3
Mayıs
2025
Cumartesi
ANASAYFA

"Soykırım Tartışılmalı" (2)


SOYKIRIM TARTIŞILMALI VE BİLİMSEL YÖNTEMLERLE ARAŞTIRILIP AÇIKLANMALIDIR. 

2-TÜRK-ERMENİ İLİŞKİLERİNİN KISA TARİHİ

Türkler Anadolu’ya adım attıkları ilk andan itibaren karşılaştıkları halklar, Ermeniler ve Kürtlerdi. Ermenilerin, Van- Erivan hattında Bizans’a bağlı bir Ermeni devleti vardı. Bölgede yaşayan Kürtler ise, aşiret örgütlenmesi şeklinde, feodal ve dinsel bir yapılanma sergiliyordu.

Bu arada 1048 Pasinler Savaşında Selçuklulara yenilerek, yıkılış sürecine giren Ermeni devletine 1064 de Alparslan’ın Kafkasya seferi sırasında son verilmiştir.

Aslında bu Ermeni devleti Bizans açısından çok önemli bir işlev üstlenmekteydi. Bizans’a doğudan gelecek saldırılara karşı, tarih boyunca bir tampon görevi yapmıştı. Bu yüzden Bizans’ın, Ermeni krallığının yıkılmasına göz yumması, kendi sonunu da hazırlamıştır.

Türklerin 1071’den altı yıl sonra 1077’de, İznik’e kadar kolayca ilerlemesinde, Ermeni krallığının yıkılmış olması da etkili olmuştur. Çünkü Ermeni krallığı doğudan gelen akınları oyalarken, İstanbul’dan takviye kuvvetler geliyordu.

Bu dönemde devletler, imparatorluklar ırk esasına dayanmadığından, din ve feodal yapıya göre bir devlet örgütlenmesi söz konusu olduğundan, tebaanın hangi soydan olması değil, devlete hizmeti önemliydi. Ermenilere de bu açıdan bakıldığında, Osmanlı’ya özellikle dış ilişkilerde ve ticarette önemli hizmetlerde bulunan bir gruptu. “Osmanlı bunlara güvenmiş ve üst düzey görevler vermiştir” derken, tabii ki bunların da bu güveni sağlamış ve bu görevleri layıkıyla yapmış olduğu yadsınmamalıdır.

Milliyetçilik fikirlerinin miladı sayılan 1789’dan hemen 15 sene sonra, 1804 den Sırp isyanının çıkması, Osmanlının bu alanda ilk ve en kolay hedef olduğunu gösterir ki: bu durum Osmanlının çağı yakalayamamış ya da ıskalamış olmasıyla da ilgilidir.

Batı Roma’nın yıkılışıyla Avrupa, Ortaçağa girerken; Bizans, bunu üç yüz sene daha geciktirdiyse de, Arap saldırılarıyla zayıflayıp, dokuzuncu yüzyılda kendi Ortaçağını başlatmıştı. Türkler Anadolu’yu bu yüzden kolay ele geçirdiler ve batıya göre daha ileri bir kültürü temsil ettiklerinden, sürekli gelişerek 1600’lere kadar yükseldiler.

Fakat Osmanlı, aydınlanma sürecini es geçince, 1450’lerde Avrupa, kendi ortaçağını tamamlayıp yeniçağa geçerken, Osmanlının 1600’lerde başlayan Ortaçağı, Cumhuriyet Dönemine dek uzandı.

Gerçi milliyetçilik, çağdaş imparatorlukları da parçalamıştır ama çağdaşlığı oranında gecikerek gerçekleşmiştir bu olgu.

Bugün az gelişmiş ülkelerde sınırların açılması halinde, halkın neredeyse tamamının, ülkesini terk etmeye kalkışabileceği bilinen bir gerçektir. TV ekranlarında sıkça gördüğümüz, akıl almaz insan kaçakçılığı olayları da bunun en güzel örneğidir. Bu yüzden, bütün Hıristiyan tebaa ayrılmışken, Ermenilerin Osmanlıdan ayrılmak istemelerini, bir vefasızlık örneği gibi görmenin de, çok objektif bir yaklaşım olduğunu düşünmüyorum.

Bin dokuz yüzlerin batmakta olan gemisi Osmanlıyı, milliyetçilik fikirleri sonucunda, kendisinin farklı bir millete ait olduğu bilincine ulaşan ve kışkırtılan azınlıklar, elbette ki terk etmek isteyeceklerdi. Ve giderken, götürebildikleri kadar götürmeye çalışacaklardı.

Çünkü üstelik batan bu geminin, henüz millet bazında bir sahibi de yoktu. Osmanlı diye bir yönetim kadrosu olup, arkasındaki millet ise henüz millet olma bilincinden uzaktı. Kaptan ise tüm gemi halkına sahip olmak hırsıyla, kendisinin ait olduğu halkı da tanımak istemiyordu.

Buraya kadar olanlar anlaşılabilir şeylerdir. Ama milliyetçiliğin katliama dönüşmesi, olayın boyutunu karşı katliamlara ve tehcire kadar götürmüş olması üzücüdür.

Üstelik, bu acılar taraflarda ve dünyanın öteki ülkelerinde yeterince anlaşılıp, gerekli derslerin alınmasını da sağlayamamıştır. Üzerinden yüz yıla yakın bir süre geçmesine rağmen, olay hala bazı Ermeni gruplar tarafından şiddetle kaşınmakta ve adeta yüz yıl öncesinin kanlarıyla beslenenler vardır. Bu gruplar her gün biraz daha besleyip büyüttükleri kan, kin ve intikam duygularıyla adeta zamanı geri çevirip, olayı yeniden yaşamaya can atmaktadır.

Olayın taraflarının dışında, Makyavelizm’i devlet yaşamına temel felsefe edinmiş pek çok ülke de, bazen bir miktar oy uğruna, bazıları da moda görüşe katılmak adına, yarayı kaşımaktan kaçınmamaktadır. Sonuçta en acı olaylar, en basit çıkarlar uğruna insafsızca kullanılmaktadır. Hatta bazen Fransa’nın trajikomik takrir-i sükun yasası gibi, insanların düşüncelerine devlet eliyle tecavüzü, insan hakkı olarak görecek kadar kör ya da gözü dönmüştür.

Olayların araştırılmasını istemek, konu ile ilgili bilim adamlarının yardımını istemek başka şeydir, bir felaketi çıkar amaçlı kullanmak başka bir şeydir. Bu yüzden üçüncü şahıs pozisyonundaki ülkelerin, olaya karışmamaları, karışacaklarsa önce kendi tarih ve düşünceleriyle de yüzleştikten sonra, barışçı ve insancıl açılardan yaklaşmaları gerekir.

Yani olayla ilgilenmek isteyenler, olaya istedikleri yerinden dalmak yerine, ayrıntılarına inmeleri, kendi tarihlerini de bu yönleriyle incelemeleri ve Karabağı da göz ardı etmemeleri gerekir. Böylesi çıkar amaçlı yaklaşımlar yeni Karabağ’lar yaratır. Sonra da bu günkü gibi bu büyük felaket, uluslar arası basit çıkarların aleti bir oyuna dönüşür.

Ama maalesef bugüne dek bizim de olaya yaklaşımımız, olayın açıklanması ve çözümünden çok, bir suçluluk kompleksi içinde ilgisiz savunmalara başvurmaktan öte geçememiştir. Ve hatta ülkemizde olayın özgürce tartışılabileceği bir ortam, hala mevcut değildir.

Yayın Tarihi : 26 Nisan 2008 Cumartesi 00:26:38


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?