20
Mayıs
2024
Pazertesi
ANASAYFA

1923'ten 2008'e Cumhuriyetin Değerlendirilmesi (7)


TEMEL HAK VE ÖZGÜRLÜKLERİN KULLANILMASI

A-YAŞAMA HAKKI VE CAN GÜVENLİĞİ

Şimdi “I. Kişinin Dokunulmazlığı, Maddi ve Manevi Varlığı” diye başlayan ve önceki bölümde örnek olarak ele aldığım 17. maddenin uygulanmasında karşılaşılan keyfiliklere kısaca bir bakalım.

Anayasa Madde 17.- Herkes, yaşama, maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahiptir.

Tıbbi zorunluluklar ve kanunda yazılı haller dışında, kişinin vücut bütünlüğüne dokunulamaz; rızası olmadan bilimsel ve tıbbi deneylere tabi tutulamaz.

Kimseye işkence ve eziyet yapılamaz; kimse insan haysiyetiyle bağdaşmayan bir cezaya veya muameleye tabi tutulamaz” diyor.

Örneğin yaşama hakkını verdikten sonra, hemen altında sayılan şu durumlarda bu hak nasıl geri alınıyor; bir bakalım isterseniz.

“Mahkemelerce verilen ölüm cezalarının yerine getirilmesi hali ile meşru müdafaa hali, yakalama ve tutuklama kararlarının yerine getirilmesi, bir tutuklu veya hükümlünün kaçmasının önlenmesi, bir ayaklanma veya isyanın bastırılması, sıkıyönetim veya olağanüstü hallerde yetkili merciin verdiği emirlerin uygulanması sırasında silah kullanılmasına kanunun cevaz verdiği zorunlu durumlarda meydana gelen öldürme fiilleri, birinci fıkra hükmü dışındadır.”

İşte 12 Eylülde Aşağıdaki listede ölenler, yukarıdaki paragrafta sayılan keyfi durumlar nedeniyle yaşama haklarını kaybettiler. Keyfi diyorum, çünkü: idamla yargılanıp, çeşitli nedenlerle dosyaları sonuçlandırılamadığı için, sivil mahkemelere geçenlerin, hemen hepside beraat etti.

Yani başka bir deyişle, sıkıyönetim mahkemelerinin, yaşama hakkının elinden alınması için gerekli koşulların oluştuğuna karar verdiği durumlarda, sivil mahkeme: çoğu zaman bırakın idamı, ciddi biçimde ağır cezayı gerektirecek olağan üstü bir durum bile bulamamıştır.

Bulamamıştır ama bakın askeri mahkeme 12 Eylül’de neler bulmuş, neler.

7 bin kişi için idam cezası istendi.
517 kişiye idam cezası verildi.
Haklarında idam cezası verilenlerden 50'si asıldı.
300 kişi kuşkulu bir şekilde öldü.
171 kişinin işkenceden öldüğü belgelendi.
14 kişi açlık grevinde öldü.
16 kişi "kaçarken" vuruldu.
95 kişi çatışmada öldü.
73 kişiye doğal ölüm raporu verildi.
43 kişinin intihar ettiği bildirildi.

Bu kadar keyfi uygulamanın, bu kadar hukukun hukuksuzluğa kılıf oluşturduğu güvensiz ortamın, bunca ölümün ve öldürme tehdidinin olduğu yerde vatandaşın can güvenliğinin anayasal teminat altında olduğunu düşünebilir misiniz?

Yoksa can güvenliğinin pamuk ipliğine bağlı olduğunu mu düşünürsünüz? Ya da bu işkenceyi ve bu öldürme olaylarını gerçekleştiren bir yönetimin, hazırladığı bir anayasanın, gerçekten insanlara hak ve özgürlükler vermeyi amaçladığını düşünebilecek kadar saf olabilir misiniz?

Bir milyon 683 bin insanın fişlenip, (Lüksemburg, Malta ve İzlanda devletlerinin toplam nüfusundan fazla) 650 bin kişinin gözaltına alındığı bir yerde, elbette ki, insan haklarından daha kötü bir ayak bağı olamazdı ve bu yönetimin samimi olarak insan haklarını savunması beklenemezdi.

İşte bu yüzden 12 Eylül Anayasası, hak ve özgürlükleri vermekten ziyade, kullanımını engellemeye yönelik kılıflar hazırlama belgesi niteliğindedir diye düşünüyorum.

Yaşama hakkının önündeki engeller bu kadarla da sınırlı değildir elbette. Devletin yaşama hakkı önünde oluşturduğu büyük tehdide ek olarak, yaşama hakkını engelleyen başka tehditler karşısında duyarsız kalması da yine devletten vatandaşa yönelmiş bir tehdit olarak algılanması gerekir. Çünkü devlet üstlendim dediği görevi de yerine getirmemekte veya keyfine göre kullanmaktadır.

Örneğin güvenlik ve asayişi sağlamakla görevli kurumlar, bunu sağlarken, yasanın ön gördüğü koşullar dışında da insanları öldürebilmektedir. Buyurun size yüzlerce örnekten bir tanesi.
Albayın ifadesinden can pazarlığı çıktı.

Zülfikar Ali AYDIN / MERKEZ
Faili meçhule kurban giden Abdullah Canan için ifade veren tanık albay Kamber Oğur: Bir astsubay, yeğenini teslim etmek için Esat Canan'dan 20 bin mark istedi…

Hakkâri'de Yüksekova Çetesi'ne adı karışan aralarında bir binbaşı ile korucu ve itirafçıların bulunduğu çeteyle ilgili Albay Kamber Oğur'un verdiği şok ifadeler ortaya çıktı.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin Türkiye'yi tazminat ödemeye mahkûm ettiği cinayetin öyküsü 1995'te başladı. Yüksekova ilçesinde, Dağ Komando Tabur Komutanı Binbaşı Mehmet Emin Yurdakul komutasındaki bir birliğin, Ağaçlı ve Karlı köylerinde düzenlediği operasyonlarda iddiaya göre Abdullah Canan'ın evini yıkıp, akrabalarından Şemsettin Yurtsever, Mulmat Özteke ve Münir Sarıtaş'ı da gözaltına aldı. Ve o günden sonra kendilerinden bir daha haber alınamadı.

Abdullah Canan olaydan sonra operasyonu komuta eden Yurdakul ve askerlerini savcılığa şikâyet etti. İddiaya göre tabur komut a n - lığına çağrılarak tehdit edilen Canan aracıyla Yüksekova'dan Van'a giderken bir kontrol noktasında durdurularak gözaltına alındı ve 45 gün sonra işkence edilmiş ve kurşunlanmış cesedi bulundu.

Kayseri Jandarma Bölge Komutanlığı İstihbarat Şube Müdürü Albay Kamber Oğur, olaydan 2 yıl sonra itirafçı Kahraman Bilgiç'in Yüksekova Çetesi ile ilgili anlattıkları ortaya çıkınca, Canan'ı öldürülmeden önce tabur revirinde başı sarılı olarak gördüğünü belirterek ifade vermek istediğini söyledi. Oğur ifadesinde şu bilgilere yer verdi:

12 BİN MARK ÖDENDİ

"Şubat 1996'da tabur karargâhında Abdullah Canan isimli şahsı başı sarılı vaziyette revirde otururken gördüm. Durumu anlattığım Esat Canan, Dağ Komando Alayı'nın olduğu Hakkâri'ye gitmiş. Konuyu paşa ile görüşmek istemiş. Kapıda karargâhta çalışan astsubayla karşılaşmış. Şahıs sorunu çözebileceğini söyleyip bir otelde randevu vermiş. Buluşmada Abdullah Canan'ın teslimi karşılığı 20 bin mark istemiş. 12 bin markı peşin almış. Tesliminde de 8 bin markı almak üzere anlaşmış."

TAYİNİ ÇIKTI

Oğur ifadesine şöyle devam etti; "Şubat ayının sonlarına doğru Abdullah Canan'ın cesedi Esendere mıntıkasında, otomobili de Van istikametinde bulunmuş. Esat Canan ve ailesi cesedin bulunmasından sonra kanuni yollara başvurdu. Temmuz aylarında aynı tabur beni şikâyette bulununca Şırnak'a tayinim çıktı. Yani sürüldüm."
SABAH HABER HAZİRAN 2007

Şimdi durun, düşünün ve karar verin. Cumhuriyetin henüz yerleşme aşamasında bulunduğu Atatürk döneminde; can güvenliği bu kadar ucuz ve bu kadar keyfe keder bir şey miydi?

Bugünün koşullarına göre değerlendirilince, eleştirilebilecek uygulamalar içinde olan, o zamanki İstiklal Mahkemelerinin bile, bu gün yaşananlardan daha dikkatli olduğu görülür. Ayrıca İstiklal Mahkemelerinin mücadelesi, rejimin yerleştirilmesiyle sınırlı olup, keyfilik ve kişisellik yoktur, ya da bu denli yaygın değildir.

Ama bugün AB ile müzakere sürecine dek yaşadıklarımız, iktidar mücadelesi için, rüşvet almak için, kişisel çıkarlar için can güvenliğinin yönetenin keyfine terk edilmesidir. Müzakerelerle birlikte başlayan düzelmeler ise sevindiricidir.

Yayın Tarihi : 27 Ekim 2008 Pazartesi 12:43:37


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?