25
Mayıs
2024
Cumartesi
ANASAYFA

23 Nisan ve Ulusal Egemenlik

Her sene 23 Nisan’da Ulusal Egemenlik Bayramını kutlarız. Fakat hepimiz de biliriz ki, egemenlik ulusun elinde değil, egemenlerin elindedir. Ve yine 23 Nisanlardaki hamasi nutuklar, ulusal egemenlikle değil, halka rejimi dayatmakla ve yedi yaşındaki çocuğa ideoloji aşılamakla ilgilidir. Doğrusu ulusal egemenlik de, gerçek bir demokrasi ile mümkündür. Fakat içi boş cumhuriyetlerde demokrasi, zurnanın son deliği bile değildir.

Oysa, “Demokrasinin gerçek aşıkları esirler değil, hürlerdir. Zira onu sevmek için tanımak gerekir.” diyen düşünür bunu boşuna söylememiştir. En güzel örneği de ülkemiz demokratlarında görülmektedir. Bir tercih anında ya da zoru görünce ilk vazgeçtiğimiz değer demokrasi olmaktadır.

Yani demokrasi savunduğumuz değerlerin sonuncusudur. Laiklik, din, mezhep, cumhuriyet, parti başkanımız, tuttuğumuz takım, sevdiğimiz yemek, inandığımız töre, sigara bağımlılığımız, oyun tutkumuz, başörtüsü taraftarlığımız ya da karşıtlığımız, vs... hepsi de demokrasiden önce gelmektedir.

Çünkü demokrasiye aşık değiliz. Çünkü onu hiç yaşamadık, tanımıyoruz, nasıl bir şey olduğunu bilmiyoruz. O yüzden de ne zaman sıkışsak, önce ondan vazgeçiyoruz.

Fakat şurası da ilginçtir ki, hiç kimse de, demokrasiyi bilmediğini, tanımadığını kabul etmez. Herkes demokrasinin ne olduğunu bilmekte ve tanımaktadır. Sorulunca da eksiksiz demokrasi tanımları yaparlar. Ama bilmezler ki onlar, demokrasi bir tanım değil, bir yaşam biçimidir. Yaşanmadan öğrenilemez.

Aşkın ne olduğunu bilmeyen insan var mıdır? Elbette herkes tanım ve anlam olarak aşkı bilir, ama bunlar yaşama geçmemiş kuru bilgilerdir. Bunlara dayalı bir tercih yapmanız gerekirse, en önce aşktan vazgeçersiniz.

Oysa aşkı yaşayan gerçek aşık ise, aşkı için canı dahil her şeyden vazgeçebilir. Yani herkes aşkın ne olduğunu biliyor görünse de, aslında aşkın ne olduğunu sadece aşık olanlar bilir.

İşte demokrasi de böyle bir şeydir. Tanımıyla değil, yaşanarak tanınır, bilinir ve sevilir. Demokrasiyi tadanlar, bir daha hiç bir şey için ondan vazgeçemezler.

Ülkemizi çok seven ve onu koruyanlar, bunu bildikleri için asla demokrasiyi yaşamamızı ve onunla tanışmamızı istemezler. Bilirler ki o zaman kendilerine yönelttikleri ilgi ve sevgi demokrasiye dönecektir. Kişiler ve kahramanlar devri, insanın insana tapması sona erecektir. Dayatma ortamının, mafyaya çeteye ve eroin ticaretine dayalı milliyetçilik ortamının yerini, doğa ve insanlık sevgisine dayalı hümanist bir atmosfer kaplayacaktır.

Bu gün ülke ve millet için kendini feda eden(!) koruyucularımız, demokrasinin sevgi ortamı ve temiz havasında boğulup gideceklerdir. Çünkü sevgisiz ortamda ve kirli hava da yetişen dikenli sarmaşıklar demokrasi ortamında boy atamazlar.

Biliyorum her şeyi bilen ve her şey için bir kurnazlığı olan bilgili vatandaşlarımız bu yazdıklarıma inanmayacaklardır. Ama inanın, 72 milyon TC vatandaşının içinde, demokratik bir ülkede işçi veya başka nedenlerle belli bir süre bulunan vatandaşlarımız hariç, demokrasiyi bilen ve tanıyan 72 bin insanımız çıkmaz. Anayasa profesörü de olsa, demokrasinin tarihini de yazsa fark etmez.

Nasıl bu kadar iddialı olabiliyorum derseniz, bunu kendimden biliyorum. 1998 yılında ilk kez demokratik bir ülkeye gidene kadar, ben de demokrasi aşığı ve demokrasi mücadelecisi bir insandım. Derneklerde, sendikalarda çalıştığım kurumlarda hep demokrasi mücadelesi verdim ve okullarda, sınıflarda demokrasiyi öğretmeye çalıştım. O zamanlarda bile demokrasi, benim için uğruna ölünebilecek derecede kutsal bir değerdi.

Ama demokrasiyi görüp yaşamaya başladıktan sonra, onca kutsal değer ve kavram hepside bir anda tuz-buz oldu. Demokrasi öylesine tanımsız, karmaşık, zorlu ve olanaksız bir şey değildi. Demokrasi çok basit ve yalın bir şeydi. Oksijen gibi farkında bile olmadan, ciğerleriniz oksijeni alıp veriyor ve yaşayıp gidiyorsunuz. Olay bu kadar basit. Ama oksijenin olmadığı yerde hayat da bitiyor.

İşte demokrasi bana böyle geldi. Onu tanıdım, soludum. Onsuz yaşamak olanaksız gibi bir şey şimdi. Onu tanımadan önce de benim için birinci sıradaki değerler arasındaydı ama o zamanlar demokrasi inancım, anlamını bilmediği dualarla namaz kılan bir insanın inancı gibiydi. Biliyorsunuz namazın şekli boyutunun ötesinde bir de yaşamsal amacı vardır. Bu amaç da insanları iyiye, doğruya, güzele, sevgiye çağıran, insanların barış içinde kardeşçe yaşaması gibi ulvi amaçlardır. Ama siz okuduğunuz dualardaki bu anlamları anlamadan yatıp kalkıyorsanız, yani okuduklarınızı anlayıp da yaşama geçiremiyorsanız, yaşamadığınız halde kurallarına harfiyen uyduğunuz ve yerine getirdiğiniz İslam ne denli gerçek İslam’sa yaşamadan tanıyıp savunduğunuz demokrasi de gerçek demokrasiye o mesafede bir şeydi.

Bizim her fırsatta vatanı milleti korumak ve kurtarmak için her şeylerini ortaya koyduklarını savunan yöneticilerimiz, vatanı kurtarma adına kendini kurşunların önüne atan mafyalarımız, çetelerimiz, derin devletimiz ve korumak adına götüren liderlerimiz demokrasiyi hiç sevmezler. Yaşadığımız bu pislik üreten, yurtsever milliyetçi ortamın demokrasi olduğunu söylerler.

Demokrasinin dozu artarsa her şeyin altüst olacağını ileri sürerler. Demokrasiyi, cahil insanlara sınırsız hak ve özgürlükler tanımak olarak anlatıp, bunun devleti, milleti Allah korusun kaosa sürükleyeceğini savunurlar.

Aslında demokrasinin dozu artırılırsa bir kaos çıkması kaçınılmazdır. Ama bu kaos halktan yana kazanımlar sağlayacak; devleti, milleti, ülkeyi koruyucularının(!) elinden kurtaracak bir kaos olacaktır.

Peki bizdeki nedir, biz demokrasiyi hiç mi yaşamadık? Maalesef evet. Biz Türkler demokrasiyi hiç yaşamamış milletlerdeniz. Tarihimize baktığımız zaman da açık ve net olarak görülmektedir ki: yöneticilerimiz bizi hep kurtarmışlar, korumuşlar ve biz de hep onlara tapmışız. Ama nedense çileyi, acıyı, yokluğu, zorluğu hep Türk insanı çekmiştir. İki yüz elli bini Çanakkale’de, bilmem ne kadarı Galiçya’da veya Yemen’de feda edilmiştir. Doksan bini atığını çöpe atar gibi Sarıkamış’ta toprağa verilmiştir.

Çünkü vatandaş hiçbir şeydir, devlet ise kutsaldır, yöneten kutsaldır ve her şeydir. Fakat vatandaşları kapsamayan millet sözcüğü de, kavram olarak en kutsal kavramlarımızın başında yer alır.

İşte demokrasi buradaki çöpe atılandır. Yani her şeyin kutsal olduğu ve insanların bu kutsalları ayakta tutmak için canla başla çalıştığı, tapındığı sistemde, olmayan şeydir. Çünkü demokraside bu durum tam tersine çevrilmiştir. Demokraside tek kutsal vardır; o da insandır. Ötekilerin hiçbiri kutsal olmayıp, insana hizmet veren kurumlardır.

Üçüncü Dünya ülkelerinde yüzyıllardır yaşananlar göstermiştir ki; korumanın anlamı kendini korumaktır. Şark kültüründe bilin ki; kim kimi koruyorsa, koruyanın korunan üzerinde bir çıkarı, bir beklentisi vardır ve korumanın dozu ile çıkarın ki aynıdır.

Şark kültürü sıcak, sevecen ve duygusal görünse de acımasız bir ben duygusunu, çıkar duygusunu hep kurnaz yüzünde saklar. Şark kültürü ikiyüzlüdür ve ne yazık ki; görünen yüzü değil, hep gizlenen yüzü gerçektir. Ne diyelim, Allah bizi böylesi koruyucuların, kurtarıcıların eline düşürmesin diyorum. Ama boş duaya amin demenin de bir anlamı yok. Çünkü tarih boyunca bunların elinden hiç kurtulamamışız.

İşin ilginci, eğer demokrasi kültürümüz yaşama dayanmıyor da kuru bilgilerden ibaretse, demokrasiyi bunların söyledikleri gibi başıboşluk gibi de algılayabilirsiniz. Oysa onu yaşayan herkes bilir ki; demokrasi; hak ve özgürlükler kadar, görev ve sorumluluklar sistemidir. Daha da önemlisi bizim devlet hayatımızda hiç yaşamadığımız için farkında olmadığımız bambaşka bir sistemdir demokrasi. Çok sıkı bir denetim sistemidir.

Denetimsizlik derecesindeki bu kaba sistemler ise, demokrasi dışı sistemlerdir. Demokrasiye uzaklıkları, denetimden uzaklaşmaları ile paralellik gösterir.

Yani uyanık yönetici, kurtarıcı ve kahramanlar takımımızın başıboşluk olarak gösterdiği demokrasinin en temel özelliğidir denetim. Asıl başıboşluk bizimde içinde bulunduğumuz demokrasi dışı sistemlerdir. Bu tür demokrasi dışı sistemlerde yöneten sana bir çizgi çizer ve derki; çizginin bu tarafı yasak, öbür tarafında ne yaparsan yap. Çizginin serbest tarafı başıboşluktur. İstersen kendini yok et, istersen dört kadınla evlen, çocuklarını sokağa sal, istersen ormanda piknik yap, pisle, batır, ateşini söndürmeden git, istersen hazine arazisini parselle, vs... Sayfalarca uzar gider işin başıboş tarafı. Yasak tarafına gelince: o da ayrı bir garabettir. Ayrı bir yazıda ele almak gerekir.
 

Yayın Tarihi : 23 Nisan 2009 Perşembe 00:20:47


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?