceğinin bilincindeydi.
 
Atatürk'ün zamanımızdan yaklaşık üç çeyrek asır önce cumhuriyet için söyledikleri, bugün hala bazı batı ülkelerinin elde etmeye çalıştıkları düşüncelerdir.
 
Atatürk sadece bilgili bir asker, uzak görüşlü bir devlet adamı değil aynı zamanda gerçek bir düşünürdü. Ayrıca sadece düşünce üretmekle kalmamış, bu düşünceleri gerçekleştirerek, üçüncü dünya ülkelerine bağımsızlığın ve kurtuluşun yolunu da göstermiştir. Bugün bağımsızlık savaşı veren pek çok ülkede Atatürk adı hala bir bayrak gibi dalgalanıyorsa nedenini burada aramak doğru olur.
 
Atatürk'e göre sadece Cumhuriyete sahip olmak yeterli değildir. Ona layık olmak da gereklidir. Bunun içinde gereken yol yine eğitimden geçmektedir. Hürriyet ve bağımsızlığın kıymetini, erdemli ve özverili, çağdaş eğitim almış olan gençler, savaş alanlarında bu uğurda şehit düşen askerlerden çok daha iyi bilebilirlerdi Bağımsızlık; hürriyet, cumhuriyet bundan böyle savaşarak değil, bunları değeri bilinerek korunacaktı.
 
Onun için kılıçla elde edilen zaferler, siyasi, ekonomik, kültürel zaferlerle taçlandırılmalıydı.
 
Atatürk, hâkimiyet (egemenlik) tabirini kullanırken onu sınırsız ve en üstün bir kuvvet ve kudret olarak kabul etmiş ve T.B.M.M.'ni, milletin yegane temsilcisi olarak bu üstün kuvvet ve kudretle donatmayı, saltanat ve hilafeti kaldırarak yerine Cumhuriyet rejimini getirmek amacıyla tek çare olarak görmüştür.
 
 
Sonuç olarak ;
 
Türk Milleti gerek Kuvâ-yı Millîye döneminde gerekse bugün; "özgürlük için özgürlük" adına vatan coğrafyasının ve devletinin bölünmesine yönelen gidişi hiçbir zaman kabul etmemiştir.
 
Bugün Türkiye'de çeşitli siyasal kuruluşların temsilcileri, demokrasi lafını ağızlarından düşürmemekte ve Türkiye'nin hızla demokrasi ortamına geçmesinden söz etmektedirler.
Arzuladıkları demokrasi, Türk kitlelerinin mutluluğunu sağlayacak demokrasi ise, bunun milli demokrasi olması gerekir. 
 
Milli demokrasilerde hakimiyetin gerek ekonomik, gerek siyasal, gerekse kültürel alanda kayıtsız şartsız milletin olması, millete dayanması gerekir.
 
Günümüzde Türkiye'de partiler padişahlık usulü ile yönetilmektedir. Padişahın, vezirlerin ve divân-ı hümayunun yerlerini, parti genel başkanı, parti genel idare kurulu ve parti disiplin kurulu almışlardır. Partilerin işleyişlerinin ve yapılarının egemenlik ulusundur ilkesiyle ne bir ilgisi, ne de bu ilkenin gerçekleştirilmesine katkısı vardır. Her şeyden önce, değil vatanın, partilerinin idaresini ve işleyişini dahi demokratik esaslar çerçevesinde beceremeyen ve hazmedemeyen insanlardan millet idaresinin gereklerine ve Ulusun Egemenlik Haklarına saygı göstererek, bu ilkelerin işleyişini sağlamalarını beklemek bir hayaldir. 
 
Ulusal egemenliğin tam anlamıyla bilincinde olan ve onu korumayı her şeyin üstünde tutan evlatlarının elinde Türkiye'mizin bütün sorunları, en kısa zamanda en iyi çözümleri bulacaktır.

ULUSUMUZUN  EGEMENLİK VE ÇOCUK BAYRAMI  KUTLU OLSUN 

 

 

 

Gökçen ŞENYİĞİT - Beşiktaş/İSTANBUL
Yayın Tarihi : 2 Mayıs 2004 Pazar 17:01:16
Güncelleme :10 Mayıs 2004 Pazartesi 17:31:11


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?